Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Kasım '15

 
Kategori
Eğitim
 

Maarife adanmış bir ömür: Nurettin Topçu

Maarife adanmış bir ömür: Nurettin Topçu
 

Maarifimize Adanmış Bir Ömür


Kısa Tarihçe-i Hayatı:

Nurettin Topçu üstadımız İstanbul Süleymaniye’de 1909 yılının soğuk bir kış günü Erzurumlu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gözlerini açtı. Dedesi Rus işgaline karşı Erzurum’u toplarla savunduğu için ailesine Topçuzâdeler denmiş. Çocukluğu Osmanlının zor zamanlarında geçti. Koca bir dünya savaşını yaşadı çocuk yüreği. Bu zor zamanlarda kitap ve gazeteler hayatına girdi. Türkçe muallimi Nâfiz Bey sayesinde Akif’in şiirleri ile tanıştı. Orta öğrenimine devam ederken babadan yetim kaldı.

Yokluklar onu felsefeye meylettirdi. Bu alanda kendini geliştirmek maksadıyla girdiği imtihanı kazanarak Fransa’ya giden beş kişiden biri oldu. Fransa’da aksiyon (hareket) felsefesinin kurucusu Maurice Blondel’i tanıdı. Blondel üzerinden başlayan mistik ilgileri Louis Massignon etkisiyle İslâm tasavvufuna, özellikle vahdet-i vücûd felsefesine doğru gelişti. Hallâc-ı Mansûr’un, Yûnus Emre ve Mevlânâ’nın eserleriyle bu yıllarda tanıştı. Sorbonne’da ahlak alanında felsefe doktorası veren ilk Türk Nurettin Topçu üstadımız olmuştur. Doktora tezi sonrasında kendisine yapılan tüm teklifleri geri çevirerek Fransa’da kalmayı kabul etmeyip; ülkesine bir muallim olarak dönüş yaptı.

Ülkesine dönüşü ile Galatasaray Lisesinde Felsefe muallimi olarak felsefe ve sosyoloji dersleri okuttu. Muallim, dürüstlüğünden ve adaletinden şüphe edilmeyen insandı ona göre. Okul müdürünün bazı öğrencilerine geçer not vermesi talebini geri çevirmesinin ödülü olarak İzmir’e tayin emrini aldı. İzmir’de “Hareket Dergisi”ni yayımlamaya başladı. Yazılarıyla dikkatleri üzerine çekti. Daha 4. Sayısında Cumhuriyet’i kuran kadroyu eleştirdiği ileri sürülen “Çalgıcılar” yazısı ile tayini çıkartılarak; tekrar İstanbul’una kavuştu. Ancak İstanbul Vefa Lisesinde dört yıllık muallimlikten sonra bu kez Denizli İsmet İnönü Lisesi’ne tayin edildi.

On yıllık yaşadığı sürgünden sonra bir kez daha İstanbul’a dönen üstadımız, İstanbul Erkek, Vefa ve Haydarpaşa Lisesi’nde felsefe derslerine girdi. Bu arada Bergson’la ilgili teziyle felsefe doçenti unvanını aldıysa da İstanbul Edebiyat Fakültesinin akademik seçkinleri(!) ve oligarklarınca kadroya kabul edilmedi. Ayrıca Robert College’da tarih (1946-1961), İstanbul İmam-Hatip Okulu’nda psikoloji, felsefe, din psikolojisi ve dinler tarihi (1955-1960)öğretmenliği yaptı. Robert College’deki talebeleri bu ilim deryasından kana kana içmişler midir bilinmez ama; İstanbul İmam-Hatip Okulu’nun idealist ve lider ruhlu talebelerinin üstadımızı hep minnet ve rahmetle andıkları aşikardır.  1960 ihtilâlinden sonra bu ek görevlerine son verildi. 20 Kasım 1974’te yaş haddinden emekli oldu. Kısa süren bir hastalıktan sonra 10 Temmuz 1975’te Rabbine iltica etti. Fâtih Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Topkapı Kozlu Kabristanı’na defnedildi.

