Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Kasım '16

 
Kategori
İnançlar
 

Devriye nefeslerindeki sırlar ?

Devriye nefeslerindeki sırlar ?
 

devr-i çark


Devir sözcüğü dönmek dolanmak bir şeyin kendi çevresinde dönmesi ya da yörüngesi üzerinde dolanması zaman, çağ anlamlarına gelir. Tasavvufta devir terimi insanın yaradılışı konusunda geliştirilen kuramın adıdır.  
 
Mutasavvıflara göre insan evrenin özüdür, evrenden süzülmüştür. Var olan âlemlerin en alt basamağındaki madde âlemine düşen varlık önce ( su, ateş, hava, toprak) sonra mahlûkat, bitki, hayvan ardından insan biçiminde görünür. Ama devir burada bitmez, insan belirli aşamalardan geçerek ‘İnsan-i Kâmil’ olur. Sonrada kendi varlığından geçerek yokluk içinde varlığı bulur. Yani tanrısal güce ulaşır. Kısacası yine aslına başlangıç noktasına ulaşır. Sözden öze, ayrılıktan vuslata, şeriattan hakikate, kulluktan sultanlığa ulaştığında,
Yunus Emre Der ki;
 
“Benem ol aşk bahrisi denizler hayran bana
Derya benim katremdir zerreler umman bana”
 
Devr(varoluş) felsefesi nefeslerde Devr-i Daim olarak işlenir. Devr inancını konu edinen şiirlere devriye denir. Devriyeler; nefes, ilahi biçiminde yazılmış olabileceği gibi işlenen konu açısından da kümelendirilebilir. Devriye şiirlerinde konu karmaşık ve egemen dünya görüşüyle çatıştığı için bu alanda örnek sayısı çok azdır.
Alevi - Bektaşi inancında varoluşu açıklamak üzere oluşturulmuş döngü. Dünyaya gelirken izlediği yol haritası ‘hayrül beşer’ diye bilinen ayın üç şekli, (yarım ay, dolunay, hilal ay),güneş ve zühre yıldız’ıdır gelişin tarihi de âdemle ayni yaş olduğu çağdaş zamandır. 
Anasır-i Erbaa; toprak, hava, ateş, su ( hak, bad, nar, ab) demektir. Anasırdan bir libasa bürünmek de bu dört ana elementten bir elbise giyinmektir. Yani ‘devr felsefe’sindeki aşağıya inişin kademeleri anlatılmaktadır.  
 
Nesimi’de
 
Ger aslım sorarsan ben bir niyazım
Sabır ilmi derler yerden gelirim
Ve katre idim simdi han oldum
Arştaki kandilden nurdan gelirim.      
        
Böylece en aşağıya inen varlık, çeşitli biçimlerde tecelli ederek yaratılmışların en onurlusu olan insana döner ve derece derece yükselip tanrıya vararak varlık dairesi ya da varoluş çemberinin yükselen ikinci yarısını oluşturur. Buna yükselen eğri (devre-i arşiye, kavs-i nuzul) denir. 
 
“Ete kemiğe büründüm
Yunus diye göründüm”
 
Renkten renge boyanır Yunus o durakta... Kâh Âdem’le Cennet’ten kovulur, kâh Nuh’la gemiye biner. Miraca çıkar kimi zaman... Ateşte İbrahim olur, kimi zaman da ateş olur İbrahim’ e... Mansur’la asılır; ama ona urgan olan da kendisidir...Her sözün aşktan dile geldiğini, kendisinin ne kara ne de akı okuduğunu bildirir. Bazıları, bu sözlerden okur yazar olmadığı mânâsını çıkarırlarsa da o ,
“Dört kitabın mânâsın okudum hâsıl ettim
 
Aşka gelince gördüm, bir uzun hece imiş”
 
