Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Mart '18

 
Kategori
Kitap
 

Kaybedenler 3

Kaybedenler 3
 

İlk romanım Kaybedenler'in 3.Bölümünü yayınlıyorum. Eğer beğendiyseniz lütfen yorumda belirtin, zaten hazır olan bölümlerin yayınına devam etmek istiyorum, ama tabii siz de isterseniz.

 

Sil Baştan Yaşam

Kadıköy, Bostancı 
     Aden

Annemle kardeşimin tam ortasında durdum. Yeri belli olsun diye enkazdan toplanan taşlarla çevrelenen mezarlarına dökülen su değil, acıyla demlenmiş gözyaşlarımdı. Sayısının on binleri aştığı mezarlığa dönmüş ölü bir kentti artık İstanbul, dirinin yaşayamadığı, ölüleri gömecek yerin kalmadığı.

Son gözyaşım kardeşimin mezarına düştükten sonra yerimde doğruldum ve yakınlarına bir türlü veda edemeyen insan selinde nasıl ilerleyebileceğimi bilmeden atmaya zorladım adımlarımı. Ölüm aslında yabancı değildi, babasının mezarı başında daha dokuzunda büyümüş bir kız çocuğuydum ben... Şimdi ailemden geri kalanları da kaybederek iyice olgunlaşmıştım. Onları babama emanet edip yola devam ettim kör bir kararlılıkla, yüreğimde asla kapanmayacak, defalarca kanayacak, yerini ezbere bildiğim yara izimle...

Ardıma bakmadan çıktım hayatın son beşiği olarak adlandırılan kapısız mezarlıktan.

Bitkindim.

Umutsuzdum.

Ama devam etmeye mecburdum...
 

Kadıköy, Yoğurtçu Parkı
     Aden

Amcam İstanbul'u terk edip onunla beraber Ankara'ya gelmemi ve onların desteğiyle yeni bir başlangıç yapmamı istiyordu. Bunun için resmen yalvardı ama bunu bana kabul ettirebilmesi imkânsızdı. Bir iş bulana kadar dahi olsa ilkokul çağında iki çocuğu olan ve tek maaşla kıt kanaat geçinen bir aileye yük olacak değildim. Mücadelemi her zamanki gibi tek başıma verecek, on beş milyon insan gibi ben de İstanbul'un parklarını mesken tutup, hayatımı idame ettirmenin bir yolunu bulacaktım.

Amcamı gönderdikten sonra iki haftamı daha çadırlarla tıka basa dolmuş Kadıköy Yoğurtçu Parkı'nda, bilfiil bir noktaya bakarak, geçirdim. Bayılma eşiğine gelmeden ne yemek yiyor, ne de uyuyordum. Bazen bu ayakta kalma mücadelesinden vazgeçip, şehri terk ederek Ankara'ya gitmek aklımdan geçiyordu ama ölü bile olsalar onları bu şehirde yalnız bırakamazdım.

Şimdi değildi.

Henüz değildi.

Yaradan'ın onları öldürüp de beni sağ bırakmasının bir nedeni olmalıydı mutlaka... Ya da buna inanmalıydım, aksi halde devam edemezdim. Gri kente gitmeyecektim; boğulacaksam da bu, Ankara'nın ölümcül sessizliğinde değil, İstanbul'un deniz mavisinde ve onun akıl almaz dehlizlerinden yükselen azgın dalgalarında olacaktı.

Küle dönen özümden yeniden doğmaya çalışan Anka misali, felaket gecesinde bana numarasını veren Zeynep'le irtibata geçtim. Zeynep gazeteciydi, buna rağmen felaketin yaşandığı gece haber elde etmenin değil, can kurtarmanın derdine düşmüş, hepimize örnek olmuş, iyi ve yardımsever biriydi. Tam bir mücadele insanıydı.

Gülhane Parkı’nda kaldığını söyledikten sonra, "Ailene ulaştın mı nasıllar?" diye sordu.

Telefon elimden düşecekti neredeyse. Boğazıma yerleşen yumru yutkunsam da gidecek gibi değildi.

"Onlar..."

Boğazım çatallanınca devam edemedim. Kelimeler bile gömülmüştü adeta. Islanan kirpiklerimi kırpıştırıp, boğazımı temizledim. Sulu gözlü olmaktan nefret ediyor olmam da bir yere kadardı. Ailemin acısı hâlâ nabız gibi atıyordu benliğimde.

"Onları toprağa vereli üç hafta oldu."

