Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Aralık '14

 
Kategori
Anılar
 

İstanbul'da bir civan İstanbul kadar viran

İstanbul'da bir civan İstanbul kadar viran
 

18’ini geçti gurbetçiliğim. Artık yetişkin bir delikanlı oldu. 20’ye merdiven dayadı, neredeyse askerlik çağı geldi. Maziye daldım, şerit gibi akarken ömrümün yarısı aklımın beyaz perdesinde,  gençliğimin ilk demlerinin halet-i ruhiyesini tekrar yaşadım. Hayat yolumun kilometre taşlarını bir bir geri sarıp o ilk günlere döndüm.  Kendimi hala buralara ait hissetmeyişimin, yabancılığımın bunca yıldır sürmesinin, ruhumun bir türlü daimi ikamet izni alamayışının  izlerine rastladım orada.

Fırından yeni çıkmış taze bir Anadolu civanı (Mecaz değil, bizim memleket Eylül’de de fırın gibidir, bilen bilirJ )sabahın 5’inde ilk ışıklarla Üsküdar’a inmişti ve boğazın enfes iyot kokusu ne kadar da benziyordu Akdeniz’in nefesine. Güvercinler kah konup kah uçuşuyorlardı. Kahvaltılarını ne onlar, ne kargalar etmemişti henüz.  Şeridin kareleri bu sahnelerle başlamıştı.

İstanbul’a ilk geldiğimde en önce farkettiğim şey, insanların yüzlerinin hep asık olmasıydı. Yolda, otobüste, bir kamu dairesinde, her yerde. Endişeli, tavırlı, bıkkın, yorgun binlerce yüzle karşılaştım. Benim memleketim neşeli, heyecanlı, yüksek sesle konuşan mizah duygusu yüksek insanların yoğun olduğu bir yer. Tanıştığının 5. dakikasında eğer kanı kaynadıysa karşısındakine “canım” diye hitap edebilir yörem insanı. Hiç alışkın değildim bundan ötürü bu iç karartan yüzler denizine. Benden bir yıl önce gelen arkadaşımla paylaştım bu tespitimi. “Gel seni İstiklal’e götüreyim. Orada daha renkli simalarla karşılaşırsın” dedi.  

O günü çok net hatırlıyorum. Caddenin başına geldiğimde durdum, sel gibi üzerime üzerime gelen kalabalığa ortalama 15 cm. yukarıdan bakarken ürperdim. Böyle bir manzarayla ilk kez karşılaşıyordum. Yüzlere odaklandım; evet, nispeten gülen, rahat, dingin suretlerdi. Ama yine de tedirgin edici, ikna etmeyen  bir tarafı vardı. Biraz daha gözlemleyince adını koyar gibi oldum:  Maskeliydi bu suretler. Özgüvensizliğini tuhaf giyim tarzının üzerine kondurduğu aşırı emin yüz ifadesiyle gizleyenler, kahkaha atarken bakışlarıma yakalanıp salise denecek kısalıkta da olsa kederi yüzüne yerleşip sonra tekrar gülmeye devam edenler, yüzüne  güvendiği bir dostuyla omuz omuza gezmenin ferahlığı yapıştırılmış, fakat gözlerinin derinliklerinde kazık yediği bir arkadaşıyla metazori  bir birlikteliğe mecbur kalmışlığın nemrutluğu, sahte tasdik ifadeleriyle bir yandan yürüyüp bir yandan yanındakini dinleyenler…  Metropolün kendine özgü  haddehanesinde erittiği ve monotip kalıplara döktüğü insanlar… İstisnası neydi derseniz,  kumrularJ Evet evet…Sevdalılar. Onların maskesi falan yoktu,  içleri olduğu gibi yüzlerindeydi. Gülümsemelerinden,  yüreklerinde (hayır mide değil, o İngilizlere mahsus bir uyduruk) uçuşan kelebeklerin fena gıdıkladığı anlaşılıyordu. Özellikle bazılarının henüz çok taze olduğu ayan beyan ortadaydı. Her yaştan Ferhatlar, Şirinler, Keremler, Aslılar, Leylalar, Mecnunlar… Gıptayı ve hüznü aynı anda hissettim onlara bakarken. Akdeniz’in bize komşu bir kentinde, İnce Memed’in diyarında bıraktığım yârim düşmüştü yadıma… 