Yunus Emre diyerek, bütün bilgilerini aşk ateşinde yakıp yok ettiğini anlatır.
Varoluş Çemberi
Arştaki bir kandilden yani nur’dan başlatılmaktadır.  Bu da ilk akıl ile serüvenine başlamıştır.  Kademe kademe dolaşmaktadır. Hak’tan sudur eden ilk cevher yani Hakikati Muhammedi’ye; Nuru Muhammedi, Ruhul Azam, Ruh-u Muhammedi, Akl-ı kül, Akl-ı Muhammedi, Kalem, Nefsi Muhammedi inancı bütün Alevi–Bektaşi ulu ozanlarınca dile getirilirken Yer, gök ve her ne var ise bu kaynaktan hayat bulmaktadır. Bu kaynak Hak’tan kopmuş ve bu önsüz ve sonsuz kaynağa dönecektir.
Yunus Emre;
 
“Evvel benim ahır benim
Canlara can olan benim
Ağ üstünde kara dizen
Ol yazılan Kur’an benim”
 
Nur; Hak’tır, Delil’dir.  Çerağı’dır, Fitil’dir.  Ocak’tır, Alev’dir, Mum’dur. Hem sembol olarak yaşatılır hem gerçek olarak kutsanır.  Karanlığın karşıtıdır.  Hem doğa olarak aydınlıktır, hem düşünce olarak aydınlıktır.  Zifiri karanlığın bile karanlığını bir ufacık mum ışığı bozup aydınlatabilir. 



1-Varlık dairesinin en üst aşamasından aşağıya doğru iniş;
 
a)Başlangıç
-Aklı evvel - (ilk akıl)
-Ukulu tısa - (Akıllar)
-Nüfusu tısa - (Şekiller)
-Felek-i Azam - (En üst gök katı)
 
b)Burçlar
-Zuhal - (Satürn )
-Müşteri - (Jüpiter)
-Merih - (Merih)
-Şems - (Güneş)
-Utarit - (Merkür)
-Kamer - (Ay)
 
c)Karşıtlar
-Keyfiyatı hararet - (sıcaklık)
-Burudet - (kuruluk)
-Rutubet - (yaşlık)
-Yubuset - (soğukluk)
 
d)Ana elementler (Anasır-i Erbaa)
-Küre-i har - (Ateş)
-Küre-i hava - (Hava)
-Küre-i ma - (Su)
-Küre-i hak - (Toprak)
 
2-Varlık dairesinin en altı (Kavs-i Nuzul) ve yükselen eğrinin başlangıcı
 
a)Mahlûkat
-Cevheri Mercan
-Maaden Ahcar
-Maaden Mukantere
-Tayri Lezec
 
b)Nebatat
-Nebatat bi-tohum
-Ascari Musmüre
-Nahilli hurma
 
c)Hayvanat
-Enva-i hayvanat
-Nesnas Maymun
-Mertebi İnsan
 
3-Varoluş dairesinin son aşaması
-İnsan-i Kamil
-Hakka ulaşmak (Enel Hak)
 
Nur, Tasavvuf inancında Gerçek’tir, Hakikat’tir, işte o yüzden cemlerde önce çerağ uyandırılır, sonra sırlanır. (On iki hizmetten delilci hizmeti,)“Delil, sırlandıktan sonra (süpürgeci hizmeti) ile devam ettirilir.  Üç defa postun önü ayinle ilgili olarak „Nur ola sır ola, nur ola sır ola, nur ola sır ola“ denilip süpürülür.  
Geçmiş tarihlerde cem ayinlerinde mum yakılmıyordu çıra ve benzeri kolayca yanıp aydınlatan odunlar seçiliyordu, süpürülende ateşin külleridir. (Sırrı kal eyleyen ser’den gelmek ) ateşin külünün izah edilişidir. Odun kömürü sonradan tekrar yakılarak ateşe çevrilebilir. İşte bu yüzden ozanlarımızca dile getirilen (sırrı kal eyleyen ser )kömür ve külleridir. 
Hünkâr Hacı Bektaşi Veli’nin Hırka dağındaki ateşin küllerini savurması da yaşamın başlangıcı olan ateşin, nur’un, ışığın, evrenin özüyle, özdeşleşmesi için doğaya savrulmasıdır.  Yaşam karbon’la başlamıştır.  Hırka dağı ise eski bir sönmüş yanardağ’dır. Bilim adamları 19. yy. da varoluş fosillerini araştırırken yaşamın karbonla başladığını buldular. Yaşam kimyasal değişimler gösteren tabiata bağlı olarak organik oluşumların tamamlanması ile karbon gazının kimyasal bileşimlerinden oluşmuştur. 
Nur (Sudur) Felsefesi
İlk ışık kademesi olan hakk’tan, hemen her şeyin ondan yaratıldığı kabul edilen ilk akla (akl-i Evvel’in  Nuru, Muhammedi, Ruhul Azam, Ruh-u Muhammedi, Akl-ı kül, Akl-ı Muhammedi, Kalem, Nefsi Muhammedi’ye yansımasına) denilir. Böylece cevrimin kutsal kökenden (âlem-i gayb) duyularla algılanabilir, bilgiyle ulaşılabilir dünyaya (âlem-i şuhud) alçalan eğri’sinin dönüşümü başlamış olur. 
 
