Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Ağustos '14

 
Kategori
Söyleşi
 

800 yıl önce veya bugün sorun hep aynıydı 'Durursak düşeriz' Haydi Sema edelim, Gökçedere'ye gidelim

800 yıl önce veya bugün sorun hep aynıydı 'Durursak düşeriz' Haydi Sema edelim, Gökçedere'ye gidelim
 

Bu aralar Yalova Gökçedere’de bir buluşma var; 99 gün 99 gece hiç durmaksızın devam eden müzik eşliğinde Sema yapmak üzere insanlar, dünyanın pek çok yerinden buraya geliyor. Daha önce 7 gün 7 gece, 66 gün 66 gece, 3 defa 40 gün 40 gece, birçok kez de 3 gün 3 gece yinelenen Sema ritüelleri müzik dolu, hikmet dolu...

800 yıl önce Mevlana Celaleddin Rumi’nin bizatihi uyguladığı kesintisiz ve sürekli Sema yapma geleneğini bu mekânda bu zamana taşıyan Sn. Rahmi Oruç Güvenç, Türk Musikisini Araştırma ve Tanıtma grubu(TÜMATA)* ile Mevlana’nın çağrısını sürdürmeye devam ediyor; ‘Kim olursan ol gel…’

‘Müziktir benim müzik nazarım/Müzik ile gönüllere bakarım/Müzik ile ben aslımı sorarım

Oruç dendi bana oruç tutarım.’

Repertuarda bu sözleri okuduğumda, Oruç hocanın rebap çalarken, ney üflerken, ud icra ederken, kemana dokunurken onu dinleyenlerde bıraktığı etkiyi düşündüm. İnsanın benliğini temizlemesi söz konusu olduğunda oruç tutmanın en tepede oturduğunu işittim güzel sözleri arasından. İnsanı kendi varlığında çağırdığı yerde durdum. Müziğin, yaşamında ne denli önemi olduğunu meraklılarına rebap eğitimi verirken gördüm. Dombra ile Baksı dansı öğrenirken ‘bir atın gözlerinde sonsuza kadar rahmet vardır’ deyişi içimde bir yere dokundu. Gözlerimi kapattım, bir atın gözlerine baktım, yelelerine dokundum, rüzgârla üstünde koştum.

Oruç hoca, 12 yaşında müziğe bir kemanla başlıyor. Ve o gün bugündür devamedegelen çeşitli enstrümanları çalma uğraşı, birçok seyahatten ve araştırmadan sonra müzik terapi çalışmalarına yani bilinçli müzik icra etme durumuna dönüşüyor. Bu manada yaptığı hizmetler söz konusu olduğunda doğrusu kendisini ve Tümata ekibini tanımak, kültürlerarası bilgi ve deneyimi taşıma ve paylaşma sorumluluğunu aktarma biçimine tanık olmak insanı, kültürü, geleneği zenginleştiriyor. Yolunuz devam etmekte olan Sema çağrısına düşerse eğer Mutlu Baba dergâhı orada, Mutlu sokakta… Buyurun sohbete, meşk etmeye, Sema’ya…

Biz burada bu faaliyet ile 800 yıllık üstü örtülmüş uluslar arası bir kültür değerini tekrar ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Bunun uluslararası anlamda tanıtılmasının cevaplarını alıyoruz dünyadan. Avustralya’dan, Yeni Zelanda’dan, Kanada’ya kadar buraya yüzlerce insan geliyor. Her birinin bayrakları burada asılıdır. Arada gözümüzden kaçan da olmuştur tabii. Bugüne kadar 68 ülke saydık. Arkadaşlarını, işini, yaptıkları şeyleri bırakıp geliyorlar. Ne getiriyor onları buraya? Bu insanların hepsi böyle bir şeye ihtiyaç duyuyor. Din ile kısıtlı, yetersiz açıklamalardan tatmin olmayan insanlar daha derin, daha geniş seviyede bilgiler arıyorlar. Burası bir model. İnsanlık aleminin yüksek değerleri, Hz. Mevlana’nın düşünce sistemi ve eski dergah düşüncesinin prensiplerini taşımaya özen gösteren bir faaliyet mekanı ile tüm bunlar birleşiyor. Bunlar birleştiği zaman modern yaşayışın getirdiği, insanın fark edemediği bazı klasikleşmiş, şekilleşmiş davranışların birdenbire ötesine geçiveriyor insan. Ve bu davranışların ötesine geçtiği zaman kendi hürriyetine yaklaşmaya başlıyor. Ve düşünüyor ki bunlar yüz sene önce yaşanmış.

Sema’nın tarihsel yolculuğunda biraz gezinirsek eğer nerelere gideriz?

Birçok tasavvuf erbabının da Sema ile meşgul olduğunu duyuyoruz. Sema, birçok anlama geliyor. Bir tanesi gökyüzü, bir tanesi dönüş hareketi diğeri de işitme ile alakalı kurulan meclisler. Bu meclislerde şiir okunuyor, şarkı okunuyor, ilahiler söyleniyor, zikir yapılıyor, sohbetler oluyor. Sema meclisi deniyor bunlara genel olarak. Mevlana’ya kadar olan semalarla ilgili çok derin bilgi yok. Yalnız dönüş hareketi olduğu kesin. Ve bu dönüş hareketini yönlendiren şiirler, ilahiler, zikirler ve musiki olduğu ortada. Çünkü musiki olduğuna ilişkin bazı bilgiler var. Mesela Abdülkadir Geylani’nin yazdığı bir eser var; Sırru’l Esrar. Onun vecd ve iştirak bölümünde bir hadis rivayeti var. Şöyle der; ‘Sema ve orada okunan şiirlerden, bahar ve onun çiçeklerinden, ud ve onun titreyen sesinden kim zevk almıyorsa mizacı bozuktur.’ Bu pek gündeme gelmeyen bir hadistir ama bizce sahihtir.

Bunun gibi Mevlana’ya kadar olan zamanda gerek Horasan velilerince gerek Arap ülkelerinde, gerekse Anadolu da kullanılmıştır. Hz. Mevlana o zeminde bu evveliyatı kullanarak onu genişletmiştir. Hz Mevlana’nın daveti de evrenseldir; ‘kim olursan ol gel’ dediği zaman herkese seslenir. Aslında bu söz Baba Efdâl-ı Kâşi’ye ait. Hz. Mevlana oradan almış. Bir kere ne diyor; yüz kere tövbe etmiş olsan da gel, yüz kere tövbeni bozmuş olsan da gel. ‘Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir. Kırk bin kere tövbeden dönmüş olsan da gel.’

