Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Aralık '10

 
Kategori
Edebiyat
 

Zindan ve göç

Zindan ve göç
 

Ayrılmak çok güç geliyordu şu masal şehirden! Önceden taahhüt ettiği gibi, zaten kırık dökük, ancak öğrencilerin işine yarayabilecek kullanışlılıktaki eşyalarını yanına almayacaktı. Sadece sırt çantasını hazırlıyordu. Siyah, sıradan, spor bir çantaydı sırtına vurduğu yük... Çıkmadan önce defalarca dönüp baktı, evini öptü ve kokladı. Anahtarını ev sahibine bildirdiği üzere paspasın altına bırakmıştı.

Apartman boşluğuna varıp kapıyı ardına kapattığında herşeyi geride bıraktığını sanıyordu -omzunda taşıdığının farkına varmaksızın-... Kendini daha önce hiç bu kadar özgür hissetmemişti. Öyle ki uzun süredir benliğine hakim olan hayattan bezmişlikle bile değil koşar adımlarla inmişti merdivenleri. Gök berrak ve güneş parıldıyordu. Yıllardır içinde bin türlü kuşkularla, huzursuzluk ve delilikle yürüdüğü şu caddeyi bile, ucu krallığına varıyormuş gibi, hükümdar edasıyla aşıyordu. Şimdiye kadar hiç kimse bugün olduğu gibi ezilmemişti sağından solundan geçerken; onlar da, siyah sırt çantalı bu delikanlının herhangi biri değil bir mezun olduğunu duyumsamış olmalıydılar. Hem de öyle böyle değil burnu Kafdağı'na varan... Kim bilir sevgili ailesi nasıl bir hasret ve gururla beklemekteydi onu!

Son aylardaki yoğun temponun, kendini evine kapatıp -gerçi bu onun için mesele değildi- final sınavlarına hazırlanarak geçirdiği hararetli dönemin sonunda mezun olmuş, baloları, törenleri bir kenara bırakıp memleketin yolunu tutmaya karar vermişti. Yönü tayin edilmemiş geleceğinin peşine, deniz kokan yuvasında azıcık soluklandıktan sonra da düşebilirdi. O güzelim sahilde çıplak ayaklarla dolaşmak, göğün ve denizin maviliğinde düşlere dalmak, yaylada -dağ evinde- kitapların arasına çekilmek... Düşündükçe şu yıpratıcı yılların ardından sanki evine değil cennete gidiyormuş gibi hissettiriyordu.

Yine de artık hiçbir mekan Ankara gibi olmayacaktı! O denli gri, bir o kadar silik, sönmüş, umutsuz, kasvetli ve samimiyetsiz... Ve bütün bunlara rağmen şiirsel, vazgeçilmez, ihtişamlı... O Ankara ki, milli mücadelenin yönetildiği sert topraklar... Kendisininkilerden çok daha feci kırılmaların yaşandığı, bir milletin talihinin tersine çevrildiği ve kurtuluşun vatanın her karışına oradan göç ettiği, kainatın başka herhangi bir yerine benzemeyen, kendi haricindeki herşeyle bağlantısı koparılmış, kaosun iliklerine kadar işlediği, yalnız en asil ruhların oradan alnının akıyla çıkabileceği ve onurunu kaybetmeyeceği o esrarlı vatan... Öyle bir yurttu ki, burada her adam öyle göründüğü değil öyle olduğu kişi oluverirdi apansız. Şair ise hislerini, mantığını, ruhunu ve tüm varlığını orada bırakan gölgelerden birine dönüşüvermişti. Seve seve... Şehre hiç gücenmeksizin...

Liseyi bitirdiğinde önceleri üniversiteyi sessiz bir kentte okumak istemiş ama çevrenin de baskısıyla Ankara'yı seçmek zorunda kalmıştı. Şimdi ise Aşti metro istasyonuna varıp -fazla değil, üç dakikalık yürüme mesafesindeydi- oradan da otobüs terminaline uzanan tünelde ilerliyorken, iyiki de bu şehre gelmiş olduğuna hükmediyordu. Dış dünyayla hiç bağ kuramamış olsa da Ankara'yla derin bir bağ kurmuştu çünkü. Yaşamının en değerli hatıralarını ve tecrübelerini edindiği, duvar yığınlarının ve kalabalıkların arasında ruhsal bunalımlarının son kertelerine vardığı, bütün bu kaostan yepyeni ve diri bir kimlik ile bir göçebe adam kotardığı yerdi bu şehir. Ve şimdi gidiyordu ardına bakmadan, yaşanmamışlıkların acısıysa yüreğini burkuyordu.