“Ben bir kitap okudum, kalem onu yazmadı
Mürekkeb eyleyeydim yetmeye yedi deniz.”
 
Yunus Emre burada okuduğu kitap Hakk’ın yazdığı kâinatın kitabıdır. Allah; Hu, hay ve sonrasında Hakk olup potansiyel kazandıktan sonra „dönüşümler“ geçirerek, yani kendine „yabancılaşarak“ kendinden daha az şeyler içeren daha az kendisi olarak beliren aşamalara doğru yol alarak, doğal element’e saf cevher’e değin iner. 
 
Yunus Emre;
 “Ölür ise ten ölür,
 Canlar ölesi değil “ 
 
Derken böylece inançta „varoluş çemberi“ olarak algılanan „çevrim “in, kutsal köken ’den çıkıp görünür evrene doğru inen alçalan evresinin son durağında hareketi tamamlamış olur. 
Varoluş Çemberi’nin bu ilk yarısı tümüyle bir inanç ürünüdür.  Gönül Bilgisi’yle (sezgisel akıl)’la ulaşılan, batıni bilince öncelik verilerek açıklanan ve geçici görünür gerçekler olarak algılanan, nesnel dünyaya göre „değişmez, kalıcı ve ebedi“ bulunan bu idealist düşünce „Metafizik aydınlanma“nın doğadan önce var olan ve diyalektik yöntemle gelişerek „kainatlaşan“ ve insan bilincinde kendini bulan „mutlak düşünce“ sinden başka bir şey değildir. 
Yunus Emre;
“Canlar canını buldum, bu canım yağma olsun
Assı ziyandan geçtim dükkânım yağma olsun!”
 
Önce „mutlak bir düşünce“ vardı, yani mana her şey bu mutlak düşünceden oluştu, diyen metafizik aydınlanmacılarla önce „mutlak hiçlik“te bir tanrı vardı, her şey O’nun kendine yabancılaşmasıyla, yani diyalektik „dönüşüme“ uğramasıyla „görünür gerçekler“ durumuna geldi diyen; Horasan’dan Anadolu’ya gelen Erenlerin inancı, tam bir örtüşme gösterir. Onun içinde gerçek bilgi ne idealizmin anlattığı gibi tek bütün ruh ne de materyalizmin anlattığı gibi maddedir; tasavvufta sırlı olan kâinatın ruhu ve maddesiyle yaşayan canlı bir organizmadır.
Edip Harabi ;   
Daha Allah ile cihan yok iken
Biz ani var edip ilan eyledik
Hakk’a hiç bir layık mekân yok iken
Hanemize aldık mihman eyledik
 
Kendisinin henüz ismi yok idi
İsmi söyle dursun cismi yok idi
Hiç bir kıyafeti resmi yok idi
Şekil verip tıpkı insan eyledik    
       
