Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Ağustos '09

 
Kategori
Eğitim
 

"Lügat" sözcüğü seni seviyorum demektir.

Tevfik Fikret ve Neyzen Tevfik Meyhanedir. "Lûgat" sözcüğü, seni seviyorum demektir.

Her şey düzelir. Ancak en zor düzelebilir işlerden bir tanesi ve de ilki, eğitim öğretim meselesidir. Ne yazıktır ki; cumhuriyet tarihimiz, eğitim öğretim mevzuunda asla başarılı olamamıştır. Bu muvaffakiyetsizliğinin iki önemli sebebi vardır. Birincisin: Yazının değişmesi ile halkın kültüründen kopacağı, mutlak bilindiği halde, kütüphaneler dolusu eserler, süratle yeni yazıya çevrilmeye başlanmamış, maalesef halâ da çevrilmemiş olmasıdır. İkincisi de: Birçok kelime öz Türkçe olsun hevesi ile Türk dili için, sonunda Atatürk’ün bile itiraz ettiği, gayet yanlış bir neticeye ulaşılmış olmasıdır... Atatürk’ün ölümünden sonra, “o her zamanki” gizli akıl, gizli el, gizli program, hem Türkçe konusunu, hem de genel eğitim ve öğretim konusunu, gayet abes ve giderek daha da abesleşen minvâl üzerinde sürdürmüş ve maalesef bu günlere kadar gelinmiştir. Hatırlatalım ki; Bir milletin dilini bozmak, istikbâllini yok etmenin ilk ve en geçerli yoludur.

Şu an geldiğimiz rezil durum, gayet açık ve seçik olarak ortada durmaktadır. Bu duruma göre: Lise üniversiteye talebe veremez, üniversite de liseye hoca veremez bir haldedir. Ve son Üç nesil birbirleri ile anlaşamaz, hatta sürekli kavga eder bir hâldedir. Bu halleri ile millet fertlerinin tümü, aklın ve havsalanın alamayacağı bir durum arz etmektedir. Yanımızda çalışan üniversite mezunu bir gence, Tevfik Fikret’i sordum. “-Meyhane” diye cevap aldım. Nayzen Tevfik’i sordum. Bana Onun da meyhane olduğunu söyledi. Bu meyhanelerin adreslerini de verdi. Kızın birine “-Lûgat nedir?” dedik. Biraz düşündükten sonra, önce “-Çok güzel bir kelimedir.” dedi. Biz üsteleyince “- Seni seviyorum demektir.” dedi. Sen benim aklımı muhafaza buyur ey Allah’ım!. Bu ne aşk, bu ne sevgi, bu ne ıstırap?. Zavallı kalbim ne kadar harap!.. Bazı yarışma programlarında da, herkesin ne denli tın tın olduğunu acıyla görüyoruz. Nüfusun neredeyse %99.9 civarı YüzElli kelime ile konuşuyor, en yakın tarihindeki Ecevit’i, Demirel’i bile tanımayanlar var. Üniversite profesörleri dahî, “dahî” kelimesini “dahî” olarak telâffuz ediyor. Herkes, tüm spikerler ve hatta çok ciddi adamlar bile “akıl adamlar” sözünü, et yiyen adamlar manasında ve tabii tamamen yanlış olarak “akîl adamlar” şeklinde telâffuz ediyor. Şaka gibi değil.. Kâbus gibi!.. Bu cemiyet nereye gidiyor?..

İş bu hâle gelince, esasen yazı yazmak dahî boşunadır. Çünkü millet tamamen intihar etmiş olduğundan, yazıyı kaç kişi okuyacak ve gereğini kimler yapacaktır?.. Buradan, bugünden başlandığında: Sadece ciddi bir Türkçe için, Elli sene uğraşmak, kültürün baştan kazanımı içinse, İkiYüz sene kadar daha debelenmek gerekmektedir. Bugünün teknomongol beyinlisine, YirmiBir yaşında Cihan sultanı olmuş Fatih’i, Ayasofya camiinin ilk Cuma namazı için, Ak Şemseddin Hz. tarafından kıbleye nasıl döndürüldüğünü, Lâle devrini, Sadabad’ı, mumlu kaplumbağaları, o şiirleri, şarkıları, aşkları, meşkleri, şeriatı, tarikatı, hakîkati, marifeti, Atatürk’ün ne şartlarla, bu günleri yaratmak için neler yaptığını, lâîk olmakla nelere lâyık olunduğunu, anlatmak mümkün mü? Bugün YirmiBir yaşındakilerin tümü neredeyse ana kuzusu. Komşudan limon istemekten aciz. Onlara bir şey anlatabilmek için, önce ciddi bir beyin sünneti gerekmektedir. Hatta sünnet öncesi o beyine, bir düzine kadar da, gusül aptesti aldırmak da yarar olacaktır. Sonra iki galon da rakı içirtmek yerinde olabilir. Ondan sonra dahî, bu teknomongolların, o kültürün bir nebzesini anlaması bile, tamamen mucize sayılacaktır... Yalan değil gerçek. Çünkü bu kardeşlerin kendisi ile dahî bir ilgisi yok ki; yukarıda saydıklarıma bir ilgi nereden ve nasıl duysun?