Zeynep çok üzüldüğünü, sabırlar dilediğini anlattıktan sonra bana yararı olacağını düşünmüş olmalı ki Gülhane Parkı'nda depremzedelere psikolojik danışmanlık desteği veren rehabilitasyon çadırı kurulduğundan bahsetti ve beni de orada görev almaya çağırdı. Anında kabul ettim. Oraya gidip insanlara deprem travmasının etkilerini atmalarında yardımcı olacaktım. Bunu onlar için değil, çivi çiviyi söker hesabı kendi acıma şifa bulmak adına yapacaktım.

 

Tarihi Yarımada, Gülhane Parkı
    Aden

Otobüs, Gülhane'yi transit geçmişti. İnmek için ayağa kalktığımı görenlerden biri yasak bölgede kalan durağın artık kullanılmadığını söyledi. Bir sonraki Sultanahmet durağında indim. Zeynep ortalıkta görünmüyordu. Kalabalıkta durmak istemedim. Tedirgin halde tam adım atıyordum ki omzumda bir el hissettim ve hızla başımı çevirdim.

"Zeynep."

Sempatik bir gülümseyişle başını salladı. "Amma beklettin kızım nerde kaldın?" deyip kollarını açtı.

İçten davranışıyla kendimi bir anda ona sarılırken buldum. Zeynep çok özel biriydi. "Ailen için çok üzüldüm," dedikten sonra geri çekilip yüzüme dikkatle baktı. Kızın rengi atmıştı. "Aden..." Beni tekrar kendine çekip sıkı sıkı sarıldı. "Ben çok, çok üzüldüm... Başın sağ olsun tatlım!"

Günlerdir fırtınada kalmış küçük bir sandal gibiydim. Zeynep'in sunduğu limanda birkaç dakika bile olsa dinlenmek iyi gelmişti. Bir süre sonra kollarından çekilip ayakucumdaki çantama el attım. Sırt çantam ağırdı, evet, ama yükümü ağırlaştıran asıl şey çantamın mat, tulum, ışıldak gibi kamp malzemeleriyle bilmem kaç kilo olması değil; her çıkmaz sokağı ve yıkık köprüsüyle hayatın anlamsızlığını bağıran ve her enkazıyla hayatın boşunalığını gözüme sokan bir şehirde sevdiklerimin verdiği dayanma sabrı olmadan tek başıma ayakta kalacak olmanın zorluğuydu.

Kaldıracakken Zeynep sağından kavradı. "Ver şunu deli." Sırtına attığı yükle yalandan ofladı. "Benim bildiğim, kendinden on kat fazla yük taşıyan canlılar karıncalardır Aden."

Omuz silkip onun takılışına eşlik etmeye çalıştım. Elleriyle çantamın iki kayışını kavrarken göz kırptı.

"Önce başını sokacak bir yer bulmalıyız."

Yüzündeki gülümseme kaybolmadan yürümeye başladı. Ben de peşi sıra onu takip ettim.

Başını bana doğru çevirdi. "Bana kalsa sana müzede bir yer ayarlamalıyız ama şunu hemen belirteyim," dedi yüzünü buruşturarak. "Dün gece orada kalan bir kız daha kaybolmuş. Üstelik müzede ortam berbat derecede kalabalık ve koğuş usulü kalınıyor."

Surat ifadesi istemsizce benim de yüzüme yansımıştı.

"Koğuş düzeni mi?"

"Yine de bu şartlarda daha iyisini bulamazsın. Prefabrik evler yapılıp Geçicişehir'e taşınana kadar idare etmek zorundayız," diye devam edip sözüm ona çizdiği siyah resmi yumuşatmaya yarayacak fırça darbeleri dokundurdu.

"Çadırda kalacağımızı söylemiştin," derken rengini seçemediğim bir fırça darbesi de ben attım. "Ben depremden beri hep çadırda kaldım. Alıştım sayılır." Sırt çantamı işaret edip, "Hem bunca zımbırtıyı buraya kadar boşuna taşımadım," dedim.

Gülümser gibi olmuştu ama saniyelik... Aklına ne geldiyse artık çenesinin kasıldığını fark ettim.

"Bak, söylemedi deme. Akşamları çadırların olduğu yerler çok karanlık oluyor. Hiç tekin değil."

"Boş ver," deyip elimi salladım. "Benim hayatım kararmış, kalacağım yerde ışık olsa ne olur, olmasa ne olur?"

"Parkın nasıl bir yer olduğunu öğrenene kadar dikkat etmelisin Aden." Sözlerim onu kızdırmıştı. Sesine yansıyan hırçın tondan bu rahatlıkla fark ediliyordu. "Buraya geldiğimden beri siren seslerini duymadığım bir gün bile olmadı," diye sürdürdü sözlerini. "Her gün mutlaka bir olay oluyor, geceleri bağrışmalar hiç kesilmiyor. Senin gibi dikkat çekici kadınları rahat bırakmazlar burada."