Hakk’tan en uzak nokta olarak beliren doğal element, saf cevher ’den çıkıp yabancılaşmadan uzaklaşacak her adımda daha çok tanrının kendisi olacak biçimde dönüşümler geçiren yükselen eğrinin (kavs-i uruc) hareketi ile başlar.
Tasavvuf felsefesinde manadan- maddeye inilmesiyle birlikte, Varoluş Çemberinin yükselen eğrisinin hareketi bütünüyle başlangıcı itibariyle idealist felsefenin ruh, boşluk olarak bulunan yapı bir başlangıç noktasında sonra ise materyalizm zemininde maddeci düşünce üzerinde yürür. Farkı bunun materyalistler kendiliğinden olduğuna inanır. Tasavvuf ise bunu bir Yaratıcı tarafından yaratılıp başlangıcın onun ‘Kün fe kün’ demesiyle ‘Ol deriz Olur’  Nesnel-toplumsal evren tanrısal özün görünüşe çıkan bir „yaratısı“ olarak algılanmasına karşın; gerçekte bir öncel yaratıcıdan başka bir şey değildir. İdealistler ise olanın maddi yapısının hiç olmadığına inanır. Oysa kâinat ruhu yani canı ile yaşayan bir organizmadır.
Yabancılaşmanın son noktasında en az Allah olan ‘Şey’in nesnelleşmesi olduğu için doğal element/saf cevher ya da bunun akli, ruhu, Allah’ın da Allah’lığını yapamayacağı bir nur (sudur) aşamasını simgeler. Burada çıkarılacak sonuç şu olmalıdır. Manadan maddeye geçen yapı vahdetten kesrete düşmüş bütünsel yapısı Hak olsa da parçalarının her biri bütünden Hakk’ın yansıması olduğu için bütünden ayrı gayrı bir şey de yapamaz bütünün gösterdiği kül halinde bütünsel yeti ve güçleri yani Esmaların tamamının gücünü yapamaz belli ölçülerde Kemalete erdikçe bazı kabiliyetler kazanır.
Bu noktada ilkçağ Aydınlanmacılığı’nın canlı-cansız doğanın kurucu ilkeleri olarak öne çıkardığı „toprak, su, hava, ateş“ nesneleri yakalanır.  Ve idealizm ve materyalizm diye kırılan bu iki akım, tanrının bilgisi, yönlendirilmesi dışında kendi yasaları, kuralları içinde adım adım yabancılaşır ve gerçekten uzaklaşan bir sürecin başlangıcı olurlar. Oysa kâinat idealistlerin dediği gibi sadece bir mana düşünce ya da ruh değil, yine materyalistlerin dediği gibi yalnızca madde olan bir yapı değil yaşayan, nefes alan, her an yenilenen ruhu, canı olan canlı bir yapıdır.
 
 
 