Dönüşte bir hikmet var değil mi Sema’nın işaret ettiği evrensel bir hikmet?

Diğer kültürlere baktığımızda sema denilen dönüşün bir ritüel, bir ayin olarak ve bir coşku işareti olarak her zaman kullanıldığını görüyoruz. Bizim bir anımız da var buna yönelik. Belki on beş seneye yakın Münih’te her sene Ethnomedicine sempozyumu yapılır. Gittiğimiz senelerden birinde Kuzey Amerika, Montana’dan gelmiş bir şaman Kızılderili ile tanıştık. Adına ‘büyükbaba’ diyorlar. Büyükbaba ile çok güzel sohbetler yaptık. Bize çok önemli bir şey de anlattı. ‘’Hassas bir zamanımdı, dağa çıktım’’ dedi. ‘’Elimde de bir ritm aleti var. Bir ağaç altında durup dönmeye başladım. Dönüşüm bittiğinde şehre indim. İndiğimde insanların beni aradığını öğrendim. Bana üç gündür nerede olduğumu sordular. Hâlbuki ben başlamış ve bitirmiştim.’’

Meğer üç gün üç gece hiç durmadan dönmüş. Burada bir ritüel, bir coşku, bir meditasyon olarak Sema’nın önemi görünüyor. Dönüşte bir ekstaz hali oluştuğu ortada ve bu tabiata uygun bir davranış. Mesela çocuklara bakın. Çocuklar küçük yaşta dönerek oynarlar. Dakikalarsa neşe, huzur ve zevk alarak dönerler. Atomlar, moleküller, protonlar, nötronlar hepsi dönerek var olurlar.

Almanya’dan bir ekip gelecekti. Belgesel çekeceklerdi. Belgeselin adı ne olsun diye konuşurken dedim ki ‘durursak düşeriz’. Ancak yeterli finansman sağlanamadığı için çekilemedi. Belki başka bir zamana… Hakikaten kâinatın ayakta durmasının olmazsa olmazlarındandır dönüş ve hareket. Dönüşte bir enerji, bir hikmet olduğu, tabiatın özündeki duygu ve oluşumların dönüşle alakalı olduğu kesin.

Kapıdan içeri girenler bir yazı ile karşılaşıyorlar. ‘Sessiz ol ki meleklerin sesini duyabilelim’. ‘Edep Ya hu’ diğer bir başka yazı. İnsanı kendine çağırıyor.

Saygı, kabul ve anlayış ile fikirlere, dış görünüşlere, inançlara takılmadan insanların bir arada durabilmeleri için birbirleriyle değil kendileriyle ilgilenmeleri gerekir, malum. Esas mesele de bu; bakışı içe çevirmek! Tüm doğrular bu yönü işaret eder. İnsan edep giyinmelidir eninde sonunda. Ölçü budur. Yol oraya gider. ‘Özüm darda yüzüm yerde durmuşum’ derken Hüseyni Bektaşi nefesi yürek yangınını, nedenini bilmediğimiz iç sıkıntımızı ne de güzel anlatmış.Burası bir dergâh. Burada nasıl bir ölçüden söz edilmekte?  Dergâh edebi ve adabı nasıl olmalı?

Şöyle denir. Bir dergâha vardığın zaman ceketini dışarıda bırakırsın. Neden? Bildiğini zannettiğin her şeyi orda bırakmak durumundasın. İzlemek ve yeni şeyler öğrenmek için bu gereklidir. Çünkü ancak o zaman yeni bir şey alma şansın olur. Yoksa bildiklerinle gidersen hiçbir şey alamazsın. Orada gerçekten irşat makamında kişiler varsa bunlar silsileden gelmektedir. Dolayısıyla uygulanan metotlar vardır. Bilgiyi paylaşma sorumluluğu onlara verilmiştir. Bu gelenekten gelen bilgidir. Bu bilgiyle tanışmak o elbiseyi dışarıda bırakmakla mümkündür.

İkincisi edep ve davranıştaki rafine ve uygun olan şekiller yine yüzlerce yıldan beri denenmiş şekillerdir. Mesela alçak sesle konuşmak çok önemlidir. Selam verebilmek önemlidir. Dergâhta bulunan herkesle ilişki içindeyken bir yarış içinde değil, öğrenme ve örnek alma tarzında yaklaşılır. Sizden daha iyi bir şey yapan birini kıskanma değil örnek almanız gerekir! Burada sadakatle samimiyet çok önemlidir.

Girişte bazı şeyler hoş görülür. Ama sonradan insan kendine sorar; ne yapmalıyım, nasıl davranmalıyım? O iradenin ondan gelmesi lazım.  O ölçü, o ayar buradaki bilgi ve uygulama ışığında insanlara veriliyor zaten.

Haliyle dergâhta hizmetler de vardır. Bir hizmeti bitiren bir başkasına talip olur. Veya ona bu hizmet verilir. Hizmette insan, kalıcı değildir. Bir sirkülasyon vardır. Hizmetlerin gelişmesi ile olgunluk arasında bir ilişki de vardır. İrşat etme olgunluğunda olan kişi ve kişiler onlardan gafil değildir. Kimin ne şekilde olgunlaştığı, istidatının ne yönde olduğu, kimin nerede takılı kaldığı ve onun oradan geçme şansının nasıl olacağını bilir. En azından buna yönelik tecrübeleri vardır. Ve elde edilen hava ve oluşumdan herkes nasiplenir. Burada bir kolektif yaşayış var. Bu kolektif yaşayışın en temelinde nefsi olgunlaştırmak esası yatar. Bunu yaparken geleneğe saygı ile beraber geleneğin rafine bilgi ve tecrübelerinden sıdk ile salih ile ve samimi bir şekilde çalışarak ve gayret göstererek istifade etmek esası vardır. İnsan kendini diri tutarak bu akışa katılmalıdır.