Kopmak, dilinden, dininden, harsından, hissinden, gelenek ve göreneklerinden, san’atından, tarihinden, kültüründen, şahsiyetlerinden ve şahsiyetinden, milliyetinden, kimliğinden, kendinden kopmak, kopartılmış olmak, çok kötü, çok amansız, çok zelil bir durumdur. Ahmet Haşim’i tanımayıp da; Bay Bill Geyts’e adeta tapınmak, zilletten de öte çok beter bir hâl olsa gerektir! Ben son Seksen yıldır bu manzarayı kuvveden fiile çıkartarak sergileyen şahısları, aslında suçlu bulmuyorum. Esas suç bu muhteşem kazığı, bu kişilere dolayısı ile de millete atmış olanlarındır. Ezcümle esas suç, maarifin her kademesini, kasten perişân edenlerindir. Türkçe’yi Türkçe’leştirmek adına rezil edenlerindir. Türkiye’yi darbelerle erteleyenlerindir. Halkı kendi gayr-ı meşru haklılığı için, haksız yere körkütük cahil bırakmak ve sonra da “-Bu halk bir şeyden anlamaz...” düsturunu benimseyip, o halka sürekli efendilik etmek isteyenlerindir.

Bu teknomongol neslin, Bey Bilâderi(1) olan Bill Geyts, yanılmıyorsam Windows98 programını açıklarken, salondaki davetliler, programın içinde global: 56.000 bug olduğunu kendisine söyleyince, buna kızan ve itiraz eden Bay Bill, konunun bu kadar abartılmaması gerektiğini, Windows98 programında sadece: 45.000 kadar bug bulunduğunu söylemiştir. Bay Bill’in bu söylemi Sizce makul, meşru, haklı, doğru, bir söylem veya dürüst bir açıklama ya da mazeret olabilir mi?.. Tabii olamaz. Ancak, bu olaydan algılamamız gereken ana fikir. aynen ve tabii şudur. Bir tarafta cebinde kuruş olmayan, teknoloji budalası bilumum teknomongol gençlik. Diğer tarafta da bu teknolojiye hükmeden, Dünya’nın en zengin adamı, Bill Bey Bilâderleri. Bu ahlâk dışı rezil açıklama ya da mazeretin, bu teknomongol beyinler tarafından, tek algılanış ve yorumlanış tarzı ise şöyledir. “Bey Bilâder Bill 45.000 buga rağmen, malı götürüyor. Köşe üstüne köşe dönüyor. Bizim de bu etimiz bu kemiğimiz ile bu teknolojiyi kullanırken, yapacağımız hatalar, hatta söyleyeceğimiz yalanlar bile doğaldır, meşrudur. Yola devam edelim. Kimden ne vuracak olursak, yanımıza kâr bilelim...” İyi de ne Fatih’in, ne de Atatürk’ün ne de Çanakkale’de vurulup şehit düşenlerin, savaşmamak için akla hayâle gelmeyecek kadar çok ve ciddi mazeretleri olmasına rağmen, hangisinin ağzından tek bir bahane ya da tek bir mazeret duyuldu? Ama Siz Onları geçiniz. Bill Bey Bilâderimiz Dünya’nın ortasını bir kere aptes bozdu ya, bu apdest tüm teknomongollar için yeterlidir. Ve hatta Onlar bununla da yetinmeyip, virüsler üretip, tüm Dünya bilgisayarlarını da perişân etmelidir. Ve bu yaptıkları Onlar için erdem olarak bilinmekte, görülmektedir. Çünkü ahlâk, para gibi el ve de düştüğü ele göre kıstas değiştirmiştir.