Kısa süre daha yürüdükten sonra karşımıza çıkan manzarayla duraksadım. Kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. Polisler Gülhane Parkı'na giden caddeyi, Milyon Taşı'nı biraz geçtikten sonra yaya geçişine kapatmışlardı.

Zeynep derin bir iç çekişle polislerin olduğu yeri işaret etti.

"İşte yasak bölgeye geldik."

"Zeynep neler oluyor? Neyin nesidir bu yasak bölge?"

"Bunlar buz dağının sadece görünen kısmı Aden. Burada oldukça farklı bir dünya bulacaksın."

Tekrar yürümeye başlayan Zeynep'i takip ettim. Geçiş noktasında yavaşladık. Ben alık bir ifade ile bugünler geçecek mi yoksa daha yeni mi başlıyoruz, diye düşünerek bu gidişin nereye varacağını anlamaya çabalarken polisler çantamı aramayı tamamlamışlardı.

Burada ne işin var dercesine beni baştan aşağı süzen kadın polis, "Bırakın geçsinler" dedi diğer memurlara, ardından bakışlarını yine bize çevirdi. "Bekleme yapmayın, hadi" diye uyardığında kendimi ticari taksi gibi hissetmekten alıkoyamadım.

"Polisler neden böyle sert davranıyorlar?" diye çaktırmadan fısıldadım.

"Yasak bölgeye giriyoruz Aden," derken bir yandan da çantanın saplarını çekiştirdi. "Artık rahat konuşabilirsin, fısıldamana gerek yok. Yarımadanın on kilometrelik alanında polis hâkimiyeti sıfır."

Hayretler içinde, "İçim bir rahatladı ki sorma," diye karşılık verip önüme düşmüş saçlarımı elimle arkaya doğru attım.

Zeynep'in söylediği gibiydi ortalıkta bir polis bile görünmüyordu. Aslına yasak bölge tarihi yapıların olduğu önemli bir yerdi ve buraya Eski İstanbul da deniyordu. Ayasofya'nın çatlayan kubbeleri ve devrilen minareleri depremin şiddetini gösterirken, bahçesindeki çadırlar ve barakalar felaketin ne denli büyük etkileri olduğunu gözler önüne seriyordu.

"Bunlar depremzede isyancıları," dedi. "Çok kızgınlar ve aslında kızgın olmakta da haklılar. Buraları ellerinde tutmak için çok mücadele ettiler, bilsen ne çatışmalar yaşandı."

Bilmiyordum ama az çok tahmin edebiliyordum. Nitekim benim de içimde çatışan çatışanaydı şuan.

"Polislerin neredeyse hepsinin kökünü kazıdılar."

Sesinde depremzede direnişçileriyle duyduğu gurur açıkça fark ediliyordu. Depremzedelerin Ayasofya ve Yerebatan Sarnıcı gibi tarihi yapıları barınmak için kullanacağı kimin aklına gelirdi ki? Şaka gibiydi. Bunları da görecekmişiz meğer. Nasıl bir dünyaya adım atmıştım ben böyle? Başımı şaşkınlıkla sallarken saçlarım yine öne düştü.

"Yemin ederim sırf meraktan yaşıyorum artık, acaba kalan yıllarda ne olacak diye."

Zeynep sözlerime kısa bir kahkaha attıktan sonra dudaklarını büzerek konuştu. "Bu daha başlangıç tatlım." Sözleri, gerisini sen düşün kıvamındaydı.

Gülhane'ye yaklaştığımızda gözüme çarpan ilk şey parkın etrafını kale gibi çeviren surlar oldu. Sultanahmet kapısından parka girdiğimizde nutkum tutuldu. Burası düne kadar kaldığım Yoğurtçu Parkı'na hiç benzemiyordu. Tekin bir yer olmadığı daha ilk bakışta anlaşılıyordu. Her taraf ağaç gövdelerine iplerle bağlanmış pankartlarla doluydu:

"Dik Dur, Eğilme; Haksızlığa Karşı Çık..."

Bildiriler, broşürler havada uçuşuyordu.

"Dediğin kadar varmış, park ne hale gelmiş böyle?"

Biraz ilerlediğimizde daha farklı bir grup çıktı karşımıza. Ellerini kollarını açıp, bağıra çağıra konuşan ve şakalaşanların bazılarının elinde alkollü içecek vardı ve hemen hepsi sigara içiyordu.