‘’Hak’kı bilen halkı sever/Dervişanlar sema eder/Gökyüzünde ay, gün döner

Ya ben nasıl dönmeyeyim’’ diyor Mehmet Rasim Mutlu. Mutlu Baba dergâhından bahsedersek eğer, karşılaşmanızdan…

Yıllar önce tanıştığımız zaman Mutlu baba’nın şahsında birçok şeyin bir arada olduğunu gördük. Saz çalıyor, şair, mutasavvıf, köklü bir aileden geliyor. Bunların yanı sıra ayakkabı ile meşgul. Rahmetli üstadım Turgut babanın bir sözü vardı. ‘’Ayakkabıcılara dikkat et, ayakkabıcılar basit insanlar değildir’’ derdi. Ne hikmetse o zamandan aklımda kalmış. Ayak bütün vücudu taşıyor, ayakkabı da ayağı taşıyor. Ayakkabı toprakla bağlantımızın hududu. Ayakkabı giymez isek ayağımız ayakkabı yerine geçiyor. Ayakkabı yine var. Ayak derisi var. Dolayısıyla bir limit ve hudut olarak bizi madde ve mana alemi ile birleştiren bir önemde.

Ayakkabı ölçüsünü düşünürsek eğer herkesin ayakkabı ölçüsü farklıdır. Ayakkabıcı da bunu bilir, ona göre yapar. Sembolik bir anlamı var sanki!

Zaten ölçüye girdiğimiz andan itibaren ölçülü davranış, ölçülü duygu, ölçülü konuşma, ölçülü nazar, ölçülü tefekkür gelir ardından. Fazlası değil ortası; denge… Mesela biz burada 99 gün 99 gece Sema yaptığımızda fazla mı yapıyoruz. Hayır. Fazla değil, neden fazla değil. Çünkü Mevlana hazretleri bu yolu açmış. 3 gün demiş, 7 gün demiş, 16 gün demiş, 40 gün demiş, ömrü vefa etmemiş. Belki 99 günü o yapacaktı, kim bilir! 

Derken, zamanla ayakkabıcılarla tanıştık. İlginç bir olaydır. Musa bey gibi gönül dostu insanlarla o yola intisab etmişler ve zaman içinde bir dernek kurmuşlar; Tasavvuf fikirleri derneği. Bu derneğin bünyesinde ‘doğuş’ adını verdikleri zuhur eden şiirler okumuşlar. O doğuşlardaki manaya baktığımızda geri planda tasavvufun olduğunu görüyoruz. Ön planda da kendiliğinden gelen bilgiler. İlginç… Tanıştıktan sonra yıllar geçti. Bizim yapmayı düşündüğümüz şeyler için bu mekân hakikaten çok elverişli idi. Ve bize de bir cesaret ve motivasyon geldi. Bizim bir ölçü olarak yapmayı düşünüp gerçekleştirmek istediğimiz işlerin belirli bir miktarı var. Mesela Zürih’de 60-70 kişi sema edebiliyor. Orada o imkân var. Almanya’da keza aynı. Fakat Türkiye’de böyle kapasiteli bir yer olmadığı için de bizimde cesaretimiz yok böyle bir organizasyon yapmaya.  Burada bu imkân olunca sonrasında pek çok şey gerçekleşti.

Haller. İnsanlar hallerden hallere geçerler. Bir hal birden ortan kaldırılamaz, zamanı gelince bir başka hale geçer. Paylaşım önemli. Muhabbette öfke yok. Öfkenin olduğu yerde de muhabbet yok. Öfkenin halledilmesi, dönüştürülmesi gerekir. Malum. Bunun dergâh adabında yolu nedir?

Mevlevi kültüründe hizmetler var. O hizmetlerin sonuna gelindiğinde çok özel bir hizmet daha vardır. O hizmete geldiği zaman kişi onu anons ederlermiş. Filanca kişi şu hizmete geldi diye. Şimdi bu hizmet ‘içine hizmet’. Nasıl bir hizmet? Mesela dergâha şeker lazım. Derviş gidiyor şeker almaya. Getiriyor şekeri. Bu olmamış diyor pir. Gidiyor geliyor olmamış sözü ile karşılaşıyor. Gurur yapmaması, öf dememesi gerek. Öf demiyor, gurur yapmıyor. Hayır demeyecek o safhaya geldiği zaman. Öfkelenmemenin formüllerini bizzat yaşatan bir çalışma. Artık masal değil bu. O da onun şuurunda, etraf da onun şuurunda. Danışıklı dövüş. Mürşit, sözle değil yaşayarak öğretir. Yaşamak önemlidir. Bu çileyi yaşamazsan olmaz. Yaşayacaksın. Yaşadığın vakit sen şahane bir şey olursun. Arttığı zaman öfke, orada kin oluşuyor.

Kin olduğunda cennet yoktur. Kini halletmek için önce öfkeyi halletmek lazım. Öfkeyi çözmemiz lazım. Paylaşım çok önemli. Sen şunu yap, ben bunu yapayım diye bir şey yok. İnsanlar kendisini gözler, yapabilecekleri görevlere talip olurlar. Burada zorlama yok, direktif yok. İhtiyaçlar, yapılması gerekenler ortada. Herkes oradan kendine göre bir iş bulabiliyor. Bu paylaşım.

Üniversitedeyim, öğrenciyim. Bir arkadaş var aynı felsefe bölümünde okuyoruz. O zamanlar yurtta kalıyoruz. Onun bir problemi var. O gün yurttan ayrılması başka bir yere geçmesi lazım. Parası yok. Bana da rahmetli babam para gönderdi. Cebimde duruyor. Hiç çekinmeden al dedim, bunu kullan. Parayı verdim ama benim hiç param kalmıyor. Ama gönül rızasıyla verdim. Onun problemi benim problemimden önemli. O işini görmeye gitti. Ben de çıktım biraz dolaşayım dedim. Gayri ihtiyari elim cebime gitti. İradesiz, bir baktım ki para yerinde duruyor. Merak ettim hangi para gitti! Neyse o… Ama ben bunu yaşadım. Allah bana bunu gösterdi. Bu bir sırdı ama bu sırrı paylaşma izni çıktı. Bunlar olabilir hayatımızda. Bunları uygulamamız lazım. Yapılması gereken ortada. O benden, benim ihtiyacımdan önemli diyebildiğin zaman paylaşımın anlamına varıyorsun.

‘ kalpten pası silelim, alemler seyredelim’ diyor Naci dede.Kafamızda sorular hep sorular var. Kabul etmenin doğasında cevaplar kendiliğinden gelir mi?

