- Kategori
- Anılar
Bal oğlum, dal oğlum!
Gölköy enstitüsü
(GÖLKÖY KÖY ENSTİTÜSÜ'NÜN KURULUŞ HİKAYESİ)
"Yirmi bin elim kalem, kırk bin elim taş.
Uğruna feda edeceğim kuru bir baş
Bağışladım kendimi Anadolu'ya."
Bir zamandır yakın tarihimizden politik yazılarla önümüzdeki karanlık günlere bir küçücük ışık olmaya çabalıyoruz. Çünkü her zaman inanarak söylediğimiz bir şey var: Geçmişini bilmeyen, geleceğini kuramaz. Neyse, fazla uzatmadan bu yazının planından söz edelim. Yazımız, adı geçtiğinde içimizde bahar yelleri estiren Köy Enstitüleri'yle ilgili… Ama öyle ahlayıp vahlayan bir yazı olmayacak. Sadece kanımızı tutuşturan bir mücadele öyküsünü anlatmaya çalışacağım. İnanmak, başarmanın başlangıcıdır görüşünü destekleyen; anlatacağım hikayeyi öğrendiğimden beri, "öğrenmenin yaratılabilir bir şey" olduğunu başıma dank diye vuran bir öykücük… İddiasız, naif… Paylaşarak zenginleşmek için bu yazıyı yazıyorum. Buyurun, 1938 Kastamonu'suna gidiyoruz.
Bilindiği üzere Köy Enstitüleri, 1940 yılının 17 Nisan'ında resmen kurulmazdan önce "eğitmen kursları" adı altında bazı girişimler denenmişti. Bu yeni eğitmen kurslarının bazıları, açılması düşünülen köy öğretmen okullarının temelini de oluşturuyordu. 1938/1939 ders yılı için tasarlanan Kastamonu-Gölköy Köy Öğretmen Okulu'nun kurulması da bu eğitmen kursunun başarılı uygulamalarından biriydi. Bu yazı bir model oluşturması adına daha az bilindiğini sandığım Gölköy Köy Enstitüsü'nün kuruluşunu anlatacak.
1938 yılının mart ayının son günleri. İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç yeni projesi Köy Enstitüleri'ni kurmak ve yaygınlaştırmak için harıl harıl kafa patlatmakta. Bunun Türkiye için ele geçmez bir şans olduğunun da farkında. Bir an önce güvenilir bir kadro kurup işe başlaması gerektiğini çok iyi biliyor. Tonguç, Kastamonu Gölköy'ün merkezi yeteneğini iyi etüt etmiş ve oraya da bir enstitü kurmayı planlamakta. Amaç bütün ülkeyi enstitülerle çepeçevre donatmaktı. Daha önce Mahmudiye Eğitim Kursu'nun yöneticiliğini yapmış, İstanbul İlköğretim Müfettişi (daha sonra Arifiye Köy Enstitüsü müdürü) Süleyman Edip Balkır'ı Ankara'ya çağırır Tonguç. Balkır'a, Gölköy'de kurulması düşünülen kursun yöneticiliğini vereceğini; çalışkanlığını, zekasını ve inatçılığını iyi bildiği Balkır'dan en kısa zamanda Gölköy'de iyi işleyen bir Köy Öğretmen Okulu'nun açılmasını beklediğini bildirir. Balkır deli adam! Gözüne batsın diye budak arayanlardan… Ankara'da Tonguç'un odasına girdikten en fazla iki saat sonra yanlarında Tarım Bakanlığı'ndan Şube Müdürü Raşit Saraçoğlu da olmak üzere Kastamonu'ya doğru yola çıkmışlardır bile. Aynı gece Çankırı'ya varırlar. Tonguç, gezilerinde her zaman yaptığı gibi bir ilkokulda topladığı öğretmenlerle gecenin geç saatlerine kadar konuşur, fikir alır, yönlendirir. Gece dağılırken, (eminim bir çoğunun duymak istemediği) o davudi sesiyle şöyle toplar buluşmayı: "Yarın sabah 04.00'da yola çıkacağız. Hepinize iyi geceler dilerim." (Not: Tonguç, gece ne kadar uzun sürerse sürsün, saat kaçta uyunursa uyunsun sabahleyin erkenden, tam saptanan saatte "günbaşı" yapardı. Kimbilir, belki de yapacak çok şey olduğunu ve günün sadece yirmi dört saat olduğunu hiç unutmadığındandır.) Sabah yetişemeyenler olursa onları beklemez, basıp yoluna gider, bir de üstüne "desenize bir kişi daha gürledi" diyerek alay ederdi.