Ancak, meselenin vahim tarafı: Bu kafalar, yarınki Türkiye’nin sıkletini tartabilecek gücün, çeyrek takatinde bile değildir. Bu kafalar aslında hiçbir şey de değildir. Bu kafalar Amerikan ekonomisini duvara toslatan ve tuz buz eden, avanta kafalar cinsindendir. Lâvanta kolonyası da bu kafalara para etmez. Limon kolonyası jöle, briyantin de bir işe yaramaz. Zîra bu kafalar kafalama ya da kafaya alma prensibi üzerinde/üzerine/üzerinden gelişmiş kafalardır. Keza bu kafalar doğuştan akordu bozuk yokyoz kafalardır. Bunlar yüzünden, bu krize benzer bir iç felâket, bir daha başımıza gelebilir. Zîra bu kafaların rol modeli Bill Bey Bilâderleridir. Bizim firmamız da dahil olmak üzere; tüm Türkiye’deki bütün iş adamları, hiçbir teknolojiyi hakkıyla kullanamayan, her işi yüzüne gözüne bulaştıran, bu teknomongol beyinler yüzünden, çok ciddi kayıplara uğramıştır. ve bu kayıplar devam de etmektedir. Türkiye’nin en büyük üniversitesinden, değişik zamanlarda bünyemize aldığımız, sonra da işten çıkartmaya mecbur kaldığımız Onİki kişi, konularında Sıfır değerinde tahsil görmüş haldeydi. Bu arada İngilizce tahsil görmüş olduklarından, Türkçe olarak söylenilen çoğu meseleyi anlamıyorlardı. İngilizce söylenenleri de, belli kalıplar dışında söylendiğinde kavrayamıyorlardı. Ve bünyemize girerken, performansları konusunda, bizlere ciddi yalanlar söylemişlerdi. Son Yirmi senede, bize çalışmak için müracaat edenlerden, sadece %2’si önceden söyledikleri değerleri taşıyordu. Diğer %98’i ifade ettikleri değerlerin %33 civarını bile tutturamıyorlardı. Bir üniversitedeki video montaj hocası, talebesi olan benim asistanımdan, dijital montajı öğrenmeye çalışıyordu. Hoca ne ki? Talebe ne olsun? Personelimiz olan bu kişilerin, birkaç yılda bize zararı en asgarî rakamla, BeşYüzBin Dolar civarı olmuştur. Siz bu noktada Türkiye’nin zararını hiç düşünmeyin. Zîra o rakamı aklınız bile almaz. Bu vahim durum, aileden başlayan, tüm okul ve sınıfları geçen, üniversiteyi de aşan nasıl bir zincirdir? Ve bu zincirin her halkası, nasıl bu denli çürük ve bu denli zayıf olabilir?

Hadi bizim işimiz sanat tabanlı.. Biz insanın canını almayız. Yanlış yaptığımız işlerle, sadece cemiyeti çaktırmadan perişân ederiz. Kanını emer, cesedini gömmeden kaldırıp bir kenara atarız. Sadece o kadar!.. Sonrasını cemiyet düşünsün. Bunu da iki şekilde yaparız. Birinci türü taammüden yapılanıdır. İkinci türü ise, iş bilmezlikten dolayı dangalakça yapılanıdır. İkinci türüne neredeyse her gün, her konuda, her kanalda her radyoda rastlamak mümkündür. Herkesin, her gün adam keser biçer döver söver olmasının esas sebebi, acaba Sizce nedir?!. Bizce, bilinçsiz bir şekilde TV ekranından intişar eden, programlar ve dizilerdir. Tıp, hukuk, uzay ve atom teknolojisi, seracılık, hayvancılık, nano teknoloji falan filân derken, bu tür diplomalı ama ehliyetsiz insanlarla, her işin ciddiyet ve mesuliyet alanı, sıkıntı verici ve kontrol dışı boyutlara ulaşmış olmuyor mu, Sizce? Bir ameliyat olacaktım. Hoca asistanına yolladı. Asistan bana yapılacak olan tıbbî işlemlerin listesini sayarken, “-Kalp röntgeni de çekilecek.” dedi. Ben cümlenin tekrar doğrulanmasını istedim. Tekraren bana “-Kalp röntgeni de çekilecek.” dedi. O doktor doğmamıştı, annem benim kucağımda kalpten öldüğü zaman. Kalp röntgeni!.. Bu iş nasıl olacaktı? Hareket eden bir uzvun röntgeni çekilemez ki... Halâ ameliyat olamadım. Ve acaba olmasam mı diye düşünmeye devam ediyorum?!. Çünkü adamın kalp röntgenimi çekme ısrarı sürecekse; beni birinin öldürmesinin gerekeceği de kesindir. Ne yapsam? Bu röntgeni çektirsem mi? Ne dersiniz?..