 ‘Ali sofrasında soru cevaptır’ der Bektaşiler.Nedir bunun anlamı. O sofra kurulduğu zaman, o meydan açıldığı zaman soru soran olursa cevabını vermek mecburiyetindedir. Soru havada kalmaz. Çünkü duygu alemi muallak kabul etmez. Duygu alemi, ikna, olgunluk ve kabul yönündedir. Kabul yönünde olduğu zaman tatmin vardır. Kabul yoksa zaaf vardır. Eğer soru aleminde kalırsa havada kalır, tatmin olmaz. Tatmin olmayınca rıza olmaz, rıza olmayınca kabul olmaz, kabul olmayınca armoni olmaz, ahenk olmaz. Hepsi birbirine bağlıdır. Onun için soru cevaptır. Bu bir. İkincisi Turgut babanın bir sözü vardır; ‘Bilen sualden çekinir. Bilmeyene sual perde’. Bu başlıbaşına bir felsefedir. Bunu inceledikçe insan birçok şey bulur. Bu ikisinden hareketle içten içe yollar vardır.

Bizim bir üstadımız vardı. Rahmetle yad edelim. Fazıl bey mükemmel keman çalar, şair, mesnevi okumuş, hocalık yapmış, Farsça bilir, mütevazı bir Anadolu insanıydı. Balıkesir’de yapmış askerliğini. Derken anlatmaya başlıyor. ‘’Trenden indim’’ diyor. ‘’Benim gibi yüzlerce asker adayı var. Üniforma aynı, beni orda kim nasıl ayırt edecek? Biri geldi, omzuma vurdu. Fazıl bey sen misin, buyurun gidelim’’ dedi. Nereye gidiyoruz, kime gidiyoruz, bilmiyorum. Hiçbir şey de sormadım. Gittik, beyaz sakallı, nur yüzlü bir zata takdim edildim. ‘’Getirdik efendim’’ dediler. ‘’Gel evladım Fazıl’’ dedi. Askerlik boyunca vakit buldukça ziyaret etmiş Hüsamettin efendiyi. ‘’Ben de 2 sene zarfında’’ diyor ‘’hiç soru sormadım. Tüm cevaplar o sohbette gelirdi’’ diyor. ‘’Sormadan da bir şey söylemezdik’’ ‘’Orada bir edep kazandım. Hepsi onun içinde gerçekleşti. ‘’ Ama bugünün insanı bilhassa modern psikiyatriye girdiğiniz zaman modern psikiyatri bunları bir kenara bırakır. Bunları bir kenara bırakacaksın der, hakkını arayacaksın, konuşacaksın der. Her şeyini anlatacaksın der, sırrını anlatacaksın der. Bu batının psikiyatrisinde henüz halledilemeyen bir konudur. Her şeylerini açıklarlar, sonra da toparlayamazlar. Psikoterapistlere derim ki 1 yıl tasavvuf okumalılar. Lafı değil hali yaşatmak gerek. Dönüşüm o zaman olur.

Hz. Ali ne diyor? Sen sırrını saklarsan sırrını kontrol edersin, sırrını açıklarsan sırrın seni kontrol eder. İnsanın bir sırrı olmalı. O sır da kendi iç alemiyle mürşidi ile arasında bir köprüdür. Bunların farkına varması lazım. Herkes ile her şey paylaşılmaz. Ancak ehliyle. O da izin çıkarsa. İzin çıkmazsa olmaz.

İnsan olarak potansiyelimiz var. Ama onu yaşama geçirmek konusunda sorunlarımız da var. Ne doğru dürüst yaşayabiliyor ne de ölebiliyoruz!

Dünyaya baktığımızda, intihar vakaları en çok nerde oluyor, İskandinav ülkelerinde. İntihara neden olan da en önemli duygu ve bilgi ölümden sonraya ait bilgisizlik. Ölmek ve ölmemek arasında fark kalmadığı için. Aslında değil. Tasavvuf hayatına göre yaşadığımız hayat ölümden sonraki hayatın bir bölümü. Onun için bu hayat ümit dolu, bilgi dolu, olgunluk dolu, tekamül dolu, ve de hikmet dolu bir yaşayış olmalı. Nitekim bir ayette ‘biz onları ahiret düşüncesiyle temizledik ‘denir. O kadar anlamlı ki. Bir kere korku yok, yok olma endişesi yok, nereye gideceğine dair ne bulacağına dair bilgi var. Dolayısıyla bütün negatif şeylerden arınmış, bu alemle öte alem arasında fark olmadığını, orasının bu hayatın devamı olduğunu gösteriyor. Diğer tarafta ahiret dendiğinde ölüm var, şuur kaybı var, ne olunacağının bilinmemesi var, yok olma endişesi var.

‘Beni benden sorma bende değilem, bir ben vardır benden içeru’ diyor Yunus Emre. İnsan kendi içindeki Tanrı’yı görmez ise dışarıda bir Tanrı’yı nasıl bulabilir? ‘Hak denilen özündür, özündeki sözündür’ diyen saba ilahi öz’e, iç’e doğru giden yola dem vurmamış mı?

Enfüs ve âfak; iç ve dış. Bu iç ve dışın tasavvuftaki anlamı çok büyük. Bazılarına göre denir ki dış için aynası, iç dışın aynasıdır. Dışarıda baktığımız farklılıkların hepsinin içimizde olduğunu da düşündüğümüz zaman ikimiz de bir fethe ulaşırsak bu dışa aksediyor. Dışta bir fethe ulaşırsak bu içe aksediyor. Bu ikisi arasındaki dengeyi sağlamak için iç gözlemi ve dış gözlemi öğrenmek değerlidir.

Okuyarak anlaşılanın dışında batıni yani gizli olanı anlayabilmek için ayrı bir yol, ayrı bir tefekkür imkânı bulmak lazım. Buna yönelik bir mesel vardır; Merkez efendi isminde bir zat yaşamış bir zamanlar İstanbul’da. Topkapı dışında bir yerde türbesi var. Merkez efendi Sümbül efendinin metnini duymuş, onu ziyaret etmeyi çok istiyor. Varıyor camiye. Bir sütunun arkasına oturup vaazı dinlemeye başlıyor. Ayeti açıklıyor. Bu ayete ait ilk açıklamayı yaptıktan sonra diyor ki ‘’burada bulunan herkes bunu bir şekilde anlayabilir.’’ Bir yorum daha yapıyor; ‘’bunu bazı kişiler anlar’’ diyor. Bir yorum daha yapıyor; ‘’bunu da birkaç kişi anlar’’ diyor. Ve son bir yorum daha yaparak ‘’bunu ancak sütunun arkasındaki anlar ‘’ diyor. Adamın geldiğini fark etmiş belli ki. Çıkıyor kucaklaşıyorlar.