Batı Karadeniz'in doğası yine muhteşemdir. Yine diyorum, çünkü Tonguç öğrencilik hayatının üç senesini bu coğrafyada sürmüştür. Ilgaz'ın buzdan farksız suları, ülkenin en heybetli çam ağaçları, yeşilin en koyusu buradadır. Devrez Çayı'nın hiç bitmeyen şorultusu, Tosya, Dipsizgöl, solda İhsangazi, Kuzkaya, sağda Akkaya'ya bir selam ve işte Kastamonu.
Kastamonu'ya varır varmaz, hemen dönemin valisi Avni Doğan'ın yanına gider enstitünün inanmış öğretmenleri. Açılması planlanan Eğitmen Kursu ve Öğretmen Okulu için görüşmeler ve bakanlıklar arası yazışmalar konuşulur. Yazışmaların işaret ettiğine göre okul; Kastamonu'ya birkaç kilometre uzaklıktaki Tarım Bakanlığı'na ait eski, artık kullanılmayan Tarım Okulu ve 700 kişiyi barındıracağı düşünülen Şeyh Ziya Efendi Köşkü'nün elden geçirilerek kullanıma açılmasıyla kurulacaktır. Bu binaların bulunduğu yerin adını sorarlar. "Gölköy" der Vali kısaca. Gelenlerde bir coşku, bir sevinç, görülmeye değer… Sözü edilen Gölköy'e gitmek için hemen yola düşer bizimkiler. Yol yürüyerek gidilebilecek bir uzaklıktadır. Gelen ekip yüzlerindeki anlamsız çocuksu gülüşle konuşmadan İnebolu şosesinde ilerlemeye başlar. Kentten çıktıktan bir iki kilometre sonra sola saparak toprak bir yola girerler. Gidecekleri yere varana kadar yüzlerinde taşıdıkları o çocuksu coşku gülümsemeleri, Gölköy'e vardıklarında yüzlerinde donuverir sanki. Karşılarına çıkan yerde ne kullanılabilecek bir bina vardır ne de bir yaşam belirtisi… Dımdızlak bir ova ve bakımsızlıktan ahıra dönüşmüş bir yıkıntı… Köşk diye kurdukları hayal değil 700 kişiyi, 7 kişiyi bile barındıracak özellik taşımamaktadır. Herkeste derin, parçalanmış bir suskunluk… Sanki oracıkta, o anda, herkesin duyguları yerle bir olmuş; hani biri başlatsa hepsi birden çocuklar gibi hönküre hönküre ağlayacak hale gelmişlerdir. Sanki Ilgaz'ın insanı donduran dağ rüzgarları hepsinin yüzünde esmektedir şimdi… Büyük sessizliği Tonguç bozar: "Yahu Edip Balkır, niye böyle yapıyorsun ya? Niye bu kadar şaşırıp kaldın oğlum? Hem fena mı evladım, bak iyi ki gelip gördük durumu!"… Yok, sessizlik buzdan kılıçlar gibi hepsinin ağzını kesip atmış yüzlerinden. Çıt yok. Tonguç birden konuşmaya başlar: "Biliyor musunuz çocuklar, bizim Saffet, Saffet Arıkan, bana bu duruma benzer bir askerlik anısını anlatmıştı Ankara'da. Arıkan, ilk kurmay subaylığında haritalara güvenerek özenle hazırladığı bir askeri harekat planının haritalara işlenmemiş bir köprü yüzünden nasıl yanlış çıktığını anlatmış ve "bu olay kulağıma küpe oldu. Gözlerimle görüp aklımın yatmadığı şeylere hiç yanaşmam." demişti. Sonra bana "sen şimdi Tarım Bakanlığı'nın ilgili müdürlerinden biriyle kursun başına getireceğin arkadaşı yanına al, Kastamonu'ya git. Orayı gör, sonra kesin kararını ver." demişti. Hadi siz görev için buradasınız, ben niye sizinle geldim değil mi ya? Hadi uyanın da ne yapacağımızı konuşalım."