Bir Hatıra:

Çalışması Sorbone Üniversitesi Felsefe Jürisi tarafından yılın en başarılı doktora tezi seçilir. Üniversitenin geleneklerine göre birinci olan öğrenciler mutlaka ödüllendirilir. Bunun üzerine yetkili Profesör, Nurettin Topçu’nun yanına gelerek durumu anlatır ve ödül olarak neyi istediğini sorar:

- Efendim, bir altın saat mi? Amerika veya Kuzey Avrupa’ya bir mavi yolculuk mu?

Hangisini tercih edecekseniz onu alacaksınız veya o ülkeye ziyarete gideceksiniz!

Nurettin Topçu, kararlı ve gayet kendinden emin bir şekilde bu soruya şöyle cevap verir:

- Hiçbiri değil!

- O zaman ne istiyorsunuz?

- Sorbonne Üniversitesi’nin giriş ve çıkış kulelerinde yirmi dört saat ay-yıldızlı Türk bayrağının dalgalanmasını istiyorum!

- Derhal bu isteğiniz yerine getirilecektir!

Nurettin Topçu Fikriyatı:

Nurettin Topçu üstadımızın Fransa dönüşünde çocukluk arkadaş Sırrı Tüzeer’in vesile olmasıyla gönül dünyasına Nakşî Hasib Efendi (Yardımcı) ve Abdülaziz Efendi (Bekkine) girdi. Abdülaziz Efendi’ye intisap etti. Ayrıca Celal Ökten Hoca’dan İslâmî ilimler, İslâm tarihi, kelâm ve felsefe yönünden faydalanmış, daha sonra İmam-Hatip Okulu’nun kuruluşu sırasında programların hazırlanmasında onunla beraber çalışmıştır.

Fikrî ve siyasî faaliyetlerini Türk Kültür Ocağı ve Milliyetçiler Derneği’nde sürdüren Nurettin Topçu üstadımız, Millî Türk Talebe Birliği, Aydınlar Ocağı ve Türkiye Millî Kültür Vakfı’nın bazı faaliyetlerine katılmış, seminer ve konferanslar vermiştir. 1960 ihtilâlinin ardından Ali Fuat Başgil’le birlikte Adalet Partisi’nin kuruluş çalışmalarına katılmış ve 1961 seçimlerinde Konya’dan senatör adayı gösterilmiştir.

Üstadımızın fikir hayatında ve davasında Anadolu’nun tarih ve kültürünün yapı taşlarını oluşturan Selçuklu-Osmanlı tecrübesini merkeze alan, buradan en geniş ve belirleyici daire olarak İslâm’a ve özellikle tasavvufa intikal eden, Batı dünyasına ve insanlık tecrübesine uzanan bütüncül bir düşünce dünyası vardır.

Üstadımızın fikriyatının temelinde ise İslam’dan beslenen “ahlak” üzerine temellendirdiği yeni bir insan, millet, devlet modeli inşa etme çabası vardır. “Hareket Dergisi”, onun çilesini çektiği davasının sığınağı olmuştur. Bu dergide din, tasavvuf, ilim, sanat, edebiyat, tarih, felsefe alanlarında manifesto niteliğinde yazılara imza atmıştır. İslam’dan uzak bir milliyetçiliği reddetmiş; maneviyattan uzak olan kapitalizm, komünizm, sosyalizm, modernizm, kültür ve medeniyet, sanayileşme, kuvvet ve teknoloji meselelerini kendince geliştirdiği bir üslup ve muhteva ile tartışmıştır. Mukayeseli olarak Batı, Doğu ve İslâm medeniyetlerini ele almıştır.

Tüm şer ve batıl olana “isyan”; sonrasında “hareket” ve dik duran bir “irade”nin adı oldu Nurettin Topçu. O, mutlak itaate giden yolu isyanda bulmuştu. Bir hareket, ancak kendi içerisinde başkaldırdığı nizama karşılık yeni ve zorunlu olarak daha üstün bir nizamın iradesini taşıyorsa isyan adını alabilir.(İsyan Ahlâkı, s. 195). Hareketin yönü Allah’a doğru yükseliştir. Anarşizm imha ederken, isyan ahlakı inşa eder. Anarşizmde kargaşa, isyan ahlakında düzen vardır. İsyan ahlâkını anarşizmden ayıran şey ebedî ve âlemşümul merhamet nizamına bağlı olması, sonsuz kuvvete itaat ve teslimiyetle neticelenmesidir.

