Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Mart '16

 
Kategori
Sinema
 

Zootopia ya da Hayvanlar Şehri

Zootopia ya da Hayvanlar Şehri
 

zootopia


Filmden çıkar çıkmaz, ''Mutlaka hemen git, bir dakika bile kaybetme'' demek için babama telefon açıyorum.

''İyi de Kaan, film buraya daha gelmemiş'' diyor. Zootopia, zootropolis ya da daha güzel bir çevirisi bulunana kadarki ismiyle 'Hayvanlar Şehri'; yeni bir Walt Disney harikası ve bence bu film bugüne kadar çevrilmiş olanların 'belki de' en iyisi.

 

                       https://www.youtube.com/watch?v=y_BY9mgJOlI

 

beyazperde.com'dan filmin Türkiye'de 10 Haziran 2016'da vizyona gireceğini öğreniyorum. Ticari kaygılarla okulların tatili bekleniyor olmalı. Bence tarih seçimi büyük yanılgı çünkü gişe patlaması yaşatacak bu filme insanlar sıra olup gitmezlerse ben de hiçbir şey bilmiyorum demektir. 

Mart ayında dünyada gösterilmeye başlayan filmi üç ay gecikmeli olarak vizyona sokmanın ne sebeple olacağına çok da kafa yormadan filmi anlatmak sanırım daha anlamlı.

 ve  filmin yönetmenleri ama ben işin teknik yanı ve 'kadro' konusunda değil daha çok filmin kendisi hakkında yazmayı diliyorum. 

Bunun iki sebebi var, birincisi ve asıl önemlisi 'mutfak' konusunda kendimi asla yetkin hissetmemem. Bu yüzden de çok fazla söz söylemek yerine ''Emeği geçen herkesin ellerine sağlık'' demeyi yeğliyorum. Direkt 'ürün'e geçmemin ikinci sebebi de, filmin gerçekten de çok ama çok sevimli olmasından dolayı gücümün yettiğince, tüm cümlelerimi filme dair kurmak isteğim.

 

                                             Soldan sağa , Rich Moore, Byron Howard ve Clark Spencer. 

 

Walt Disney eminim 'öbür dünya'da çok rahat ediyordur. Tüm dünya çocuklarına böylesine güzel mesajlar veren bir 'organizasyon'un kurucusu olmak ne kadar da anlamlı. 

Ülkemizde çizgi dediğimizde Oğuz Aral da bence Walt Disney kadar hatırlanmaya değer bir isimdir. Kötü Kedi Şerafettin'in animasyonunun temelinde de -kimse bir yere ufak bir not olarak düşmese bile-  mutlaka 'Usta'nın da hatırı sayılır bir payı vardır.

Nasıl ki sanayicilerimiz 'sınırlı' sermayeleri ile dünya ölçeğinde ancak kısıtlı işler çevirebilmektelerse, Oğuz Aral da dünyaya kendi açılamasa dahi, çevresindeki gençleri bu işe kazandırmıştır ki biz de bugünlerde 'dünya çapında' denebilecek projeler gerçekleştirebiliyoruz.

Neyse gerçekten de ben zootopia'dan bahsetmeyi öyle çok istiyorum ki 'anlatamam'. 

Öykü sayıları 'sürekli çoğalan' tavşanların yaşadığı bir kasabada başlıyor. Tavşaniçe, derslerinde son derece başarılı, hakkın hukukun daha o yaşında takipçisi, özgüveni yüksek, ailesinin gözbebeği bir tavşancıktır.

Kendisinden fizik olarak kat be kat güçlü kötü tilkicik, arkadaşlarına sataşıp da onların biletlerini ellerinden almaya kalktığında dahi dayak yiyeceğini bile bile ortaya atılmaktan çekinmez.

Sonra aradan bir süre geçer, şehre gidip polis olmaya karar verir ve oradaki yaşamında başına gelebileceklerden dolayı son derece kaygılı anne-babası ve yüzlerce kardeşini geride bırakıp, o gün bu gündür deyip Zoopolis'e göçer.

Polis Koleji'ni birincilikle bitrmesine, tüm fiziksel ve zihinsel aktivitelerde de arkadaşlarının önünde olmasına karşın, sırf 'tavşan' olduğu için diğer stajyerler önemli işlere verilirlerken bizim tavşaniçeye ise hatalı park etmiş araçlara trafik cezası kesme görevi uygun bulunur.

Her ne kadar önceleri mırın kırın etse de görev görevdir diye bir süre sonra, üzerine aldığı işi büyük bir sorumlulukla yapmaya başlar ve onlarca da ceza keser çok kısa sürede. 

Bu işlerinin arasında bir gün tesadüfen bir tilki ile tanışır. Tilki pek bir zavallıdır, evladının doğum günüdür ama kendisini ona hediye alacağı dükkana bile sokmak istemezler, tavşaniçe yardımcı olur ne var ki bu sefer de tilkinin cüzdanı evde kalmıştır. ''Neyse'' der, bizim polis memuresi, kendisine ufakken zulüm eden tilkileri aklına bile getirmeyecek kadar önyargısızdır ve  çıkartır tilkinin yavrusuna aldığı dondurmanın parasını öder. 