Belki iyi kaptan rüzgarlı havalarda belli olur sözünü kanıtlamak için bir taktikti Tonguç'un yaptığı. Belki de Arıkan gerçekten böyle bir şey anlatmıştı Tonguç'a, orasını bilmiyoruz ama Tonguç depremdeki ilk şoku bu dahiyane manevrayla savuşturmuştu. Yavaş yavaş bıçak açmaz ağızlardan çözüme dair sözler dökülmeye başladı. Yavaş yavaş, ama isteksiz… Tonguç, o koca Tonguç başladı o her zamanki taşı kıpırdatan coşkulu sesiyle anlatmaya: "Tamam, ilk aşamada 700 çocuğu alamayabiliriz arkadaşlar. Ama birkaç onarımla en az 250 çocukla kursu başlatabiliriz bence. Tamam, aklınızdan bu onarım sürerken nerede kalacağız, ne yiyeceğiz gibi şeyler geçiyor olabilir. Kolay, onun da çözümü var. Çadırlar getirtiriz Kızılay'dan. Birini mutfak yaparız, birkaçını yatakhane yaparız. Ya da geçici süre yakın yerlerdeki köylerde kalırız. Geçici bir süre değil mi, sıkarız dişimizi. Sonra usta yapı elemanları gönderirim ben size Ankara'dan. Sıtmaya karşı da kinin iğneleri filan. Tamam mı?...Tamam mı?"… Kimse cevap vermez önce. Tonguç tam bir baba edasıyla tatlı sert tekrarlar söylediğini: "Tamam mı?". Kırık dökük bir mırıltı: "Tamam, sen yaparız diyorsan…yaparız."
"Bu topraklar seni bekler yavrum,
Bu yapraklar seni.
Bu bozkırlar seni bekler yeşermek için,
Uzat ellerini."
Oh, her şey çözülmüştür. Tonguç'un da keyfi yerine gelmiştir. "Acıktık yahu, gidip bir lokanta bulup karnımızı doyuralım." Yolda o buzdan küslük, her adımda biraz daha katmerlenerek Kastamonu'da bir lokantaya kadar hepsini birer buz kalıbına dönüştürür. "Bindik bir alamete, gideriz kıyamete." şeklinde bir ruh haliyle lokantaya gelirler. Tonguç sipariş edilen kuru fasulye ve bulguru sanki bütün işler bitmiş gibi iştahla kaşıklarken, diğerleri hasta tavuklar gibi bulgur pilavını eşelemektedir sadece. "Ne bu hal çocuklar, sevinsenize yahu. Şimdi önümüzde neyi çözmemiz gerektiğini biliyoruz hiç olmazsa." diye yeniden yüklenir Tonguç. Kamçı yemiş de sırtları yanmış gibi huzursuzlanan diğerlerinin imdadına, yan masadan özürle söze karışan iki kişi yetişir. Bunlar hanidir kırık dökük de olsa akıp gelen konuşmaları duymuşlardır. Kendilerini tanıtırlar kibarca: "Efendim, bendeniz Kastamonu'da yayınlanan Doğru Söz gazetesinin sahibi ve yazarı Hüsnü Açıksöz'üm. Yanımdaki arkadaşımsa eski öğretmen, şimdilerde ticaretle uğraşan ve Kastamonu'da haklı olarak adını herkesin saygıyla andığı tüccar Celal Bayar'dır. (Şu sonradan cumhurbaşkanımız olacak Celal Bayar.) İstemesek de konuştuklarınıza ve yapmak istediklerinize kulakmisafiri olduk. İzin verirseniz size yardım etmek isteriz."… Tonguç, belki de hayatında ilk kez böylesi olumlu bir şaşkınlık yaşar. Kör istedi bir göz, Allah verdi iki göz… Uzatmayalım muhabbet derinleşir. Yüzler gülmeye başlar yeniden. Celal Bayar, eskiden Kastamonu Öğretmen Okulu'nda öğretmenlik yaptığını söyleyince, Tonguç'un ruhunda birden çiçekler açıverir. Üstüne Hüsnü Açıksöz, gelecek günlerde gazetesinde Gölköy'deki okul kurma girişimlerini haber yaparak kamuoyu oluşturabileceğini söyleyince de masadakiler neredeyse kalkıp göbek atacak hale gelirler. Gece uzar gider.