Hareket”, ferdin kendi kendisini ve başka varlıkları bir üst mertebeye ve sonsuzluğa doğru değiştirmesidir. Bu hareket aynı zamanda, kendini ve eşyayı tanımanın en emin yolu olarak ahlâkî bilginin kaynağı ve tecrübe edilerek ulaşılan iyilik fikrinin nüvesidir. İradeye yaslanan ve bir amaca doğru seyreden eylem gerçek ve hür hareket, ahlâkî hareket adını alır. Tam ve gerçek hareket her defasında en iptidai bir karar ve feragatte bile bütün âleme yayılış, oradan sonsuzluğa geçiş, sonsuzluktan aldığı kuvvet, bütün âlemden aldığı ibretle ve zekâ ile iradenin bütün kuvvetlerini kullanıp tekrar ferdî âleme dönüş ve bu noktadan âlemle temastır (VarOlmak, s. 17, 18).

İrade” insanın iç ve dış duyulardan, tabiattan ve cemiyetten aldığı etkileri karşılayan, ardından öznel ve kişisel karara dönüşen, nihayet hareket şeklinde dışa vuran bir kudret, Allah’a kadar yükselmek isteyen içsel, mistik bir kuvvettir (İradenin Davası, s. 17-18, 23).Zekâ tek başına bu seviyede bir hareketi gerçekleştiremez; deruni bilgi ve sezgiye dayalı düşünce mutlaka ona eşlik etmelidir. İrade insanın iç ve dış duyulardan, tabiattan ve cemiyetten aldığı etkileri karşılayan, ardından öznel ve kişisel karara dönüşen, nihayet hareket şeklinde dışa vuran bir kudret, Allah’a kadar yükselmek isteyen içsel, mistik bir kuvvettir. (İradenin Davası, s. 17-18, 23).

Hürriyet duygularla benlik (şuur) ve iradenin, kararla hareketin çarpıştığı muazzam sahnedeki tercihlerde tam karşılığını bulur. Duyulardan başlayarak Allah’a kadar yükselen merhalelerin her birinde insandaki rahata, hayatla barışık olmaya, uyuma meyilli güçler devreye girer ve irade ile çatışır. Aynı zamanda yetiştirici ve yükseltici fonksiyonu olan ıstırap da bu çatışmalar sırasında meraklar, sıkıntılar, vehimler, meyiller arasından doğar. Bu mânada “ıstırap” müsbet bir şeydir, çünkü büyük hareketler büyük ıstırapların eseridir. Topçu’nun dönemin diğer milliyetçi-muhafazakâr düşünce çevrelerinden ayrılan tarafları bu üst kavramlarda başlamaktadır. Genellikle milliyetçilik ve muhafazakârlık toplumun yerleşik değerlerini, örf ve âdetleri, devlete itaati bir şahsiyet olarak insandan ve hürriyet fikrinden daha üstün bir yerde konumlandırmakta, Durkheim – Gökalp çizgisini takiben vazifeyi öne çıkararak sosyal determinizme bağlı cemiyet adamı yahut iyi vatandaş aramaktadır. Topçu şahsiyeti geri plana iten bu yaklaşımın kişi ve toplumları sürü haline getireceğini, sonuçta hem tarihi hem de bugünü eleştiri süzgecinden geçirme teşebbüslerini engelleyeceğini ileri sürmektedir. Ona göre cansızlar, bitkiler ve hayvanlara mahsus özellikleri bünyesinde barındıran insan eşref-i mahlûkat olma özelliklerini bir ferdiyet ve şahsiyet olma çabası içinde kazanır.