Tasavvufi yorum ve prensipler çok uzun bir menzilden süzülüp gelen deneyimlerden kaynak almaktadır. Dolayısıyla bu prensipleri anladıkça din de daha iyi anlaşılır. Hareketlere endeksli değil tefekkür boyutu vardır. Bilgi boyutu vardır. Ve bilgi boyutunun da kademeleri vardır.Tefekkür nedir; doğuşa yönelik aydınlatıcı bilgidir. Zikir ise tefekküre hazırlar derler. Yusuf Hemedani hazretleri, hoca Ahmet Yesevi zamanında yaşamış büyük bir üstat. Onun bir kitabı var. Rutbetül Hayât diye. O kitapta da yazar; zikrin tefekküre hazırladığı hakkında. Kaliteli zikir ve doğru zikir tabii ki doğru tefekküre hazırlar. Doğru tefekkür, doğru bilgiyi ortaya çıkarır. Doğru bilgi hakikatin anlaşılmasına yol açar. Bunlar idrak tecrübe ve anlayış seviyesinin yükselmesiyle doğru orantılı olup birbirine bağlıdır.

Yazık ki manevi doyumun değil maddi doyumların peşinde koşan bir toplum manzarası görünüyor pencereyi açıp da dünyaya baktığımız her gün! Hafız ne güzel demiş; ‘Giyeceğimiz en son elbise bir kefen olacak. Öyleyse cennete karşı diktiğimiz bu kuleler de ne? Kaç bu karanlık zindandan’.

Ciddi bir kültür erozyonuna uğradık. Modern koşullarla çerçevelenmiş, geçmişinden kopuk bir toplumda insanların doğru örnekler görmek şansı da azalıyor. İnsanın gönlünün diri kalması için evrensel ilke ve prensipleri kendi kültüründe doğan şekliyle de yaşaması icap ediyor. Asıl olan bilgiye hal ile ulaşmaktır. Anadolu’nun birçok yerinde bu yaşayışlar çok yalnız kaldı. İnsanlar dolaşmıyor, birbirlerinden kopuklar ve aralarında bir duygu alışverişi de yok. Ve artık o hallerin insanları da azaldı, gün geçtikçe daha da azalmakta! Tasavvuf bilgisi olmayan, edep, adap taşımayan Arap dini memleketin her köşesine sinmiş vaziyette. Ve uygulama da yazık ki öyle. Ancak doğruyu ve yanlışı ayırt etme gücümüz var şükür ki. Bir lokma, bir hırka felsefesinin doğduğu, yaşadığı topraklarda olmamızın sorumluluğunu taşıyoruz ne de olsa. Genetik kültürümüzde olan hikmetleri…

Adamın birini kurtarmak için denize atlayan bir Yahudi alkışlarla karşılanırken etrafına sorar, ‘’kim itti beni denize’’ diye. Yine şöyle bir şey anlatırlar. Ben sadece duydum, inanıp inanmamak herkes için serbest. Ben de ne inanırım ne de inanmam ortada bir şey. Yahudilerin maddeye o kadar fazla değer verdiklerine dair bir hikâyedir. Bir Yahudi daha çok küçükken çocuğunu alıp havaya atmış. Bir kere tutmuş, sonra tutmamış ve yere düşmüş çocuk. ‘’Babana bile güvenmeyeceksin’’ demiş çocuğa. Çocukken böyle yetiştirilen bir insan düşünün. Babasına bile güvenmezse eğer bir çocuk kime güvenebilir ki?

Bugün modern yaşamda insanlara refah gelmiş gibi gözüküyor ama insanlık değerlerinin de yavaş yavaş kaybolduğunu görüyoruz. Birçok yerde rastladık. Kaç defa gazetelerde okuduk. Atlayıp kurtaran Türk. Avrupalı atlamıyor, kurtarmıyor. Diyor ki o filan kişinin görevi. İnsanlık nereye gitti? Benlik girdi orada işin içine. Bizimki niye öyle davrandı. Diğerkâmlık, kendini mahvedecek kadar başkasını düşünme var. Melamiliğin içinde de var bu. Bunlar tasavvuf kültürüyle zaman içerisinde genetiğimize işlenmiş. Ve böyle bir mekânda da bu rezonans olayı oluyor. O genetik enformasyon yaşayacak bir ortam buluyor. Titreşime geçiyor ve titreşmeye başlıyor. Buraya gelen insanlarda bir aydınlanma oluyor. Rahatlıyor, gülümsüyorlar.

Osmanlı dönemine baktığımızda Osmanlı dönemi dergâh anlayışında bir Türk-İslam sentezi olduğunu görüyoruz. Özellikle Mevlevi, Bektaşi, Bayrami, Celveti, Uşşaki yolları tüm bunlar Türk temelli gönül sahipleri pirlerin, onların irşadı ile oluşmuş bilgilerin uygulanmasıyla ortaya çıkmıştır. Derine inecek olursak bu yolların kaynağı Horasan kültürüne Ahmet Yesevi’ye varır. Horasan kültüründen gelen velilerin tecrübe ve yorumlarının ışığı altında oluşan bir eğitimden söz ediyoruz.  Ve haliyle Arap kökenli yollar da vardır. Bizim ilgi sahalarımızdan biri de budur; Türk kökenli yolların Türk-İslam sentezi yaptığını fark edip bu izi sürmek. Mesela bazı Türk yollarında bir erkek hanımı ile aynı postta oturur. Mührü beraber basarlar. Böylesine bir beraberlik var. Arap kültüründe böyle değil. Kan davaları, genç kızların diri diri toprağa gömülmesi gibi vahşetler yaşanmış zamanında. Peygamberimizin ilk kaldırdığı şeyler bunlar. Bu cahiliye devri o dönemden sonra da gizli olarak devam etmiş ve bugün Suudi Arabistan’da kadınlar hala araba kullanamıyor, tek başına sokağa çıkamıyor! Burada ciddi bir güvensizlik var.