Sonraki günlerde, bu iki "yabancı", dediklerini bir bir yerine getirecektir. Doğru Söz gazetesi, Gölköy Eğitmen Kursu'nu birinci gündemi yaparken, Celal Bayar da "esnafı haraca bağlayarak" çok kısa sürede kursa gerekli araç, gereç, eşya, altı tane at, bir araba ve bir faytonun çok uygun koşullarla satın alınmasında önemli işler başarırlar. (Not: Tonguç'un Gölköy'e hep yakın ve sıcak bir ilgi duymasının altında belki de öğrencilik yıllarının kenti olan Kastamonu'ya duyduğu ilgi kadar, bu zor koşulların bir başarı, bir inat, bir inanç hikayesine dönüşmesi de yatıyor olabilir.)
Çok zor koşullarda da olsa Gölköy'de bir okul kurulması fikri şimdilik kuramsal olsa da bir çözüme kavuşturulmuştu. Gölköy'ün İzmir Kızılçullu ve Eskişehir Çifteler'den sonra üçüncü bir enstitü okulu olması fikri Tonguç'un enstitü örgütlenmesi adına çok önemliydi. Diğer iki eğitmen kursu ya da öğretmen okulu zaten hazır olan binaların, işliklerin, eğitim programının dönüştürülmesiyle elde edildiğinden Gölköy bir çeşit "ilk bebek"ti. Ve hatta bir yıl bile geçmeden İnönü'nün enstitü mantığıyla kurulmuş bir okul olarak ilk göreceği ve enstitü fikrini benimseyeceği yer Gölköy olacaktı. Bu anlamda Gölköy benzerleri için bir model oluşturmasıyla da çok önemliydi.
Şimdi biraz da Gölköy gibi bir noktada böyle bir okul açılmasının altındaki nedenleri konuşalım.
Gölköy Köy Enstitüsü Müdürü Ali Doğan Torman, enstitüyle ilgili genel bir değerlendirme istendiğinde şöyle bir açıklamayla başlamıştır uzun yazısına: "Kastamonu Gölköy Enstitüsü, Kastamonu-İnebolu ve Kastamonu-Daday şoseleri arasında, valilik merkezine 10 kilometre mesafede Gölköyü'nde, yeşil, güzel bir vadide kurulmuştur… Enstitü Çankırı'nın Ilgaz kazasıyla, Çorum, Kastamonu, Sinop ve Zonguldak vilayetlerinden mürekkep bir bölgeyi içine almıştır."
Kastamonu, tarihler boyunca hep bir merkez olma özelliği göstermiştir. Hanlar, kervansaraylar, büyük eşya depolamaya uygun binalar, mağazalar ve köşklerle donanmış bu kent, elbette ki bölgenin en gözde kenti olacaktı. Bunun dışında bölge ekonomisini ayakta tutan her üretim hikayesi de Kastamonu'da mevcuttu. Örneğin Kastamonu'da orman ve ormana bağlı sanayi, meyvecilik ve kendir üretimi en az Çankırı, Sinop ya da Zonguldak'taki kadar ilerlemişti. Sonra maden zenginlikleri (özellikle kömür), Sinop'ta yaygın olan pirinç tarımı da Kastamonu'da en az o kuvvette yapılmaktaydı.
Ayrıca Tarım Bakanlığı'na ait (Ziraat Vekilliği) iki bin dekarlık bir fidanlık da Gölköy'e kurulmuştu. Kastamonu, tüm zenginliğinin ötesinde meyvecilik ve fidancılığıyla ülke ekonomisinde söz sahibiydi. Geniş ve sulak arazinin her zaman avantajlı olduğu düşünülürse, buraya bir enstitü okulu kurma fikri hiç de şaşırtıcı değildir.
Ertesi gün Tonguç, erkenden Ankara'ya döner. Döner ya dönmesine, içindeki çocuk sesleri onu heyecanlandırmıştır. Hemen Kızılay'ın ikinci başkanlığı görevini de yürüten Saffet Arıkan'dan Gölköy'e 250 çadır verilmesi emrini çıkartır. Birkaç gün geçmeden de kursun yarısı yıkık binasının önünde duran çadır yüklü kamyondan neşeli, "tığ gibi bir delikanlı" yere atlar. Çadırları getiren bu oğlan, yapı usta okulu çıkışlı köy öğretmeni Namık'tır. Namık, Gölköy'ü Gölköy yapan enstitü emekçilerindendir.