Nurettin Topçu üstadımıza göre dinî mistik tecrübeden çıkan bir de “tasavvuf metafiziği” yahut mistik nazariyat vardır. İslâm tasavvufu bu tarafıyla Kur’an’dan kalp ilmini çıkaran bir felsefedir. Ayrıca İslâm felsefesi adı verilebilecek düşünce geleneği de esas itibariyle tasavvuf olmalıdır.  Topçu’nun tasavvuf anlayışı onun bilgi, bilim ve felsefeyle ilgili düşünce ve yorumlarını doğrudan etkilemiş, hatta büyük ölçüde belirlemiştir. Ona göre insanın kanun ve nizamı bilme ve birliği tanıma istikametinde seyreden düşünme ve bilgi kademelerini belli bir hiyerarşi içinde ele almak gerekir. Kendi sınırları içinde kalmak ve bir sonraki üst kademeye yol açmak şartıyla duygu, akıl, sezgi, aşk, ihtiras ve merhamet üzerinden elde edilen bilgilerin her biri değerli ve geçerlidir. İnsanın varlık üzerindeki hareketi şeklinde de anlaşılabilecek düşünme ve bilgi, his ve tecrübe düzeyinde ilme, akıl düzeyinde felsefeye, aşk ve ilham düzeyinde ilâhî ve sonsuzluk bilgisine, hakikat aşkına kaynaklık eder. Duyularla akıl dinî hayata disiplin ve düzen sağlayıcı dış unsurlardır. Onlar dinin özüne götürmez. Dinde akıl sadece bir disiplin gücüdür (Mevlâna ve Tasavvuf, s. 147).

Modern ilim anlayışının ısrarla eleştiri konusu yapılması gereken yönleri pratik fayda ve menfaat anlayışı üzerinden hakikat aşkını öldürmesi, izâfîlik üzerinden sonsuzluk ve ebedîlik kavramının zaafa uğratılması ve nihayet ilmin tekniğe ve kuvvete indirgenmesidir. Bu sebeple pozitivizm, pragmatizm ve sosyolojizm hakikat düşmanı üç felsefedir. Çünkü pozitivizm hakikati deneylere, pragmatizm menfaatlere, sosyolojizm cemiyete teslim etmektedir (YarınkiTürkiye, s. 67-72).

Bilim ve teknoloji, hakkın yerine geçen kuvvetin hâkimiyetinin ve insanla tabiatı tahrip eden sanayileşmenin, sömürünün kaynağıdır. Kapitalist sistemi güçlendiren ve insanı esarete sürükleyen teknolojik gelişmeleri insanlık adına ilerleme diye göstermek büyük bir yanlışlıktır.

Millet ve milliyetçilik meseleleri, Topçu’nun eserlerinde hem isyan ahlâkıyla irtibatı olan ferdiyetin yükselip sonsuzluğa uzanması süreçlerinin bir parçası, hem de Türkiye’nin modernleşme döneminde kendini yeniden anlamak ve tanımlamak için yıllardır tartıştığı önemli bir problem ve bir eleştiri konusu olarak yer alır. Ziya Gökalp’in Turancılık davası ile başlayan maddeci ve ütopik milliyetçiliğin Cumhuriyet döneminde kaba maddeci ve realist milliyetçiliği doğurduğunu düşünen Topçu, İslâmcılar’ın dini milletten ayıran gayretlerinin de ayrı bir zihin karışıklığına sebebiyet verdiğini ileri sürmektedir (YarınkiTürkiye, s.156-157). Anadolucular’ın Türk milletini ve milliyetçiliği tarif için Malazgirt Savaşı ile başlattıkları bin yıllık tarih vurgusunu ve toprak / vatan olarak Anadolu ısrarını paylaşan Topçu bu çizgiye belirleyici ve kuvvetli bir unsur olarak İslâm’ı ve tasavvufu ekler. Ayrıca bu ruhçu milliyetçiliğin temellerinin Melikşah, Mevlânâ, Yûnus, Fâtih ve Yavuz gibi Türk siyaset ve maneviyat ikliminin büyükleri tarafından atıldığını söyleyerek milleti ve milliyetçiliği yeni ortaya çıkmış bir hadise gibi yorumlayanları aşmak ister. (1)

Maarif Davası:

Nurettin Topçu üstadımızın bir ömür verdiği davası nedir diye sorulsa, verilecek en kestirme cevap: “Maarif Davası” olacaktır. İdealist bir nesil yetiştirmek için akıl terini beden teri ile bütünleştirdi. Sürgünler yıldırmadı; bilakis sadece hareket adamı olarak yaşamak yerine; yaşatmayı da kendine rehber edindi. Mektebi mabet bildi; ibadet heyecanı içinde talebeleriyle buluştu. Ruh cephemizde açılmaya çalışılan şeytani cephelere karşı bir ömür isyan edip, mücadele etti.