Güvenlik kapısından öteye geçmekle artık geri dönüş olmayacağının; ellerinde bavullar, çantalar taşıyan, omuzların altlarında törpülendiği kimileri için hafif, bazıları içinse oldukça ağır -bunlar kendisi gibi hatıralarından, sevdiklerinden kopacak olanlardı- yükler yüklenmiş, beton caddelerde rastlanamayacak, sanki yollar arasına, zamanın çizgilerine sıkışmış ve başka bir diyara ait seyyahlar arasına karışacağının farkındaydı. Bunlar, yalnızca hareket saatlerini umursayan gri insanlardı. Yine de ayakları yoluna devam etti. Kesif kalabalığın arasında, herkesin -yalpalayarak dolaşanların bile- kendisine ait bir rotası varmış gibi ona hiç çarpmamaları ile memnun olarak rahatlıkla ilerleyip kabine vardı. Sandalyesinde oturan görevlinin, önünde bekleyen müşteriye tek kelime etmeden bakıyor oluşu, artık otomatikleşmiş olduğunun göstergesiydi. Zaten o kadar çok gelip giden oluyordu ki her biriyle özel olarak ilgilenmek tabiatiyle hayli zordu ve ister istemez gözler sönükleşiyor, zamanla insanlara boş boş bakılmaya başlanıyordu. Şair, çantasından çıkardığı üç kağıt parçasını bilet gişesindeki adama uzatırken, “Ordu'ya bir kişi...” demişti. “Mümkünse pencere kenarı olsun!”

Otobüsünün kalkmasına daha kırk dakikadan fazla zaman vardı. Araçların giriş çıkış yaptığı, üstü açık, geniş alana inmiş, sinebileceği en kuytu köşeye bakınıyordu. Kalabalıklar, genelde, otobüslerin yanaştığı bu terminalin bitişiğindeki yükseltide toplandıklarından karşıya geçmeye karar vermişti. Ama karşıdaki manzara yükseklik korkusunu ateşleyecek cinstendi. Araçların bakıma alındıkları zeminden itibaren, hemen altındaki -nihai durağı Aşti olan otobüslere tahsis edilen- kat, onun üstünde de Ankara'dan hareket edecek araçların yanaştığı alan vardı. Şair, alanın en uç noktasındaydı ve karnının hizasındaki beton bir blok -ancak küçük bir çocuğun düşüşünü engelleyebilecek kadardı- burayı bir uçtan diğer uca sarıyordu. Alt kat dışa doğru daha çıkıntılı olduğu için biri buradan atlayacak olsa, zemine değil oraya çakılırdı şüphesiz ve düşeni de, hiç kuşku yok ki, öldürecek kadar yüksekte... Gelgelelim korkusuyla yüzleştiğini hatırlamak, onu bu konuda rahatlatmaktaydı. Hatta bir süre sonra öylesine rahatlamıştı ki, kendisini yüksekliğe tamamen alıştırdığı yetmiyormuş gibi, korkusunu gündeminden düşürüp, manzaradan faydalanabilmek imkanlarını bile aramaya başlayacaktı. Seyre değer tek manzaranın, ilerdeki havuzlu bahçe olmasına rağmen...

Beklentisi şuydu ki kollarını bloka dayamış, yüzü bahçeye ve arkası terminale dönük öylece duruyorken, geride bıraktıklarına gözlerini kapatır, seslere de kulaklarını tıkarsa zamanı yavaşlatabilirdi. Sigarasını tüttürmekle de 'dakikaları uyuşturabilirim' umudundaydı. Ama yılların birbirini kovaladığı ve gözünde büyüyen koca dört senenin su gibi akıp geçtiği nazar'ı dikkate alınırsa bunda ne denli başarılı olabileceğini kestirmek güç değildi. Yine de sanki dünyanın en güzel bahçesine bakıyordu Şair. Gönlü isterdi ki bir de hava o gün, bulutlu, kasvetli ve hüzünlü olsundu. Gelgelelim mesele değildi bu. Kesinlikle emindi ki sırf Şair'in ızdırabını dindirebilmek için hakiki çehresini güneş ışıklarıyla gizlemekteydi Ankara. Tıpkı evladını uğurlayan bir babanın, yüzünün yumuşak çizgileri hiç değişmemekle gözyaşlarını içine akıtması gibi... Çünkü babalar oğullarına gözyaşlarını göstermek istemezlerdi. Nereden mi biliyordu? Anılarından...