 
Varoluş çember’inde „yükselen eğri“nine dönüşümleri giderek soyuttan somuta evirilir. Her şeyin dünya çevresinde döndüğü algısıyla beslenen ve çember yayını izleyen hareketin soyutlanması olarak bilince çıkan zaman sürecinde dokuz ruh, dokuz akla verilen bilgilerin görüntülerinin belirdiği tanrısal mekânlar olarak Atlas, Burçlar, Zühal, Müşteri, Merih, Zühre, Utarit, Güneş, Ay biçiminde somutlanır.  Bu dokuz gök katından özelde nesnel süreci, yaşamı önceleyen ve karşıtlıklar biçiminde varlığını gösteren (zıtların birliği) nitelikler olarak ‘Ve min kulli şey’in halaknâ zevceynî leallekum tezekkerûn(tezekkerûne)’ Ve Biz, herşeyden (zıttıyla kaim kılarak) çift yarattık. Umulur ki böylece siz tezekkür edersiniz, öğüt alır düşünürsünüz’[1] yani böylece  ‘„sıcaklık-soğukluk“, „kuruluk- yaşlık“vb.  Öğeler belirir. 
Burada Çin, Hint, Iran, Yunan-Anadolu düşüncelerinin bir bileşimi „İlkçağ aydınlanma“ felsefesinin bire bir izlerini görürüz. Çünkü gönderilen 124 bin Peygamber ile her topluma aslında kendi meşrebince Hak dilince seslenmiştir. Biz Buda’nın Şaman’ın ya da Zerdüş’ün Peygamber olmadığını bilmeyiz. Görünen sonsuz çeşitliliğin kuru-yaş, aydınlık-karanlık, sıcaklık-soğukluk, boşluk-doluluk, artı-eksi vb. karşıt güçler taşıdığı; gelişmenin, değişmenin „itici“ gücünün bu olduğu sezisi Tasavvuf felsefesinde önemli yer tutar. “Tanrı-Kainat-İnsan“ Varlık birliği-Vahdeti Mevcut) kutsal üçlemesini, „tez-antitez, sentez“ biçiminde besleyen de bu yaklaşımdır. 
Önsüz, sonsuz olarak algılanan bu öğe ve niteliklerin ilişkisinden „üç âlem“ yani „cansızlar âlemi“, „bitkiler âlemi“, „hayvanlar âlemi“ ortaya çıktı. Çevrimde yükselen eğri’nin son halkası „hayvanlar âlemi“ derece derece yükselerek Hakk’a ulaşan ve eksiksiz insani temsil eden „İnsan-i kâmil aşamasıyla son bulur.
Büryanî Baba bir deyişinde, 
Canlı cansız cümlemiz bir nesneden
Var oluyor bu bir hikmet sultanım
 
 
 
Alevi Bektaşi İnancında Devr- Devriyelere Örnek 
 
Alevi Bektaşi inancının içinde en önemli nefesler devriye adı verilen kâinatın oluşum sebebini anlatan nefeslerdir. Bunların en güzel örneklerinden birisi de Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin torunlarından Bektaş Çelebi(Şiri)’nin ‘Cihan var olmadan ketm-i âdemde’ devriyesidir.
 
“Urum diyarını ben irşâd ettim
Horasan’dan gelen Bektaş idim ben”
 
        Bektaş Çelebi (Şîri) 1710-1761 Hacı Feyzullah Çelebi’nin büyük oğludur. Babası’nın ölümünde 49 yaşında bulunan Bektaş Çelebi, Mustafa III tarafından  verilen bir fermanla Hacı Bektaş Veli Dergahı’na postnişin olarak atanmış, iki yıl kadar bu görevde kalmıştır.Çok güçlü bir şair olan Bektaş Çelebi, şiirlerinde Şîri mahlasını kullanmıştır. Bektaş Çelebi 1761’de ölmüş Hacıbektaş Bâlâ mahallesinde bulunan özel türbesinde toprağa verilmiştir. [2]
Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişinlerinden Şir’i Bektaş Çelebi, Devriye adlı şiirinde şöyle diyor:
Cihan var olmadan ketm-i ademde
Hakk ile birlikte yektaş idim ben
Yarattı bu mülkü çünkü ol demde
Yaptım tasvirini nakkaş idim ben
 
Henüz Âdem, kâinat-evren yok iken ben Hak ile birlikte idim; Hakk’ın, evrene hayat veren varlığın özünde idim ve kâinat-evren varlığımızdan var oldu. Onu nakış gibi işleyen, biçimlendiren bendim. 
Varlık tanrıdan taşan bir ışıktır. Mutlak varlıktan çıkan bu ışık akıllar aracılığı ile maddenin dört öğesine (toprak, su ,hava ,ateş) değin inerek varlık dairesi yada var oluş çemberinin aşağı doğru inen ilk yarısını oluşturur.  Buna alçalan eğri (devre-i fersiye, kavs-i nuzul) denir.
 