Nurettin Topçu üstadımıza göre bu ülkenin gelişmesi ve çağdaşlaşması adına kurulan üniversitelerimiz, “hakikat” peşinde koşan bir nesil yetiştirememekteydi. Bilgi ve bilim, batının tekelinde olunca; onun havarisi olan üniversitelerimiz de diploma dağıtan bürolara dönüşmüştü. Hakikat sancısı ve acısı çeken hocalarımız sürgüne gitti. Cemil Meriç’in ifadesiyle “Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci. Öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin kelime. Hoca öğretmez, yetiştirir, aydınlatır, yaratır. Öğrenci ne demek? Talebe isteyendir; isteyen, arayan, susayan…”(Cemil Meriç, Bu Ülke)

Hocalarımızı ve talebelerimiz kaybettiğimiz günlerdeyiz.  “Türkiye’nin Maarif Davasıadlı kitabında Nurettin Topçu üstadımız, maarif meselesindeki sorunları Batı taklitçiliği ile açıklamaktadır. Avrupa’nın körü körüne taklit edildiğinden dem vuran Topçu, şekle bağlı inkılâplar ile yeni müesseseler ve mekteplerin (okulların) açıldığını ancak ilim sevgisi ve âlimin üstünlüğünün ve cemaat içindeki önderliğinin yitirildiğini anlatır. Tüm bunlara rağmen taklit cereyanının tüm hızıyla devam ettiğini söyleyen Topçu, ilmin hayatî menfaatler için araçsallaştırıldığını ve bu arada tekniğin de putlaştırıldığını aktarır.

Günümüz dünyasında ise bilim ve teknoloji adı altında hegomanik bir dünya kurulmaya çalışılmakta; bunun öncülüğünü de yabancı dilde öğretim yapan üniversitelerimiz üstlenmentedir. Bu okullardan diplomasını alan gençlerimiz soluğu batı ülkelerinde almakta ve bu sayede batının maddi sermayesine zihin sermayemizi de bağışlamış olmaktayız.

Nurettin Topçu “okul” kavramına soğuk bakar. Boş vakit geçirme anlamına gelen “okul” yerine; “mektep” kavramını öne çıkartır. Mektep kavramının onun düşünce dünyasında hikmet dolu derin anlamları vardır. Hakikatin peşinden gitmek için rehber olan tek “Kitap” vardır ve ona talip ve talebe olanlar okumak, anlamak için yaklaşırlar. İşte bu yönüyle içinde talebeleri barındıran mektep, hakikat kitabının okunduğu, derin derin tefekkür edildiği mekanın adıdır.

Millet hayatında mektebin dönüştürücü ve inkılapçı bir gücü vardır. Gerçek inkılaplar mektepte başlar. Her millet ne zaman ki kendi mektebini kurarsa geleceğini de inşa eder. Bu “milli mekteb”in muallimlerince kurulan kendine özgü metotları, müfredatı, talim ve terbiye prensipleri ile binası olmalıdır ki “milli ve yerli” olabilsin.

Günümüzde var olan eğitim sistemi derin, yapısal, felsefi ve ideolojik sorunları bünyesinde barındırmaktadır. Eğitimle ilgili sorunları daha çok okul yaparak, daha fazla öğretmen atayarak, sınıfları teknolojiyle donatarak çözemeyeceğimizi görüyor olmamız gerekmektedir. Sistemin geçmişten günümüze getirdiği değişmez felsefi ve ideolojik arka planı sorgulama ihtiyacı duymadan, soruna bütüncül çözüm bulmamız mümkün olmayacaktır.

Yüreği cesur eğitimcilerden biri olan Nurettin Topçu üstadımıza göre: “Çoğunluğa göre ise her fikir ve hareketin doğruluğunun, delili dışarıdadır; değerlerin ve hakikatlerin bütün delilleri, bütün belgeleri Batı’da bulunmaktadır. Bir fikir ileri sürüyorsunuz; lâkin acaba Almanlar da öyle mi düşünüyor? Bir iş yapacaksınız; acaba Amerikalılar da öyle mi yapıyorlar? Aşağılık karmaşasından gıdalanan bu taklit içgüdüsü, zehirleyici bir parazit gibi bütün hür düşünceyi ve bahtiyar iradeyi bizde boğmuş bulunuyor.”(Türkiye’nin Maarif Davası, s. 23)

Bu topraklarda olan ve yaşanan ise, batının hamallığını yapmaktır. “Cehalet” kendisini diplomalı hale getirmiştir. Düşmanın silahı ile silahlanma mantığı bizi düşmanlarımıza mahkum ettirdi. Daha üstün silahları (ilim, ahlak, iman vb.) insanları öldürmek yerine, diriltmek için üretmek dururken; sömürülme alanları oluşturmuşuz kendi kendimize.