Normalde beyin, hatıraların içinde dolaşırken, insanı geçmişinde sürüklerdi. Zaman da geçmişten geleceğe doğru aktığına göre bu durum gayet de olağan sayılırdı. Ama Şair, sıradışı biçimde bu kanaate, gelecekte yaşayacağı hatıralarına dayanarak varmıştı. Nasıl olurdu? Her ne yaptıysa, zamanı yavaşlatabileceğini umarken onu olağanüstü şekilde -geleceğine erişebilecek denli- hızlandırmış olmalıydı. Bahçenin ortasındaki havuzun suları, önce kabına sığamayarak dışına taştı. Çimlerin üzerinden yürüyen sular ağır ağır yükseliyordu. Bütün bir zemini örterek terminale doğru ilerleyen havuz, ikinci katta acı bir görüntü yaratmış, sel sularına boğulan insanlar çığlık çığlığa kaçışmaya çalışmaktaydılar. Zaman demek ki böyle 'su gibi akıyordu'. Şair, korkuya kapıldı. Sular gitgide bulunduğu kata doğru çıkmaya başlamıştı. Ama bir mucize oldu. Daha birkaç dakika dolmamış olmasına rağmen Ordu otobüsü, süratle terminale yanaşmış, otobüse atladığı gibi saniyeler içerisinde evinin yolunu tutmuştu.

Lakin zaman peşinden geliyor, kovalıyordu onu. Kaçabilmek için daha da hızlanmalıydı. Günler birbirini kovalıyor, aylara dönüşüyor; Şair sürekli bir korkuyla -suların ona erişebileceği korkusuyla- ve bu seri akışkanlık içerisinde mezuniyetinin, ailesine kavuşmuş olmanın tadını bile çıkaramadan, kaderinin pençesine düşmüş kıvranıyordu. Bu dizginleyemediği sürat içerisinde birtakım sesler de duymakta ama hızdan dolayı ancak bazılarını seçebilmekteydi. Bunlar, “Okulu bitirdi de ne oldu?” yahut da “Hala boş boş dolaşıyor!” türünden sözcüklerdi. Şair bunalıyor, anne ve babası duyduklarıyla yıkılıyordu. Şu vakti ah biraz yavaşlatabilse, hatta durdurabilseydi ve hayatının üzerinde azıcık düşünebilecek fırsatı bulabilseydi herşeyi düzeltecek, onlara biricik evlatlarının neler başarabileceğini gösterecekti. Lakin birgün suların onu da yakalayacağı endişesi öylesine hakimdi ki beyninde, bütün bunları yapmaya mecal bulamayacak kadar zayıf düşmüştü. Üstelik beş parasızdı, tütün sarıp içiyor, hiçbir mekanda ferahlık bulamıyordu. Giyim kuşamı da gittikçe daha da özensizleşmiş, pespaye vaziyetteydi. Sokağa çıkmak bile istemiyordu tanıdıklara rastlayabileceği endişesiyle... Neyse ki çabucak geçip gidiyordu günler ve geceler! Ama bu sıradışılığı kimseye anlatamıyordu. Onlar olağan sayıyorlardı şu önü alınamayan akışkanlığı.

Yalnızca bir an, başka bir terminalde durdurabilmişti zamanı Şair! Sanıyordu ki bu bir asker uğurlama merasimiydi. Otobüsün penceresinden buğulanmış gözlerle bakan şu genç kendisi olduğuna göre, oydu galiba uğurlanan! Babasıyla göz göze geldiğinde birkaç saniyeliğine vakit durmuştu. İşte orada anlamıştı, babaların evlatlarına gözyaşlarını göstermemek için onları içlerine akıttıklarını... Sonra hareket etmişlerdi. Keşke azıcık yavaş olsalardı da neler oluyor, nereye sürükleniyorum diye düşünebilseydi... Fakat olmuyordu! En azından gözleri güneşten yanmasın diye kapattığı perdeleri aralayıp dışarısını seyrederek, bu süratlilik içerisinde olsun, hayatını ölçüp biçecek vakti yaratabilirdi. Ama perdeleri çektiğinde dehşete kapıldı. Sular peşinden geliyordu ve yetişmek üzereydiler. Kabus muydu bu? Zaman, otobüsün camlarını tuzla buz ederek içeri sokulmuş, Şair'i kuşatıp yakalamıştı ve şimdi onu önüne katmış geleceğine sürüklüyordu.