Ünlü bir tatlıcıya girdik (Sonradan sahibi Şehremini olduJ ). Bize yaklaşan garsonun uzaktan birazdan sunturuklu bir küfür savuracakmış gibi duran suratı, yanımıza geldiğinde ustaca bir transformasyonla  Çarkıfelek’teki Mehmet Ali Erbil kıvamına geliverdi.  Gülümsedim elimde olmayan bir refleksle.  Bir anı gelivermişti  gözümün önüne. Tarsus’da  10-15 liseli arkadaş  gittiğimiz bir lokantada, bir arkadaşımın ısrarla dürümünde domates olmamasını istemesine rağmen dürümü domatesli getiren garsonun tavrı gelmişti aklıma. Arkadaşımın sitemvari fırçasını gururuna yedirememiş, hemen yanımızdaki dereye dürümü uzatıp “tamam abi atayım ben bunu, senin canın sağolsun” demiştiJ Arkadaşım kayıtsız kalmamıştı bu naif tepkiye, almıştı hemşehrisinin gönlünü. O kadar bizdendi ki, kızmıştı ama kıyamamıştıJ Onun için ha domatesli dürüm, ha içine serpiştirilmiş patateslerle durumu kurtarılmaya çalışılmış sümük kıvamlı bamya. Gitmesini beklemişti, sonra  tek tek ayıklamıştı domatesleri dürümün içinden; afiyetle yemişti.

Tatlı yedik, tatlı konuştuk, çıktık tatlıcıdan. Garson, uğurlarken 40 yıllık müşterisiymişiz gibi ihtimamlı, şaşalı bir reveransla postaladı bizi. Onu fena kontrpiyede bıraktım, bir adım atıp hiç beklemediği bir anda bir döndüm baktım ki geriye; tek kaş havada, sinirle karışık küçümseyen “taşralı ibibikler sizi” ifadesiyle yakalandıJ Bahşiş bırakmamıştık ondan zahir. Akıntıya bıraktık kendimizi yine caddede.  Artık dikkatimi vermiyordum yüzlere, tavırlara. Kan şekerim yerine geldiğinde normale dönüyorum zira. Dünya umrumda olmuyorJ O gece uykuya dalmaya çalışırken biri Şam’dan öteki Halep’ten beriki Bağdat’tan karmakarışık duygular fink attı durdu içimde. Uzunca bir süre dalamadım, ne ara sızdım bilmem… Uzaklarda kalan yârimin el sallayıp bana koştuğunu görünce daldığımı anlamıştım… 19 yıl önceydi, ama dün gibi…

İstiklal ile ilişkimiz birbirini sadece işi düşünce arayıp soran koftiden dostların ilişkisi gibi son yıllarda. Senede 3-5 defa gider oldum bu bende iz bırakan insan nehrine. Birkaç gün önce, bir dostumla “hadi gidelim” dedik, “nicedir gitmedik.” Gezdik en başından ta Asmalı’nın oralara kadar. Arada sokak müzisyenlerinin resitallerini dinledik keyiflenerek. 6-7 yaşlarındaki darbukacı bir çocuğu üşenmedim (benim eğilmem bildiğin 19 mayıs merasimi, yarı yarıya bükülmek meşakkatli iş benim için) gittim öptüm yanaklarından. Ne çaldı be kerata! Utanmasam Çukurova damarıma engel olamayıp başlıyacam köçek gibi bir sağa bir sola kıvırmaya. Ama yalnız değildim, göz göze gelip gülüştük Trakyalısıyla, Lazıyla, Zazasıyla. Neyse ki dostum Elazığ gakkoşu, tuttu kolumdan sürükledi “bilader  acıktın sen yürü” diye. Döndük Hasnun Galip Sokağı’ndaki hemşerilerimizin işlettiği ocakbaşında karnımızı doyurduk. Kebaba limonu boca ediyordum ki, yaklaştı garsonun  biri “abi sen bizdensin belli ki” dediJ Memleket havası esti o an… Güzelce bir sıcakladım o Aralık soğuğunda…     

Biraz Nevizade, biraz sahaflar; çıktık, karıştık yine haddehanenin lavlarına. Kaynaştık koca şehrin yanyana ama mesafeli kalabalıklarıyla. Derdi, gamı, sürtündükçe örseleyen gurbet yıllarını  unutmuş gibi yaptık. Şakalaşıp gülerek  yürürken;  bir an gözlerim şaşkın, mahçup ama gözlemci bir çift göze takıldı. 18 – 19 yaşlarında, uzaklardan uçup geldiği belli, ürkek bir kuş misali bir delikanlıydı…  

 
Toplam blog
: 13
: 219
Kayıt tarihi
: 25.10.13
 
 

Arada ilham perileri uğruyor, fısıldıyorlar birşeyler. Ben de duyabildiğim kadarını karalayıveriy..