"Bunlar da Retçiler," dedi. "Daha çok öğrencilerden oluşan protesto grubudurlar. Onlardan uzak dursan iyi edersin."

Her an sataşacakmış gibi süzüyorlardı bizi. Ortama alışkın olan Zeynep kendinden çok benim için endişelenmiş olmalı ki adımlarını hızlandırdı, beni de acele etmem konusunda uyardı. Arkamızdan baktıklarından emindim.

"Kısacası parkın bu tarafında her çeşit insan var. Dikkat edeceksin, yoksa başın belaya girer. Neyse ki biz Sarayburnu sahiline bakan tepede, Topkapı Sarayı'nın yıkılan terasının hemen yanında kalıyoruz. Orası bu kadar tehlikeli değil."

İster istemez yüzümü buruşturmuş olsam bile ortamın merak uyandırmadığını söyleyemezdim. Her taraf göz alabildiğine çadırlarla kaplanmıştı. Ama ne çadırlar. Üzerlerine iliştirilen kartonlardaki ilginç yazıların hemen hepsi de yüksek bir zekânın ürünüydü. Biraz yavaşlayıp birkaçını okuduktan sonra içimdeki merak önlenemez bir şekilde arttı. Esprilerin çoğunu gülümseyerek ve keyifle okuyordum ki gözüm bir anda dövme çadırındaki iş ilanına takıldı:

Zen Kaçıklarının Tattoo'sunda Çalışıp Beyazın İçindeki Siyah Noktanın Sırrını Dövmek İster Misiniz?

Sadece iş ilanı değildi muhteşem olan, çadırın bezine işlenmiş dövme figürleri de birbirinden ilginçti. İncelerken gözüm merdivenlerde oturan gruba kaydı ve tanıdık bir karede duraksadı.

İstanbul!

Olduğum yerde kalakalmıştım. Onu bir daha görebileceğimi hiç ummuyordum.

Duraksadığımı fark eden Zeynep, "Ne oldu?" diye sordu.

"Tattoo çadırındaki ilan çok ilginçmiş," dedim tuhaf bir ses tonuyla.

"Dövme ustasının adı Merve," dedi. "Benim samimi arkadaşım olur. Tanıştırırım sizi."

Bakışlarım önümdeki sahneye kilitlendi. Ne olmuştu bu adama? İlk gördüğümde takım elbise giyip, kravat takan İstanbul baştan aşağı farklı biri olarak karşıma çıkıvermişti. İtiraf etmeliyim ki kirli sakallar, dağınık siyah saçlar ve salaş giyim ona çok yakışmıştı. Uzun bacaklı bir afet yerinden kalkıp yanına geldi ve pes doğrusu, kur yapacağım diye ayaküstü göğüslerini adamın gözüne soktu resmen. Oha! Şimdi de kucağına oturdu. İstanbul kıza kendi kaburgalarından yaratılan Havva'ymış gibi bakıyordu. Buna rağmen kızın gıkı çıkmadı ve çapkın bir gülücük bahşeden İstanbul'la samimi bir şekilde gülüştü.

Resmen kepazelik!

Kızın ağzındaki sigarayı dikkatlice aldı ve külünü savurup bir nefes çekti. Özgüvenini gösteren bir şekilde dumanı üfledikten sonra sigarasını yere atıp başını kaldırdığında göz göze geldik.

Bakışlarımızı bir süre alamamıştık birbirimizden.

Zeynep sonunda dayanamayarak dirseğiyle beni sert bir şekilde dürttü. "Sen neye bakıyorsun öyle?" diye çıkıştıktan sonra çenesini sıvazladı. "Hem de en olmadık adamla... Bana bak, ne işler çeviriyorsunuz siz?"

"Saçmalama ya," diye itiraz ettim. "Ne işi çevirecekmişiz?"

"E, ne diye bakışıp duruyorsunuz ya şu adamla."

Bakışlarım yeniden İstanbul'a gitti. "Sana söyleme fırsatım olmamıştı ama bizim gönüllü ekip kurulmadan önce beni adliye binasından çıkararak hayatımı kurtarmıştı."

"Kim, İstanbul mu senin hayatını kurtardı?"

"Evet, neden şaşırdın ki? Biliyorsun, o gece tam dört kişiyi daha çıkarmıştı enkazdan."

"Aman bırak şunu ya. O adamları nereden bulup getirdiği bile tam bir muamma. Ben İstanbul'un insanların başına bela açmak dışında bir şey yaptığını hiç görmedim."

"Görünümü çok değişmiş. Ne olmuş bu adama böyle?"