Çadırlar çarçabuk kuruluverir. Şu şu çadırlar derslik, şu şu çadırlar mutfak, şunlar uyumak üzere, bunlar işlik vs… Gölköy, çadırlarla da olsa ilk öğrencilerini karşılamaya hazırdır artık. Öğrenciler gelir utana sıkıla. Bütün masumiyetlerini de yüzlerinde getirirler. Bir mısır koçanı gibi dimdik genç erkekler, yanaklarında güller açmış dal gibi kızlar önce kaderlerini, sonra ülkenin kaderini değiştirmek üzere Gölköy'ün kapısında birikmeye başlarlar. Tonguç onlar için "dal oğlum, bal kızım" türküsünü söyler ta Ankaralardan. Hele "Gölköy'de eğitime başlandı Tonguç baba" haberini aldığı an, yüreğindeki bütün kuşlar pırrrr deyip aynı anda havalanıverir. Bir öğretmen, gerçek bir öğretmen anlayabilir ancak bu anın duygularını. Kulağını şöyle dünyaya ver bir yol, bak, neler söyleyecek sana hayat: Ayakkabısız, kırk yamalı pantolonla mı geldiler okumaya? İyi ya, böceklerin cırrrr deyişinde değil de nerededir eğitim? On üç yaşında evlenmemek için mi kaçıp gelmiş şu Gülsümcük enstitünün çadır okuluna? İyi ya, kurbağa sesinde değil de nerededir eğitim? Belki beyaz bir bulutta, belki Çehov'un bir hikayesinde ya da fakir bir çocuğun zengin inancında değil de nerede? Böcekler cırrrr eder, kuşlar pırrrr! Testereler carrrrr eder, çekiçler tak tak tak! Yükselmeye başlar Gölköy'ün binaları…
206 aday katılır bu imeceye. Bu "işte buluşma" 6 Nisan'dan 19 Ekim'e kadar yedi ay sürer. İşler akmasına akar da, asıl zorluk merkez bina diye anılacak olan iki katlı büyük okul binasının yapımında yaşanacaktır. Tonguç mektup üstüne mektup yazmaktadır: "Bu okul ne pahasına olursa olsun yapılmalıdır." Balkır öğretmen bir yandan kara kara düşünmektedir. Namık yanık yanık türküde… Türkü, gerekli olan en az 300.000 tuğla üzerinedir… 300.000 tuğla! Para? Para yok. Tuğla? Kastamonu'ya tuğla Ankara'dan gidecek değil ya? Şehirde bir çözüm bulunmalı. N'olcak şimdi?
Uzatmayalım, Süleyman Edip Balkır Kastamonu'ya iner. Bütün tuğla ocaklarını tek tek dolaşır. Kastamonu'da hiçbir ocak bu kadar çok tuğlayı istenen sürede verebilecek durumda değildir. Çünkü o ocakların kapasitesi en fazla 10.000 tuğlalıktır ve 300.000 tuğlanın firesiz, kurutulmuş haliyle onlara verilmesi bir buçuk, iki ayı bulacaktır. Üstelik fiyatlar da her ne hikmetse cırt diye yükselivermiştir birden bire… Uzun bir sessizlikten sonra yapılacak iki şey vardı Balkır Öğretmen ve enstitü kurucuları için: birincisi, ana avrat söverek bütün Kastamonu'yu ateşe vermek; ikincisi, nasıl olur bilmeseler de kendi tuğlalarını kendilerinin yapması… Kafasına karıncalar üşüşür Balkır Öğretmenin. Tonguç Ankara'da haber bekler. Gölköy'ün kurulması bir düşüncenin uygulama başarısını temsil edecektir. Ama para niyetine zırnık yoktur. İyi de 200 çocuk hep çadırda kalamaz ki, önümüz kış. Ilgaz Dağları'nın rüzgarı da bir soğuk, bir soğuk… "Ulen" dedi Balkır aniden, "ulen, anlaşıldı, siz bu tuğlaları bana yaptırtacaksınız. El mi yaman bey mi yaman görelim."… Herkesin kafasında bir ilkbahar ki anlatmaya kalem yetmez.