Bir bu da değil, Araplar müziği de yasakladılar. Cennette melekler hadislerde geçiyor. Müzik icra ediyorlar. Enstrüman çalıyorlar. Metallere altın tokmaklarla vurarak müzik yaptıklarına dair hadisler var. Ve öyle bir ses ki bu, tarifi mümkün değil diye geçiyor. Müziğin haram olduğuna dair bir ayet de yok, hadis de yok. Veya sakıncalı olduğuna dair. Kine, öfkeye yabancılaşmaya götürüyorsa sözler o yanlıştır. Araplar toptan müziği yok ettiler, yasakladılar. Hz. Mevlana bu bağnazlığı kırdı.

Camiler, bugün dinin legal olarak yaşanmasını sağlıyor. Evet. Oradaki hocaların, imamların görev alanı nedir namaz kıldırmak. Tamam. Eğer insanlar fıkhi, nazari, örf ve âdete ait bilgilerde eksiklik hissederlerse camide imama danışabiliyorlar ama tekkeler gibi bir eğitim yeri değil, tasavvufun yaşadığı bir yer değil camiler. Tekkelerin kuruluş amacı fonksiyonel olarak camilerin yaptığı çalışmanın dışındaki esas eğitim ve insan yetiştirme fonksiyonunun yerine getirildiği yerlerdi.Tekkede ders veriliyordu, sohbet ediliyordu, problemler çözülüyordu, çeşitli sanatsal faaliyetler yapılıyordu. İnsan yetiştiriliyordu. Fakat bunlar kaldırıldığında yerine ikame edilecek bir şey konamadı. Hz Mevlana’nın üniversal karakterde tüm kâinata yaptığı çağrının yaşatıldığı bir mekânın olmaması büyük bir eksikliktir. Hacı Bektaşi Veli’nin öyle. Hacı bayram Veli’nin öyle. Ankara’ya gidin. Hacı bayram Veli’nin olduğu yerde bir cami var. Bir türbesi, bir vakıf ve derneği var. Ama faaliyetleri sınırlı. Hacı bayram Veli’nin felsefesini, anlayışını, tasavvuf hayatını yaşatacak, onu besleyen kişilere dört başı mamur bir şekilde iletecek bir organizasyon yok. Konya’ya Hz. Mevlana için giden insanlar oluyor, Sema öğrenmek isteyen insanlar oluyor. Onlara 5-6 yıllık bir eğitim gösteriliyor. Buna insanların vakti yok. Bu eğitim bir dernek bünyesinde yapılıyor. O hayatı bugün için yaşamak şansı maalesef yok gibi görünüyor. Ama burada kısıtlı bir zaman boyutunda da olsa o dönemde yaşanmış bazı tecrübelerin tekrar yaşanması ve aktarılması söz konusu oluyor. İnsanlar bunu yaşayarak ve hissederek kendi hayatlarında böylesi bir tecrübeyi deneyimlemiş oluyorlar. Yaşayan, hisseden insanın olması gereken ile olmaması gerekeni tefrik edebilmesi hayatidir. Ve gönlünde o diriliği yaşatabilecek imkânı hazırlayacak gayreti, şuuru gösterebilmek. Asıl önemlisi bu.

Niyazi Mısri demiş ‘Derman arardım derdime derdim bana derman imiş, burhan arardım aslıma, aslım bana burhan imiş.’  Müzik, dert ile derman arasında bir köprü idi. Birçok şeyi unuttuğumuz gibi bunu da unuttuk!Müzik terapi geleneğinden biraz bahsedersek eğer, çalışmalarınız hakkında…

İbni Sina’ya atfederler. Şöyle bir olay yaşanmış vakti zamanında. Bir prens şehzade depresyonda. Getirmişler hazrete. Şöyle bir nabzını tutmuş. Civardaki ülkeleri saymaya başlamış; İran, Azerbeycan, Özbekistan, Kazakistan hop nabız değişmiş. Kazakistanda’ki şehirleri saymaya başlamış; Taşkent, Semerkant, Çimkent hop değişmiş. Çimkent etrafına başlamış, değişmiş, mahalleri saymaya başlamış, değişmiş. Sokağı saymış, ev numarası derken ev halkından bir kız. Durum malum. Ve evlendirmişler adam da iyi olmuş.

Bu nabız teşhisi, bilhassa doğu terapisinde çok önemli.Nabızla hangi organların rahatsız olduklarını buluyorlar. 12’şerden 24 nabız var şeklinde. Ona uygun makamı tespit ediyorlar. Uygun enstrümanı, uygun zamanı tespit ediyorlar. Ondan sonra uyguluyorlar. Eski gelenekte böyle. Bunları bugün yaparken bu bilgiyle irtibatta olmak lazım tabii. Varisi olmuş olmak lazım. Varis olmak için tedrisat lazım. Tedrisat için uyum lazım. Uyum için saygı lazım, emek lazım, vakit ayırmak lazım. Ben 5-6 sene bu işe gelemem dersen yapamazsın bitti. Sabır edeceksin. Sonra sevmek önemli bu işleri. Bu çok basit bir konu gibi görünse de buzdağının görünen şekli bu. Altında bir kültür var, bir insanlık kültürü var. Bu kültürü kucaklamadıkça, bu kültürden nasip almadıkça anlaşılmaz. Derinliği olan bir meseledir. Derine inmek gerekir. Tevazu gerekir.

Müzik terapi kurslarını alan arkadaşlarımız özellikle Avusturya’da ders verirken literatür çalışmaları yapıyorlar. Bakıyorlar ve şunu görüyorlar ki müzik terapisti olmadan önce halvet** çıkarırlarmış. Diplomalarını vermeden önce halvet çıkartıp öyle verdiler. Diplomalarını vereceğimiz zaman Edirne şifahanesine gittik ve orada onlar konser verdiler. Konservatuardan öğretmenler gelip orada notlarını verdiler. Kullanılacak yer, kullanılacak teknik, adap önemli.

Rahmetli Süheyl Ünver hoca vardı. Tıp fakültesinde hekimlik ahlakı dersleri verirdi. Çok mütevazı ve bilgiliydi. Sanatçıydı. Tıp tarihi içinde eski tezhip, minyatür sanatlarını yerleştirmiştir. Bir gün onu ziyarete gitmiştim. Dedi ki ‘’Musiki Aşık’ın aşkını, fâsıkın fıskını arttırır’’. Musikinin günahı yok, kullanıldığı yere göre değişiyor. Onun için nerde kullanıyoruz. Bu önemli. Biz terapi tarafında kullanıyoruz. Kozmolojik bir bakış açımız var. Mesnevi’nin 4. cildinde Hz. Mevlana diyor ki; ‘hâkimler ve hikmet sahipleri buyuruyor ki bu musiki makamları göğün hareketinden gelmektedir.’