"Onlara Felaketin Evlatları deniyor."

Zeynep'e döndüm. "Felaketin Evlatları mı dedin sen?"

"Evet, yeni mezunlar, serseri öğrenciler, sokak müzisyenleri ve doğayı korumak isteyenlerden oluşan bir topluluk işte. İstanbul, kütüphane binasını işgal ettiğinden beri, yani depremin ilk haftasından beri orada kalıyorlar."

Zeynep'in gösterdiklerinin hepsi de rahatsız edici ve korkutucu insanlardı. Erkekler birbirinden yakışıklıydı ve bir o kadar da isyankâr tavırlarıyla dikkat çekiyorlardı. Kızlar düzgün fizikleriyle yırtık kotları üzerlerinde gayet iyi taşıyorlardı. Ben onlara kıyasla daha olgun bir duruş içindeydim, aslında düz mavi kotum ve beyaz kazağımla yanlarında Rahibe Teresa gibi kalıyordum.

"Gülhane'de kütüphane olduğunu dahi bilmiyordum," dedim.

"Aslında orası Osmanlı'dan kalma tarihi bir yapı, padişahların alay törenlerini izlediği bir yermiş, eski ismi de Alay Köşkü'ymüş. Günümüzde Ahmet Hamdi Tanpınar Kütüphanesi olarak kullanılıyor. Tabii bu alternatif bir hayat kurduğunu iddia eden İstanbul salağının orayı işgal etmesine kadardı."

"Demek ki lafta kalmamış, dediğini yapmış."

"Ne demişti ki?" Cevap vermediğimi görünce, "Ondan uzak dursan iyi edersin," diye uyarmadan edemedi. "Çünkü çok çapkın," diyerek onun hakkında bildiklerini anlatmaya devam etti. "Ona kene gibi yapışan, kısacık şort giymiş şu kız var ya, muhtemelen yarın İstanbul'un yüzünü bile göremeyecek. Ama harbiden de güzelmiş, öyle değil mi?"

Kusursuz bir vücudu vardı ve İstanbul'la ikisi yan yanayken katalog çekimi yapan manken izlenimi veriyorlardı insana. Ama yemin ederim kızın sürdüğü fondötenle bir binanın dış cephesi rahatlıkla kaplanırdı. Tırnaklarını İstanbul'un kolunda gezdirişini izleyip homurdandım.

"Arada makyaj malzemelerini yiyip biraz da iç güzelliği yapsa fena olmazdı."

Zeynep dibimde kahkahayı basınca İstanbul'un üzerimize diktiği bakışlarının nedensizce daha da sertleştiğini fark ettim.

"Adam en güzel kadınları köşkünde topluyor ve aynı hatunla bir gece daha takılmıyor. Daha ne diyeyim sana?"

"Vay, vay, Konstantinopolis'ten dönme bilmem kaçıncı Sultan hazretleri, demek buralarda kendine harem kurdu ha." Bunları zikrederken aklım şüpheli davranışlar sergilediği deprem gecesine gidince dudak büktüm. "Gerçi ne diye şaşırıyorsam ondan her şey beklenir."

Oradan ayrılırken göz ucuyla İstanbul'a baktım. O sırnaşık kız ilgisini çekmeye çalışıyordu ama onun bakışları bizdeydi. Zeynep başını sağa sola sallayıp sırt çantamı yeniden yüklendi. Ardından imalı bir sesle son uyarısını yaptı.

"Şuna sakın yüz verme Aden, sonra çok uğraşırız ikimiz de."

"Hiç öyle bir şey yapar mıyım?" Hınzır bir şekilde gülümseyip koluna girdim. "Gel Zeynep kardeş, sana ateşle nasıl oynanır, öğreteyim," dediğimde yaptığım ironiye ikimiz bir kahkahayı bastık ve ardından dayanışma çadırlarına doğru yürümeye başladık.

Sırtımda hissettiğim bir çift göz bir müddet yerini belli etmişti. Yaşadıklarım sıra dışıydı ve kendi çabalarımla her geçen gün daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Onu çok yakında tekrar göreceğimi adım gibi biliyordum. Neler çevirdiğini öğrenmeden bana nasıl rahat yüzü yoksa eminim ki o da gördüklerimi anlatıp anlatmadığımı öğrenmeden rahat edemeyecekti. Kısacası bu park ikimize dar gelecekti.

 

 
Toplam blog
: 3
: 75
Kayıt tarihi
: 16.03.18
 
 

Ankara Üniverstesi Hukuk Fakültesi mezunuyum. Avukatım. Yaşayamadıklarımı yazarak yaşamaya çalışı..