"Doğruldu koca müdür
Alnı ıslaktı
Doğruldu uykusuz geceler, ırak tepeler
'Yorulmak yok çocuklar' dedi
Yankıdı küçük bir koru
Yankıdı Ilgaz: 'Yorulmak yok!'
'Kendimiz kurtaracağız kendimizi.' "
İki usta buldular önce. Çevrede uygun tuğla toprağı aradılar. 8 kilometre uzakta bir yerde bulundu tuğla toprağı (namussuz toprak, daha yakında olamaz mıydın sanki. Topraklar kızlı erkekli öğrenciler tarafından imeceyle getirildi kendi yaptıkları ocaklara. Ardından iki usta tuğla kalıplarını yaptılar. Odun kömür toplandı, "hibe ettirildi" ve Gölköy ilk tuğla fırınını ateşlemeye hazır hale getirildi. Ve bu işler sadece 66 günde yapıldı. (06 Nisan 1938 – 18 Haziran 1938)
Gölköy'de ilk tuğla fırını 18 Haziran 1938'de ateşlendi. Yani köy enstitülerinin ateşi ilk kez bu tarihte ısıtmaya başladı ülkedeki yüz yıllardır üşüyen köylünün elini ayağını… İlk kez köylü her şeyi yaptıktan sonra ürettiğinin farkına varıyordu. Okulunu yapmak için çalışan, emeğini esirgemeyen köylü çocuğu, şehirli öğretmeninin de bu bitmez inadına en yakından tanıklık ediyor; fırından görünen ateşin yalazında başarmanın dayanılmaz gururunu birlikte yaşıyordu. Köy enstitülerinin imecesi sadece tuğlayı pişirmiyor, cehaletle soğutulmuş köylünün yüreğini de ısıtıyordu şimdi.
"Ver elini Köy Enstitüsü
Sana geliyorum, okut beni
Büyümeye geldim kollarında
Uyut beni,
Büyüt beni,
Okut beni."
Fırından beklenen ilk amaç 130.000 tuğlaydı. Ateşlenen fırının başından saatlerce ayrılmadılar. Ne öğrencisi, ne ustalar ne de eğitim kadrosu… Sanki kutsal bir doğum gerçekleşiyormuş gibi saatlerce sabırla, sebatla, aşkla fırını seyrettiler. Sonra "tamam" dedi Balkır Öğretmen, "pişmiştir tuğlalar açalım." Ocağı açtıklarında nar gibi kızarmış tuğlaları görünce müdüründen öğretmenine, kursiyerinden meraklı köylüsüne kadar hepsi çocuklar gibi sevindiler. Önce kimse bir diğerine göstermeden ağladı gururundan. Sessizce… Sonra göstere göstere, ama ne gurur, ama ne ağlamak!… Ağlamak bir ses oldu, bir su, bir kuş… Yüz yıllardır uyutulmuş köylerdekinin göz pınarlarında, şarjördeki son mermi gibi saklanan bir damla gözyaşı bir anda bırakıldı karanlığın çirkin yüzüne. Bir aydınlandı ki ortalık, sormayın… Karanlığın kökü oynadı sanki. Sanki Gölköy'de tuğla fırınının kapağı açılmadı da, fırından pırıl pırıl bir güneş doğuverdi gecenin bir yarısı… "Gece bu fırınları bir görmelisin Tonguç baba. Karşınızda görkemli bir kor parçası gibi duruyorlar. Seyirleri o kadar zevkli ki!" diye yazarlar Gölköy'dekiler Ankara'ya. Sadece bir mektup değildir yazdıkları, ateşten gelen, ateş gibi bir inanç hikayesini yazarlar. Belki de tarih içinde hiç kimseler o gece ocağın içindeki kırmızı tuğlaları gördüklerindeki gibi çok sevmemiştir bir tuğla ocağını. Öyle ki, bir insan bir tuğlayı ancak Gölköy'dekiler kadar sevebilir.