Lakin olayın aslı pek de öyle göründüğü gibi değildir. Bir süre sonra, tilkinin kendisine oyun ettiğini öğrenince bu sefer de peşine düşer ve bir punduna getirip onu sonunda işine yarar bir hale getirir.

Her şey sıradan ve tek düze giderken bir gün polis merkezine gelen bir kadın (su samuru), eşinin kaçırıldığını söyler. Bu arada şehirde yaklaşık on kadar, ataları 'yırtıcı' olan hayvan da ilginç bir şekilde ortadan kaybolmuşlardır. Kayıp su samurunu bulma işini bizim tavşancık, müdürünü kızdıracak bir şekilde ve iki gün içerisinde kayıp samuru getiremeyip başarısız olması durumunda da istifa edeceği sözünü vererek üstüne alır.

Sonrasını işin ve filmin tadı kaçmasın diyerek kısaca anlatayım. Şehrin Belediye Başkanı bir 'aslan'dır, yardımcısı da görmüş geçirmiş bir koyun. Bizim tavşancık bir süre izleri takip ettikten sonra kayıp hayvanları muhteşem bir şatoya hapsedilmiş halde bulur. Hepsi de saldırganlaşmışlardır. Olay yerinde gözlem yaparken 'aslan' da çıkar gelir. O sahneden anlamamız istenen, başkan aslanın bir kısım atası vahşi hayvanın saldırganlaşmalarını halktan saklayarak suç işlediğidir.

Bir süredir mutlu, huzurlu ve birlikte kavga etmeden yaşayan, birbirlerinden farklı ama dileyenin gönlünce yaşadığı bir 'dünya'da, ne olmuştur da bir kısım atadan vahşi hayvanlar saldırganlaşarak özlerine dönmüş ve sanki kudurmuş gibi gözlerinden ateşler saçmaktadırlar?

Olaylar da o andan sonra dallanır budaklanır. Animasyonun güzelliği öyküden çok, doğal olarak canlandırmada, çizimlerde, seslendirmede saklıdır ki masaldan farkı da zaten sözden çok görsel olarak çocukların gönlünü fethetmesindendir.

Nihayet filmin sonunda anlarız ki, aslında bizim kötü diye düşündüğümüz, o en büyük yönetici aslan, sadece diğerlerinin iyiliği için, hissettirmeden kötülüğü ortadan kaldırmaya çalışıyorken, kuzu postunun altında meğer bir kurt saklıdır ve 'gerçek kötü' de odur.

Şimdi benim bu filmde, 'kamil' izleyicilerin de seyrettikten sonra aynı şeyleri düşüneceğini varsaydığım çıkarımlarımdan sözetmek istiyorum.

O aslan bence Amerika'dır. Herkes, her türlü kötülüğü kendisinden bilir ama o, kimse farkında olmasa da dünyanın iyiliği için çalışmakta, dünyayı kötülerden kurtamanın derdinde, herkesin özgürce yaşayabileceği bir dünya yaratmak istemektedir. 

Güzel, sevimli, şirin, kimsenin kötü olabileceği aklının ucuna bile gelmeyen, aslanın yanında sanki onun kölesiymiş gibi, kendisinden istenen her şeyi yapan 'koyun' ise meğerse tüm kötülüklerin anasıymış. İşte bu koyun da, Amerika'nın karşısında o günkü konjonktürde kim varsa odur.

Verilen tüm bu siyasal mesajlar dışında, Amerika'nın gerçekten de ne kadar 'yıkılmaz' ve sağlam temellerle kurulmuş bir dev ülke olduğunu kolayca görmek mümkündür. Biz hala çocuklarımızı, bin yıl öncesinin kural ve değerleri ile geleceğe 'hazırlarken', Amerika çizgi filmlerinde yüce ruhlu, yürekleri sevgi dolu çocuklar yetiştirmeye çalışıyor.

Katı kurallarla, baskılarla sıkıştırılıp konservelere balık istifi doldurulan kalın kabuklu yaprak sarmaları misali, dünyaya tek ve dar bir açıdan bakan nesiller değil de, herkesin farklı olsa da yaşama hakkının olduğunu aşılayan ve düne değil önündeki güne bakan gençler yaratıp geleceğini garantiye alan bir ülke Amerika.

Şimdi hiç kimse de kalkıp 'kültür emperyalizmi' falan gibi kökünden kaynağından çoktan savrulmuş, rayından çıkmış bin yıllık 'muhafazakar' komünist işi, temelsiz laflarla karşı durmaya kalkmasın.

Biz ritüellerle yerimizde sayarken, eller uzayda yaşamla ilgili planlarını hayata geçiriyorlar. 

Ey yeryüzünün ve göklerin tek hakimi tanrım, söyle bana ne olur, kim sana daha layık, bizler mi yoksa uzayda hergün kat be kat yol alıp sana gittikçe daha da yaklaşan bize şeytan diye gösterilmeye çalışılan kulların mı?

Gelince mutlaka çocuğunuzun elinden tutup gidin, aman diyeyim n'olur kaçırmayın bu şaheseri.

 

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 344
: 1122
Kayıt tarihi
: 22.07.09
 
 

Okur yazarım. Okur yazarlıktan kastım, okuduklarımı yazmamdır ki, bu yazılarımı genellikle 'kitap..