Kendi “milli ve yerli mekteb”imiz nerede? Üniversiteden daha cihanşümul olan medrese ve külliyelerimiz sadece sanat eseri olarak mı hayatımızda ziyaretgah olarak varlığını sürdürecek?

Batı, dünyaya kendi dışındaki milletleri hep “ilkel, az gelişmiş ve gelişmekte olan…” diyerek etiketleyip, beşten büyük olunamayacağını bilincimize dayatmaktadır. Bu misyonuna uygun olarak ise üniversiteleri taşeron olarak kullanmaktadır. 

Nurettin Topçu üstadımız bu milletin evlatlarına tepeden inme müfredat programı dayatılmasına da karşıdır. “Maarif demek muallim demektir. Milli Eğitim Bakanlığı sadece onu düzenleyici bir cihazdan başka bir şey değildir. Kitap, program, imtihan ve bütün öğretim meselelerini çözümleyecek olan bir milletin muallim ordusudur. Bu işlerin Bakanlık teşkilâtı tarafından tepeden idâresi muallimin ilmî ve fikrî hürriyetinin inkârı, bu hürriyetin adeta köleleştirilmesidir. Descartes ‘Hür olmayan düşünce düşünce değildir’ diyor. Bu söze inanarak diyebiliriz ki, hür olmayan muallim muallim değildir. Mahkûm edilmiş fikir ve irfandır. Fikir ve kültürün mahkûmiyeti en az vatan toprağının esaret altında kalması kadar acıklıdır.” (Türkiye’nin Maarif Davası, s. 72)

Okullarımız modern mahpushanelere dönüşmüş durumdadır. Hapishane cezalandırma mekanlarıdır. Bir saat veya bir ömür, fark etmez. Öğrencilerimiz okullara ayakları geri geri giderek giriyorlar. Okul bitiş saatlerinde ise koşarcasına çıkıyorlar. Dersler onlar için çok sıkıcı. Mevcut eğitim sistemi tek tipleştirici, ezberci, şekilci, sıralayıcı, dışlayıcı karakteri ile önümüzde durmaktadır. Sistemimiz diyemiyoruz maalesef. Umarız bir gün deriz…

Nurettin Topçu, mevcut eğitim sistemindeki gençliğin idealden yoksun olmaları hakkında şunları söyler: “Bugünün genci idealsizdir; hayallerden kaçar. Realitenin sahibi olmak azmindedir. Zira onu yetiştirenler geçmiş zamanın idealist nesillerini, hasta, hulyaperest diye damgaladılar. Fuzulî mektepte öldürüldü… Gencimizin inançları, ıstırabı yoktur; pozitivisttir, tecrübeye dayanır… Istırabın zehir olduğu nesillere öğretilmiştir. Hepsi de Amerikan terbiyesinden nasiplidirler. Gülmek, eğlenmek için yaşamaktadırlar. Çoğunun dış yüzleri, diplomatların objektifteki bakışlarına benzer. Gencimizi ruhu sarsıntı halindedir. Gençler, spor, siyaset ve kazançtan ibaret üçüzlü hayat maddeciliğine daha beşikten başlayarak meftun yetişmektedirler.” (Türkiye’nin Maarif Davası, s. 75)