Göğün hareketi ne demek. Buradan gelen şey semavi karakterde. Maddi değil. Devam ediyor. ‘Cennette Hz. Adem’in müjdeleriydik. Bu müziği cennette dinledik, sonra unuttuk ve şimdi müzik kirlendi’ diyor. Bu 800 yıl önce söylenmiş. Eğer 800 yıl önce müzik kirlendiyse bugün ne hale geldi, varın siz düşünün. Neden? Elektronik müzik çıktı, mertlik bozuldu. Elektronik müzik fevkalade rahatsız edici ve zarar verici ve farkındalığı yok edici bir tahribat yaratır. Şimdi buna nerden varıyoruz. Bitkilerin gizli dünyası diye bir kitap var. Yaşar (Oruç Güvenç) bu kitabı bulmuştu. Bu kitabı Amerikalı bir hanım yazmış. Şimdi laboratuvarda bitki hücrelerinin fidelerine çeşitli müzik türleri dinletiyor. Önce 3 hafta müddetle aynı laboratuvar şartlarında gözlem yapıyor. 1. fideye ‘undergrand müzik’, ‘asit rock’ diye ne olduğunu hala anlamadığımız bir müzik türü dinletiyor. Çok kısa zamanda bitkilerin öldüğünü görüyor. 2. grup fideye yine aynı şartlarda ‘Bach’ dinletiyor. Bitki normal büyümesine enine boyuna devam ediyor. Bir etki yok yani. 3. gruba da ‘pentatonik müzik’ dinletiyor, natürel aletlerle flüt, sitar vb hintvari eserler... Ravi Shankar gibi. Bizim de üzerinde durduğumuz trans etkisi yaratan bir tür bu. Bitki, hem enine hem boyuna fazlasıyla büyüyor hem de sesin kaynağına yönelerek onu kucaklıyor. Bitkinin bu müzikten böylesine etkilendiğini bu şekilde görüyoruz. Melodik yapı, desibel ayarı önemli. Natürel olduğunda tedavi değeri var. Bu bitki açısından bir gözlem.

Hayvanlar açısından da böyle. Müzik dinletilen hayvanların örneğin ineklerin süt veriminin arttığı gözlemlenmiş. Bu bilgilerle literatürde karşılaşıyoruz. İnsana geldiğimizde şunu görüyoruz. Ben bu bilgilere ulaştığım zaman Cerrahpaşa Tıp fakültesinde Psikiyatri ana bilim dalında doktora yapıyorum. Araştırıyorum, literatüre giriyorum,eski bilgilere..  Farabi ve İbni Sina’ya kadar gidiyorum. Bin yıl. Bu makam müzik. Ondan önceye gidiyoruz; Pentatonik müzik karşımıza çıkıyor.

Pentatonik müziğin uygulamalı eğitimde dünyada yeri var mı?

1979 yılında Londra’ya gittim. Londra’da dünyanın 1 numaralı Müzik Terapi lobisi var. Nordoff Robins Müzikterapi Enstitüsü diye geçiyor. Burada özellikle otistik çocuklarla çalışıyorlar.  Hem eğitim hem de terapi var. Ben gittiğimde Bayan Almin adından bir hanım başkanlık ediyordu. Esas başkanı meşhur kemancı Menuhin’dir.

Pentatonik müziği dinleyen otistik çocuklar gördüm. Bir çocuk ilk defa bir davranış gösterdi ve konuştu. Bayan Almin ‘’işte kilidi açıldı, başka hiçbir şey bu kilidi açmıyor’’ dedi. 5 sesli pentatonik olarak adlandırılan müzik türünün bu çocuğun kilidini açtığını gördüğümde müziğin tedavi boyutunu biraz daha araştırmak istedim. Bizim anne tarafının geldiği yer Kırgız Türkleri, baba tarafı Kazan Türkleri. Küçük yaşta pentatonik müzikle büyüdük. Çünkü Kazan müziğinin tamamı böyle aslında. Başladım araştırmaya ve gördüm ki beyinde alfa ve teta dalgalarını arttırıyor bu müzik türü.

Nedir alfa ve tetanın özelliği; trans özelliği.Trans durumuna girince normalde beyinde 10 milyar hücre olduğu söyleniyor. Bunun 9 da 1’ i çalışıyor, 9 da 8 i çalışmıyor. Transa geçince de bu hücrelerin birçoğu çalışır hale geliyor. Bu müziğin böyle bir faydası var.

İstanbul’da Üsküdar’da Antroposofi anlayışını temel alan bir okul var. Rudolf Steiner Okulları deniyor bunlara. Aslı Avusturyalı. Yaşamış ve vefat etmiş bir insan. Kurduğu okullarda bir anlayış var. Eğitim, sanat ağırlıklı olarak yapılıyor. Ve bunun başında da müzik geliyor. Kullandıkları yol yine pentatonik müzik. Çünkü Steiner, ‘’çocuk 9 yaşına kadar pentatonik müzik dinlemeli’’ diyor.

Peki günümüzde pentatonik müzik ne durumda? İngiltere Müzik Terapi Enstitüsü kraliçenin himayesinde. Hollanda Müzik Terapi, Belçika Müzik Terapi Enstitüleri yine kraliçenin himayesinde. Bunlar tesadüf değil. Bizim Manisa şifahanesini yaptıran ece, kraliçe, Amasya şifahanesini yaptıran kraliçe, Kayseri şifahanesini yaptıran kraliçe. Bunlar tesadüf mü? Değil… Müzik terapi neden olgunlaşmıyor? Kraliçemiz yok da ondan.

Pentatonik müzik ile müzik terapiye ilişkin çalışmalarınız nasıl bir yol izledi?