Tenine saplanan cam kırıkları, ellerini, yüzünü parça parça etmiş, bütün bedeni kanamaktaydı. Sular gitgide genişleyerek onu bir deryaya, farklı bir boyutun içine çekiyordu. Sayfalar uçuşuyordu etrafında, az sonra da kağıtların arasına karışmıştı. Kelimeler bir denize dönüşmüşse eğer evleviyetle bu denizlerde dolaşabilecek bir de gemi olması icap ederdi. Uzaklardan o yelkenlinin kendisine yaklaştığını gördü. Şair, kurtulmak umuduyla ama acı çekerek gülümsüyordu. Hatta gemiye dahi dokunabilmişti yanından geçerken fakat kendisini halata bağlayıp denize dalan o heybetli denizciye tutunmayı başaramadı. Ve bedenini içine çeken karadeliğin, bir zindan olduğunu gördü. Şair, çaresizce ardına dönmüş bakarken, mazgala sürüklenen bir sigara izmariti gibi zamanın ellerine düşmüş, kendi karanlığına -zindanına- mahpus edilmişti.

Askerden döndükten sonra hiçbir işte tutunamayacaktı. Kişiliği, sosyal ilişkiler geliştirebilmekte önünde koca bir engel olduğundan sürekli daha da kabuğuna çekiliyor, sonunda o karara varıyordu ki; 'Yalnız yaşayacaktı. Herhangi birinin yakınlığı, sıcaklığı, ilgisi ruhunu tarif edemediği acılarla dolduruyordu. Hemen hemen her mevzuda ayan beyan görüş sahibi olan, kemik gibi sertleşmiş kanaatlere sahip bir adam için tarifsizlik sinir bozucu ve kaypaktır. Yaşadığı sancıyı izah edememek onu deli ediyordu. Bu hali, iç dünyasında istihza ile karışık bir iğrenmeye neden oluyor, açıklayamadığı bir olgu karşısında bu hissi hep duyuyordu.'

Birçok -çoğu da garsonluk, işçilik gibi alın teriyle yapılabilecek türdendi- işe girip çıktı. Kıt kanaat geçimini sürdürürken bir yandan da tapınağında, tek göz evinde yazı işleriyle uğraşmaktaydı. Ayda yılda bir ailesiyle haberleşmek dışında kimseyle görüşmüyor, telefonlarına bakmıyordu. İçinde bütün insanlığa karşı derin bir hınç biriktirmişti. Ve bütün kinini kağıtların üzerine kusuyordu. Olağandışı bir eleştiri dili geliştirmiş, kelimeleri, keskin bir bıçağa dönüştürmüş, değdiği yeri kesip atıyordu. Hayal gücünü bütünüyle zorlayarak yarattığı kendine has tasvirlerin arasına toplumu sıkıştırmakta, varoluşu kendi ölçütleri nazarıyla sorgulayıp irdelemekteydi. Bir gün canına tak ettiğinde güneş ışığına çıkmaya karar verdi. Yayınladığı eserleri sergilemek hevesine kapılmış, bunun uğraşındaydı. Velhasıl çalışmaları beklenilmedik bir patlama, etki yarattı Şair'in. Ülkeyi ayağa kaldırdı. Akabinde de sözüm ona aydın tabakanın -tahtlarından indirilmek endişesine kapıldıklarından- şiddetli hücumlarına maruz kaldı. Ama şu koca ömrünü -ki artık otuz dördüne merdiven dayamıştı- karanlıkta geçirmiş, kalemi yazın sürecinde değil sanki harplerde pişmiş bu vahşi tabiatlı adama diş geçirebilmek öyle kolay şey değildi. Hasımlarına saldırmakta zaafiyet ve zerre tereddüt göstermeyerek, yakıp yıkmakla yoluna devam etmekteydi. Ona karşı çıkanlaraysa 'ölüler' diyordu. Şair'e göre yeryüzünde değil toprağın altında olmaları gerekirdi. Herhangi bir erdem yahut duygu kırıntısına olsun tahammülsüzce, kendisine mukabele etmeye kalkacak zavallıya olanca gücüyle taarruz etmekte sakınca görmüyor, hatta bunu görev belliyordu.

Velakin koca bir sorunla karşı karşıyaydı Şair. Hayatının çözümleyemediği kör noktasıydı bu. 'Vakit, kapısından içeri attığı ilk adımla başlıyor; o, her akşam aynı yemeği yiyor; aynı anları yaşıyor; aynı tablodaki aynı keşifle heyecanlanıyor; nasıl oluyorsa aynı kitabı okuyup, aynı notları yeni baştan sayfalarına işliyor ve aynı rüyanın içinde beliriyordu.' Yıllarca olması gerekenden çok daha hızlı akmış olan zaman sanki durmuştu. 'Gitmeliydi. Çünkü düşler mükerrir olduğu lahza, ortada bir rüyadan fazlası var demekti!

 
Toplam blog
: 32
: 637
Kayıt tarihi
: 28.09.10
 
 

Şair ve yazar... ..