Üniversiteler hakikatin peşinde koşmaya hevesli nesiller yetiştirememektedir. Bugünkü üniversiteler, öğrenciye Batı’dan ithal edilen bilgileri göstermekte ve diploma vermektedir. Evet, çok acıdır; ama bugün üniversitelerimiz çeviri merkezleri ve diploma bürolarına dönüşmüştür. “En İyi Üniversiteler Sıralaması”ndaki üniversitelerimizin isimleri sizi yanıltmasın. O listeler bilimsel ve teknolojik araştırma kabiliyeti, girişimcilik ve yenilikçilik, ticarileşme vs. gibi kriterler esas alınarak hazırlanmaktadır. Dolayısıyla Batı’ya en iyi eklemlenmiş üniversiteler de üst sıralarda gözükebilir. Hâlbuki hakikati nesillere öğretecek olan üniversitelerin evvela Batı’nın bu fikir esaretinden kurtulmuş olması gerekmektedir. Batı’nın belirlediği kriterlere göre unvan sahibi olan üniversiteler ancak Batı’nın üniversitesi olabilir. Bu üniversitelerin yaptıkları ilim değildir, taklittir. Topçu’nun konu hakkındaki sözleri meseleyi açıkça ortaya koymaktadır: “Batı’nın fikir mahsullerini şüphesiz ve tenkitsiz, saf bir itaatle alan dimağlar, bu fikirleri getirmekle ilim yaptıklarını zannettiler. Tercüme ile taklitten ibaret münevver faaliyeti, hakikat aşkını doğuramazdı… Mektepte öğretim, hakikî araştırma yollarını bulduracak yerde, Batı’nın fikir pazarından aldıklarımızı genç dimağlara nakletmekten, ezberletmekten ibaret bir çalışma oldu… Her devrin siyasi hâdiseleri, maarifimizi Batı milletlerinden birinin maarifine esir etti. Bu kültür tabiiyeti, sırasıyla Fransız, Alman ve Amerikan maarif sistemlerini şüphesiz ve tereddütsüz kabul etmiştir.” (Türkiye’nin Maarif Davası, s. 83)

Günümüz eğitim sisteminin açmazlarından biri de sınav sistemidir. İlkokuldan itibaren çocuklarımızın hayatına giren “sınav” kavramı ile birlikte “kaygı”yı da çocuklarımızın zihinlerine ekmiş durumdayız. Sınavların doğasında ve mantığında ise elemek, sıralamak, derecelendirmek, puanlamak ve dışlamak vardır. NurettinTopçu’nun imtihan (sınav) sistemi hakkındaki görüşleri de günümüze ışık tutmaktadır: “Talebeyi imtihan tarzı ve metotları çürütülmüştür, âdeta skolâstikleştirilmiştir. Şu mânada ki, imtihanlar muallimin talebe hakkındaki bilgisine bir şey ilâve etmiyor. Onun sene içindeki kanaatini tekrar ederken buna yalnız bir imtihan şansını ve birkaç haftalık emeğin süzgecinde kalan hafıza ağrılığının şefaatini ilâve ediyor. Her muallim, bilhassa kültür derslerinin imtihanında, kendi zihnî imkânlarına göre öğrettiklerini talebeden istiyor ve her biri kendine göre notlar takdir ediyor. Neticede herhangi bir mektepte fena bir notla muvaffakiyetsizliğe uğrayabilecek bir talebe, kendi mektebinin muallimleri tarafından takdirle karşılanıyor ve muvaffak olmuş sayılıyor.”(Türkiye’nin Maarif Davası, s. 94-95)

Nurettin Topçu üstadımız eserleriyle, üniversiteli ve diplomalı cehalet içinde bir nesil yetiştiren mevcut eğitim sistemine karşı kökten çözümleyici, bu toprakların yerli ve milli çınarlarının köklerinden ilham alan, göklere yönelen, isyan ahlakına, hareketine ve iradesine sahip muallimlerine seslendi.

Son söz yerine:

Bu ülke ve millete sevdalı, adanmış bir kahraman olarak karşımızda durmaktadır Nurettin Topçu…

Fikir hayatını maarif davamıza adamış öncü eğitimci, lider ve dava adamlarımızın başında Nureddin TOPÇU üstadımız gelmektedir. Maarifimizin bir dava olarak öne çıkmasında üstat olmayı çoktan hak etmektedir.

Eğitim sisteminde “milli ve yerli” arayışta Nurettin Topçu üstadımızın eserlerini günümüz eğitimcilerinin yeniden okunmasında bu milletin geleceği adına sayısız fayda olduğu inancındayız. Onun tabiriyle bize dayatılan eğitim sitemine ahlaken “isyan” etmeliyiz. Hakikate giden kestirme yolun isyandan geçtiğine inanmalıyız.

Ülkemizin var olan eğitim sistemini yeterince irdeleyebilmiş, sorgulayabilmiş ve alternatifler üretebilmiş değiliz. Konu milli ve yerli eğitim sistemi olunca bu toprakların münevverlerine, muallimlerine, dava adamlarına kulak vermemek olmaz.