"İşte sana boz urbalar ve postallar
Şu kazma, şu kürek, şu balyoz
Şu keser, şu testere, şu mala
Aydınlık günler için
Vurmak gerek demire, taşa toprağa"
Kastamonu'da geceler gündüz olurken, ağaçlar Gölköy inatçılarına destek her mevsim ilkbaharı giymişken üstlerine; Ankara'da "sırf yürek" İlköğretim Müdürü Tonguç Baba'nın kapısı çalınır bir iki gün sonra. Gelen postacı büyükçe ve epey ağır bir paket getirir. Paket Kastamonu'dan yollanmıştır. Tonguç heyecanla paketi açar. İçinden nar gibi kıpkırmızı dört adet tuğla çıkar. Dört adet tuğla… Yazı ya da mektup? Yok. Yalnız tuğlalar! Bir an ne yapacağını bilemez Tonguç. Gözlerine çiçekli gözyaşları hücum eder. Bir şeftali dalının rüzgarda salınması gibi titrer dudakları. Gözleri buğulanır. Boğazında bir yumru hisseder. Balkır "delisi" başarmıştır. Elinin tersiyle gözlerini silip tuğlaları eline alır. Hepsini tek tek, ayrı ayrı inceler. Bütün tuğlaları masasının üzerine yan yana dizer. Bir süre sadece seyreder tuğlaları, sonra parmağıyla bir fiske vurur tuğlaya. Kristale vurulmuş gibi tok bir ses verir tuğlalar. Sonra koklar tuğlaları ve tuğlalar konuşmaya başlar Tonguç'la.
"Ben mutlu bir yapıyım
Bir kat, üç kat, beş kat
Vurdular temelime ilk kazmayı
Yüzlerce Fatma, binlerce Ali ve bir o kadar Mehmet
Kurdular beni bu sıtma,
Bu trahom, bu verem yurduna diye
Bütün sinekler, bitler, keneler
Ve tekmil sülükler
17 Nisan sabahında çekip gittiler."
İnsanoğlu ne garip değil mi? Enstitü denilen o okullarda kitap okuma dersi vardı. Şimdi eskaza kitap okuyan çocuklara erdemli bir iş yapıyormuş gibi yaklaşılıyor (Oysa ki sıradan olan, olması gerekendir okumak.). O okulların uygulama sınıflarında (işliklerde) kendine yetmesi öğretilirdi çocuğa. Şimdi geçtik öğrenciyi, öğretmenlerimizin bile kaçta kaçının kendisine yettiğinden kuşkuluyuz. O okullarda "öyle olmazsa bir de böyle deneyelim. Bölge ve çevre olanaklarına göre eğitim" zihniyeti vardı. Şimdi ise ne olduğunu kimsenin açıklayamadığı, her yıl değişen bir sersemlik karmaşası içinde eğitim diye çırpınan öksüz kuzulara döndük. O okulların yapımında halktan yardım almak zorunluydu ve halk gerekirse sırtında taş taşıyarak cehalete karşı o güzel çocuklara desteğini aşkla veriyordu. Şimdi, yok bağış adı altında, yok harç adı altında, yok yakıt katkısı diyerek, yok fotokopi bilmem neyi, yok bilmem neyin bilmem neyi adı altında açıktan bir soyguna bile direnemiyoruz. Eğitimi bize satıyorlar… Şimdi hangi babayiğit bir ocak kuracak, orada tuğla yapacak, sonra Allah'ın unuttuğu bir dağın başına gidecek de, oraya bir yıl içinde 58, evet tastamam 58 tane eğitimle ilgili bina yapacak? Var mı böyle delikanlı bir tanıdığınız? Varsa söyleyin de elini ayağını öpelim.
Yazıyı bitirmeden şu 300.000 tuğla gerekirken, 130.000 tuğlayla bu işi nasıl başardılar diye soranlarınız olabilir diye bir kuru açıklama yapalım.
Gölköy'de toplam dört kez tuğla fırını yakılmış ve buralarda 279.000 tuğla üretilmiştir. Demek ki her seferinde 130.000 tuğla pişirme amacına ulaşamamış bizimkiler. Toplam dört kez ateşlenen fırından 279.000 tuğla üretildiğine göre her seferinde demek ki 70.000 civarında tuğla elde edilmiş. Piyasada tuğlanın 1000 tanesi 8 ya da 10 liradan satılırken, Balkır'ın fırınından çıkan tuğlaların 1000 tanesinin maliyeti sadece 130 kuruştur. Gölköy'ü kuranlar bu tuğla işini öyle güzel yapmışlardır ki; daha sonra kurulacak birçok köy enstitüsünün ihtiyacı olan tuğlaları Gölköy yapacaktır.