Mesela Bektaşi nefeslerine baktığımızda çoğunluğu hüseyni karakterdedir. Hüseyni makamı, gizli pentatonik makamıdır. Bunun hem olgunlaşmaya, hem eğitime etkisi olduğu biliniyor. Aynı zamanda iç organlara etki eder, ümmin sistemine etki eder gibi bilgiler de var. Aşağı yukarı Bin yıl önce Horasan kültürü dediğimiz Türkmenistan, Özbekistan, İran, Azerbeycan, Afganistan, Kazakistan bölgelerinde makam müzik oluşmaya başlamış. Batının majör ve minör gamlarına karşı Türk musikisinde 500’e yakın makam teşekkül ediyor. Batıda do ve re ikiye bölünür, Türk musikisinde 9’a bölünür; 9 koma. Dolayısıyla bu 9 komanın getirdiği imkân daha fazla. 500’e yakın makam… Bu makamlardan 40 tanesi müzik terapi literatürüne girmiş halde. Biz daha bir 15’inde çalışabildik geride 460 makam var dokunulmamış. Bizim de öğrenmeye çalıştığımızın da sonu yok. Bu kadar büyük bir hazine. Şu anda bekliyor. Birileri gelsin de bu hazineyle uğraşsın diye. Ama maalesef devlet yöneticilerinin o kadar çok işleri var ki bunlara vakit ayıramıyorlar. Dinlemeye bile vakitleri yok. Konser veriyorsun, davet ediyorsun gelmiyorlar.

Bu doktora çalışması ile beraber biz birtakım deneylere başvurduk. Bu deneylerle ilgili olarak yurtiçi ve yurtdışı çalışmalarımız var. Avusturya’da yaptığımız bir çalışma var ki öğrencilerimiz komadaki hastalara uygun makamdaki müzikleri dinlettiler. Sonuç olumluydu; hastaların bir kısmının komadan çıktıkları gözlendi ki başka hiçbir şey hastaya ulaşmıyor. Beyinde alfa ve teta dalgalarının yükseldiği, komadaki kişilerin transa geçtikleri tespit edilmiş. Sonra immün reaksiyonun arttığı kanserli insanlarda immün metabolizmanın yükseldiği görülüyor. Meselâ, baş ve gözde Rast makamı daha etkili. Kanla ilgili olduğunda Nihavent, Buselik ve Hicaz makamı daha etkili. Çünkü Hicaz makamının kanı temizleyici özelliği var. Uşak ve Hicaz makamının kalp hastalıklarında kalp kaslarını güçlendirdiği tespit edildi. Meşhur bir kalp cerrahımız var; Mehmet Öz. O mesela ameliyatlarda filan bizim çalışmalarımızı kullanıyor. Yine Ankara’da Gazi Üniversitesi Tıp fakültesi Onkoloji bölümünde yaptığımız bir çalışma var. Bu ağrı bölümünde kronik ağırlıklı hastalarla çalıştık. 2-2.5 saatlik aktif müzik ve pasif müzik uygulaması yaptık. Hastalar bunlara katıldı. Seans öncesi ve seans sonrası hastaların kanı alındı ve stres hormonları ölçüldü. Çünkü ağrıyı yapan stres hormonudur. İnsan strese girince bozuluyor, ayarlar karışıyor. Ve görüldü ki %40 oranında seans sonrası stres hormonu düşmüştü. Bu büyük sürpriz olarak karşımıza çıktı. Sonra numune hastanesi kanser bölümünde kemoterapi alan hastaların anksiyetelerinin azalması yönünde müzik terapi yaptık. Hatırı sayılır dikkat çekici etkiler oldu. Daha birçok test ve labarotuvar çalışmalarımız var bu konuda yaptığımız. Özetle en önemlileri bunlar.

Sağlık bakanlığı bünyesinde Alternatif Tıp genel müdürlüğü kuruldu. Onun içinde müzik terapi de yer alıyor. Ben de orada koordinatör olarak görevliyim. Beraber hazırlamaya çalıştığımız bir genelge var. Henüz bitmedi. Çalışmalarımız devam ediyor. Bunlar bittiğinde eğitimi ve uygulanış şekilleri belirlenmiş olacak. Bununla ilgili bir kitap çalışmamız da var.

Arada sohbetler devam ediyor, bir yandan yemekler pişiyor, müzik devam ediyor, Sema dönüyor. Süreklilik burada ve aslında hayatın içinde, her anında… Süreklilik ve hareket. Ne de olsa hareket berekettir. ‘Oruç hocanın ‘durursak düşeriz’ dediğini anımsıyorum yine. Ve o durmanın durağanlık olduğunu anlıyorum. Sakin ve sessizlikte durmanın durağanlıktan ayrıldığını… Ve aradaki farkı… Anlıyorum bir kez daha.

Müzik devam ediyor.Hakk şerleri hayreyler, zannetme ki gayreyler. Arif anı seyreyler. Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler’ diyor bir ses. Udun nağmeleri geliyor inceden. Bir su şırıltısı, sema dönenlerin görüntüleri… Hepsi yavaş yavaş yıkıyor insanın ruhunu. Düşünmeyi bırakıyorum bir an. ‘an bu an’dır, an bu an, dem bu demdir, dem bu dem’ diyor başka bir söz. Beni bu an’a çağırıyor. Yaşam bu an’dadır ve aslında bu an’da var olur.

* TÜMATA, 1976 yılında Türk musikisinin doğuşunu, gelişmesini, tedavi değerini, repertuar ve enstrüman zenginliğini araştırmak ve tanıtmak amacı ile Yard. Doç. Dr. Rahmi Oruç Güvenç tarafından kurulmuştur. En az 6000 yıllık bir geçmişi olduğu ileri sürülen Türk musikisinin günümüze ulaşabilmiş repertuar, icra şekilleri, dansları, kıyafet ve dekorları, sosyo-kültürel ve psikolojik kaynakları, modern tıpta yeniden keşfedilen müzik terapinin uygulama malzemeleri TÜMATA’nın genel faaliyet konularıdır. Bu maksatla Mannheim, Münih, Berlin, Zürih, Madrid, Barcelona’da 6 merkez kurulmuş ve Avusturya Rosenau’da müzik terapist yetiştiren bir okul açılmıştır.

www.tumata.com

**Halvet: Arapça bir kelime olan Halvet, Tasavvufi gelenekte kişinin kendisi ile baş başa kalıp kendi iç alemine dönmesidir. İnsanın boş bir mahalde zihne takılan ve takılacak şeylerden kurtularak özüne, Hakk’ına kavuşmak için sessizliğe çekilmesidir.

 
Toplam blog
: 118
: 631
Kayıt tarihi
: 07.10.13
 
 

İnsanın kendinden bahsetmesi meselesi benim için zor konuların başında gelir. Bu anlamda söyleneb..