Mesele “insan tezi”mizin ne olması gerektiği üzerinde düğümlenmektedir. Mevcut sistemde, materyalist felsefeye dayalı, pozitif bilim adı altında ruhsuz ve maneviyatsız, faydacı ve hazcı beklentileri olan insanın eğitimi öngörülmektedir. İnsanın ne olduğu, kim olduğu, nasıl bir varlık olduğu, tabiatının hangi özellikleri taşıdığı, ufkunun nereye kadar ulaştığı gibi birçok konuyu içeren bir insan tezine ve eğitim sistemine ihtiyaç önümüzde durmaktadır.  

Bilindiği gibi kadim medeniyetimizin insan tezinde ne batı anlayışında olduğu gibi materyalist ve maddeci; ne de doğu anlayışındaki maddeyi yok sayan mistik felsefe benimsenir. İslam’ın insan anlayışı “denge” üzere kurulmuştur. Hayat sadece dünya ile değil; onu bütünleyen ötesiyle de açıklanır. Dünya/Ahiret dengesi hedeflenir. İnsan sadece akıl ile değil; onu bütünleyen kalple de açıklanır. Akıl/Kalp dengesi hedeflenir.

İnsanın hakikate giden yolculuğunda yani “marifet yolu”nda sadece talim ile değil; onu bütünleyen terbiye de olmak durumundadır. İnsanın eğitiminde talim/terbiye dengesi de gözetilmelidir.

Allah her insanı “biricik” yaratmıştır. İnsanın biricikliği gerçeği aynı zamanda onu diğerlerinden ayıran marifet ve yeteneklerini de potansiyel olarak gözetmek gerçeğini de bize öğretir. Bu gerçek insanı anlamanın ilk basamağıdır. İkinci aşama ise insanın “imtihan” (denenme) olduğu gerçeğidir. Dünya hayatı insanın tekâmülü için denenme yurdudur. Amaç “insan-ı kâmil”e erişmektir. Tüm bu oluşum, insanın doğumundan ölümüne, beşikten mezara kadar devam edegelmektedir.

Bilindiği gibi insanın biricikliği ruhun anne rahminde bedenle buluşmasıyla başlar. Dolayısıyla insanın talim ve terbiyesi anne rahminde başlar. Öğrenme, anlama, dinleme ve konuşma gibi melekeler ruha ait özelliklerdir. Ruh bu melekelerini bedenin beyin, kalp, kulak ve dil gibi organları vasıtasıyla zahir, açık hale getirir. İnsan bu özellikleri ile dünyada tedrisat hayatına adım atmış olur. Bu gerçek insanın tedrisatının başlangıç yaşının doğumuyla başladığını; hatta doğum öncesi ruhun bedenle izdivacıyla başladığı gerçeğine götürür. Modern dediğimiz anlayışta ise, eğitim/öğretim yaşı daha ileri yaşlarda başlamakta; eğitim/öğretim mekânı olarak ise “okul” denen kurumlar kabul edilmektedir. Medeniyetimizin insan tezi bunun doğru olmadığını bize göstermektedir. İslam anlayışında insanın talim ve terbiyesi beşikten mezara kadar devan eder. Bu gün insanlığın, dört duvarın ötesindeki hayata ve insana dair ne varsa onu insana sunan “mektep”lere tüm zamanlardan daha çok ihtiyacı bulunmaktadır.

Maarif Nizamı”, nihayetinde insanın inşasını hedefler. İnsanın doğuştan yaratıcı tarafından kendisine verilen yetenek ve kabiliyetleri, dünya hayatında keşfetmesi, geliştirmesi ve yaşatması için uygun ortam ve imkanları hazırlamak gerekmektedir. Tarih yazan ve yapan bu millete düşen görev ise medeniyetimizi yeniden inşa edici “MAARİF NİZAMI”nı kurmaktır.

Ne mutlu maarif davamızı dava edinenlere

(1)  İsmail Kara, İslam Ansiklopedisi TOPÇU, Nurettin maddesi: 2012, cilt: 41, s. 248-253

Ali Sedat ASLAN

05.11.2015

 
Toplam blog
: 19
: 717
Kayıt tarihi
: 05.04.14
 
 

1971 Kayseri doğumlu. 1994 Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi lisans, 2013 Gelişim Üniversite..