Düşünmeye devam ettiğim talihsiz bir zümre daha var. Zekî çocuklar, dahî çocuklar, kâşif çocuklar, alim çocuklar. Onlar bu toplumda yapabileceklerinin çoğunu yapamazlar. Hem o kadar yapamazlar ki; bizzat hocaları tarafından engellenerek, cezalandırılarak, hatta okuldan uzaklaştırılarak ya da okuldan kovularak perişân edilirler. Yale Üniversitesi bana Amerika’da kullanılmak üzere, ilk okuldan bilitibar burs vermişti. O nadir şansı annemin rahatsızlığı sebebi ile kullanamadım.. Ancak ilk okuldan bilitibar, neredeyse hiçbir Türk hocamla da anlaşamadım. Sonradan benim bazı özel kitaplarımı, (2) baş ucu kitabı yapan, öpmek(3) için ellerime sarılan hocalarım da, anlaşamadığım O hocalardan başkaları değildi. Oysa, temelde ben hep bendim. Ve benim temelimde hiçbir şey değişmemişti. O zaman asıl önemli olan, hocalardı demek ki. Oldum olası hocalık müessesesini, baştan sona gözden geçirmek, elzemdir diye düşünmüşümdür. Ecnebî hocalar ile Türk hocalar arasında, talebeye yaklaşım açısından, dağlar kadar fark olduğunu da sürekli gördüm, halâ da görüyorum. Tabii bizim bakanlıkla, ecnebi bakanlıkların hocalara yaklaşımları arasında da, devasa farklar var. Ancak bütün bunlar, hiç düzelemez, değişemez değil. İstenirse yarın düzenlenmeye ve düzeltilmeye başlanabilir. Sayın ve zarif bakanımızdan, bu işlere bir çözüm bulacağı konusunda da, beklenti içindeyim. Aksi halde, perişân olacak kaçıncı nesildir bu gelen nesil, artık sayamıyor?!.

Evet ne yapacaksak hemen yapalım. Zîra yozlaşan ya da tozlaşan kültürümüz sayesinde, leblebi kıvamına gelmemize az kalmıştır. Ve cemiyetler leblebi kıvamına gelince, Onların kendi kültürlerine göre, boza üstü mü? Rakı yanı mı olduklarına başka milletler karar verir. Yozlaşan kültürümüze en ağır bir biçimde misâl teşkil etmesi babında: Herhalde bakanlık destekli, Konya Büyük Şehir Belediyesi ödemeli, geçen yıl organize edilen, Hz.Mevlâna’nın 800.Yıl doğum günün kutlamalarını(4), görgüsüz düğünlerinde olduğu gibi, fişekler atarak, lâzer gösterileri yaparak, projektörleri havaya tutarak gerçekleştirmiştik. Ölüm gecesini “Düğün gecesi” diye kabul eden, O muhteşem ve müzeyyen Hakk aşıkı, Hz. Mevlâna’yı hiç anlayamadığımız, çok açıkça belliydi o şamatadan. Öyle bir tenevvür ve kemalât sahibi, ölüm gününe kıyasen doğduğu günü, Sizce nasıl şuurlandırıp adlandırır acaba? Mevlevî’lik bir yana, iyi kötü sofî felsefesini bilen, Dünya’daki herkes, o gece acı ile güldü biz gafillere. Aynı süreçte güya bir fikir adamımız da, Hz.Mevlâna’yı ekranlardaki bir konuşmasında, devrimci provokatör(5) ilân etti. Sen benim aklımı gerçekten muhafaza buyur Allah’ım!. Bu ne akıl, bu ne bilgi, bu ne ıstırap?. Zavallı kalbim gerçekten çok harap!.. Şu eğitim, öğretim ve kültür konusunda elimizi sıkı tutmazsak; Hz.Yunus’un, Hacı Bektaş-ı Velî, Abdülkadir Geylâni, Hacı Bayram-ı Velî Hazretlerinin, hatta Hoca Nasreddin ve Karagöz ile Hacivat’ın dahî başına gelecekleri, düşünmek bile istemiyorum...

Haydar Volkan

Çiftehavızlar: 20.08.2009

(1) Erkek kardeş anlamında. Sözün doğrusu Birader. Ancak eski cahiller de “Bilâder “ olarak telâffuz ederlerdi. Ona atfen ve

kasten.

(2) Ben utancımdan 40 senedir hiçbir yayın evine gidemediğimden, dijital olarak bazı kitaplarımı bastırıp dağıtıyorum. Ben

kendim için kimseden bir şey isteyemem.

(3) İlk def’a ElliBeş yaşında bir hocam elimi öpmek istediği zaman ben Otuz yaşındaydım. Benim ne haddime elimi hocama

öptürmek?!.

(4) Doğum, ruhun ten kafesi ile hapse girmesidir. Bunu fişek atarak hangi kültür, hangi akıl kutlar?

(5) Devrimci provokatörün ne olduğunu ben bilmiyorum. Hz.Mevlâna için bu tür bir yakıştırmayı da, ancak bizim milletten, çıfıt

kültürden başka, birinin yapması da imkânsız. Gerçekten bu tespit elim bir tespittir.
 
Toplam blog
: 148
: 492
Kayıt tarihi
: 04.02.09
 
 

Haydar Volkan: 21.05.944 Rebabi bestekar Sabahaddin Volkan ve Piyanist Mukadder Volkanın oğlu olar..