Tuğlaların pişirilmesinin ardından hızla inşaatlara girilir. "Sen ilk kazmayı vur, işin arkası gelir." diyen mektuplar, Gölköy'e doğru uçan her kuşun kanadından Balkır'ın masasına düşer. Tonguç neredeyse yazdığı bir mektubun içine kendisi de girip Gölköy mucizesini gözleriyle görmeye uçacaktır.
Balkır inşaat halindeki kursa 2 kilometre uzakta bir köy evinde kalmaktadır. Kurstan koşarak gelen bir haberci, bir gece yarısı onu aniden uyandırır. Elinde bir gemici feneriyle inşaatları gezen bir adamın olduğunu haber verir. Balkır biraz şaşkın ama "acaba" diye diye çabucak kurs alanına gelir. Elinde fenerle dolaşan adamla göz göze geldiklerinde gururlu iki adam hafifçe gülümseyerek ve birbirlerini sımsıkı kavrayarak kucaklaşırlar. Elinde fener olan adam İsmail Hakkı Tonguç'tur. Oracıkta, o saatte planlara yenileri eklenir ve Gölköy işliklerinin yeri gecenin o saatinde belirlenir. İşin hızlanması için yeni planlar yapar iki dost.
Ardından 12 Nisan 1938'de çevredeki kırk kadar köyün muhtarları, sonra enstitü olacak kurs meydanına çağırılır. Onlardan imece yoluyla yardım istenir. Taşı ve kumu köylüler sağlayacak; kereste, çimento, kireç ve demir içinse vali yardımcı olacaktır. Olurlar da…
İki hafta içinde okul binası, işlikler, yerden pırtlayan mantarlar gibi yükselmeye başladılar. Hemen dört öğretmenin aileleriyle kalabilecekleri iki bina, 120 kişilik bir yatakhane, dört derslik ve iki yönetici odası bitirildi bile. Yıkılmakta olan köşkün duvarları ve çatısı onarılarak kullanılır hale getirildi.
"Derslikleri bitiremedik daha,
Karaağaç gölgesinde okuyup yazmaktayız.
Arılar, kelebekler, gelin böcekleri
Denetmenlik yapıyor dersimize.
Vızır vızır uçuyorlar
Konup kalkarak her yerimize."
Gölköy Köy Öğretmen Okulu, 1940 Haziranına kadar varlığını sürdürdü. 1 Haziran 1940 tarihinden itibaren, 3803 sayılı ve 17 Nisan 1940 tarihli Köy Enstitüleri Yasası'na göre adı Gölköy Köy Enstitüsü olarak değiştirildi. Enstitüde üç yıl içinde; 195 ranza, 65 yemek masası, 460 tabure, 80 bank, 280 sandalye, 140 öğrenci masası, 25 dolap, 10 yazıhane ve 7 kütüphane
üretilmiş; bundan başka tüm eğitimcilerin ve öğrencilerin iş ve harici elbiseleriyle, yatak takımları enstitülü kızlar tarafından dikilmiştir.
Enstitüsünü tanıtan uzun yazısının sonunda diyordu ki Müdür Ali Doğan Torman: "…öğretmenler köy davasına inanmış olduklarından, öğrencileri de buna inandırmışlar ve bu suretle zorlukları yenmişlerdir."
Uzun lafın kısası Gölköy gibi bir Ladik, bir Akçapınar, bir Erciş'i ve diğerlerini kurarken acı çeken o gerçek eğitim savaşçılarını saygıyla anıyor; Köy Enstitüleri'nin ışığının hiç sönmemesi için bu yazılardan daha defalarca yazacağımı biliyorum. Bir kişi bir kişidir, unutturulmaya çalışılan enstitüleri unutturmayan her bir kişi, bizdendir.
Vatan hainleri bayrağın ardında memlekete hizmete gidiyor...
"Biz,
Topyekün ağaçlar, insanlar, binalar
Çoraktan yeşile doğru açıldı bütün kapılar
Biz efeler, dadaşlar, çalışkan çocuklar
Kurban olduk yolunuza, UYANIN !"
Hayrettin Filiz
07.11.2007