Anasırdan bir libasa büründüm
Nar-u, bad-ü, ab-ı Hâk’ten göründüm
Hayr’ül-beşer ile dünyaya geldim
Âdem ile bile bir yaş idim ben
 
“Devr-i daim ile ateş, hava, su, toprak” dört ana elementten vücut buldum. Canlıların içerisinde aklı, fikri, yaratıcı özelliği olması itibarıyla en hayırlısı idim ve Âdem var iken ben de var idim” diyor.
Âdem’in sulbünden Şit oldum geldim
Nuh-u Nebî olup Tufan’a daldım
Bir zaman bu mülke İbrahim oldum
Yaptım Beytullah’ı taş taşıdım ben
 
İsmail göründüm bir zaman ey can!
İshak, Yakup, Yusuf oldum bir zaman
Eyyüp geldim çok çağırdım El’aman
Kurt yedi vücudum kan-yaş idim ben
 
Âdem’den Şit olarak doğan ben idim, Nuh Nebi, Beytullah’ı yapan İbrahim ben idim. İsmail, İshak, Yakup, Yusuf ben idim. Vücuduna kurtlar düşen, Eyyüp Nebi ben idim diyor. Onların içindeki Muhammedi Cevherin hep aynı öz olduğu o özün Hak’tan olduğu anlatıldığı gibi tüm peygamberlerin felsefi açıdan yüzyıllar önce yaşayan peygamberlerin hem akraba oluşu bir sülbten tertemiz rahimlere aktarılarak ilk yaratılan batın âleminde Muhammed’in  nuru olduğu Adem’in bu nura kap olduğu, hem de bu gelen tüm peygamberlerin özünden anlayıp, onların insanlığa verdiği hizmeti bugün de kendisinin vermeye çalıştığını ve mânâda onlarla bütünleştiğini söylüyor buna da Vahdet diyoruz. İnançsal açıdan da Viranî Baba’nın bir beytinde şöyle derken, 
Bin bir dondan baş gösterdi Mürteza
Biz bir bildik dedik Allah-Eyvallah
 
Şah-ı Merdan Ali’nin zahirde farklı zaman, mekân, don (beden) ve isimlerde gelen, ama gerçekte bir olan Hakk’ın varlığını temsil ettiğini anlatıyor. Hak-Muhammet-Ali birdir. 
 
 
 
 
Şu fena mülküne çok gelip gittim
Yağmur olup yağdım ot olup bittim
Urum diyarını ben irşad ettim
Horasan’dan gelen Bektaş idim ben
 
Şir’î burada, fiziğin de konusu olan, “Evrende hiçbir madde yok olmaz, yoktan da var olmaz” ilkesine dayalı “Maddenin Korunumu Kanunu”nu öngörüyor. Bu dünyaya çok defa gelip gittim, bedenimin eridiği toprağa düşen yağmur ve o topraktan çıkan ot ben idim. Anadolu’yu irşat eden Horasan’dan gelen Hünkâr Hacı Bektaş Veli ben idim derken de mânâda aynı düşünceyi paylaşmasını, içselleştirmesini ifade ediyor.
 
Şimdi hamdülillah Şir’î dediler
Geldim, gittim, zatım hiç bilmediler
Kimseler bu remzi fehm etmediler
Her gelen mahlûka kardaş idim ben
 
“Şimdi (dünyada bulunduğum anda) bana Şir’î dediler. Bu dünyaya çok geldim, gittim, ama sırrımı kimseler düşünüp, tefekkür edip bilemedi. Her gelen varlığa kardeş idim.”
Bilim adamları, “Evren başlangıçta bir ışık ya da enerji kütlesiydi. Bazı koşullar sonrasında büyük bir patlama oldu ve o enerjinin çözülmesi sonucunda da bütün canlı ve cansız varlıklar evrimleşerek hayat buldu” derler. Şir’i Bektaş Çelebi, bu noktayı işaret ederken aynı zamanda bütün varlıkların Hakk’ın bir tezahürü (görünür hali) olduğunu, dolayısıyla O’ndan var olduğunu söylüyor.
 
 
Toplam blog
: 447
: 1524
Kayıt tarihi
: 20.09.13
 
 

06 Mayıs 1974 Çorum Sungurlu'da doğdu. Yaşamının büyükçe bir bölümünü Mamak'ın gecekondu mahalleler..