- Kategori
- Deneme
Önyargı

Bundan yaklaşık 300-350 yıl önce, Avrupa'da bir ülkede, düşünmenin suç olduğu dönemlerde, bir düşünür, düşüncelerinden dolayı müebbet hapis ile cezalandırılmış. Artık ne menem bir düşünce suçu işlemişse; cezasını da tek kişilik hücrede çekmesi salık verilmiş.
Düşünürümüz oldukça iç karartıcı bir hücrede günlerini geçirmeye başlamış. Derken bir gün gözüne bir canlı, hamamböceği, ilişmiş. 'Canlı' bir şeylere hasret kaldığından hamamböceğini can yoldaşı bellemiş. Büyük bir sabırla hamamböceğine 'insani' davranış ve hareketleri öğretmeye koyulmuş. Uzun uğraşlar sonunda konuşup dertleştiği, kabındaki yemeği paylaştığı, bunlardan da önemlisi, hayatını yaşanır kılabildiği bir dostu olmuş düşünürümüzün, bu hamamböceği.
Gel zaman git zaman, en azından bizim düşünürün düşünceleri, suç olmaktan çıkmış. Dolayısıyla düşünürümüz tahliye edilmiş. Yanına biricik dostu hamamböceğini de alaraktan doğruca evine gitmiş. İkisi de önce uzun uzun banyo yapmışlar. Sonra eve gelirken aldığı yiyecekleri afiyetle yemişler. Sonrasında düşünürümüz dolabından en güzel kıyafetlerini seçmiş ve giymiş. Bir bara gitmek ve tahliye olma sevincini kutlamak üzere evden çıkmışlar.
Bara ulaştıklarında barmene yakın bir tabureye oturmuş düşünürümüz iki bira söylemiş. Barmen getirmiş, amerikan barın üstüne biraları bırakmış. Birkaç saniye ya da dakika sonra, düşünürümüz üstüne başına çeki düzen vererek, yüzüne mağrur bir ifade yerleştirerek, hafif bir tebessümle ve sol el işaret parmağı ile biricik dostu hamamböceğini göstererek barmene seslenmiş: "Pardon bakar mısınız?" Barmen sesin geldiği yöne dönmüş ve az önce iki bira bıraktığı taraftaki adamı, adamın işaret parmağını ve işaret parmağının işaret ettiği hamamböceğini görmüş. Oldukça çevik bir hareketle barın üzerinde duran kültablasını hamamböceğinin üzerine bastırıvermiş ve adama "pardon" demiş.
Sevgili İngilizce öğretmenim Ahmet Hoca’dan bu hikayeyi dinlediğimde, ilkin, o barmen olacak adamın yakasına yapışma isteği duymuştum. Barmenin yerine kendimi koyduğumda ise; elim, adamın yakasından düştü. Bu durum, kendi yakama yapışmayı kendime yediremediğimden değil, bendeki hamamböceği algısıyla barmendeki algının aynılığındandı.
Gördüklerimiz, duyduklarımız, bildiklerimiz, öğrendiklerimiz ve güdülerimiz bizleri, özenle dizildiği belli tuğlalardan örülmüş bir ev gibi, içine hapsediyor. Evin genişliği/ darlığı, büyüklüğü/küçüklüğü, ferahlığı/karartıcılığı, aydınlığı/karanlığı fark etmiyor. İster kocaman olsun ister küçücük, o evden ve evin pencerelerinden bakıyoruz dünyaya. Evimizi seviyoruz ve onunla barışığız. Hele ki, bir site içine konuşlanmış isek; değmeyin keyfimize. Bizle benzer evde oturanları görerek kendimizle daha bir içli-dışlı oluyor; üstüne kendimizi güvende hissediyoruz. Siteyi de aşıp, bir şehir, bir ülke kıvamına gelmişse bizimkine benzer evden dünyaya bakanlar, evimizin eşsiz olduğu hissine kapılıyoruz. İşte bu nokta, hem kendimiz hem de başkaları için, tehlikeli olma eşiği. Çünkü evimizdeyken gördüğümüz, hiç kendimiz olmuyoruz ve bunu hep ıskalıyoruz.
Herkesin evinin aynı olmayacağı, önkabulüne rağmen, başka türlü evlerin sayısı arttıkça ya da böyle bir algı oluştukça, huzursuzlanmalarımız başlıyor. İlk zamanlar çeşit ve zenginlik olarak değerlendirdiğimiz ve kendimizi teskin ettiğimiz, zamanla ve buz gibi(!), tehdit unsuru halini alıyor. Ardından yok sayma, sindirme, ötekileştirme ve nihayetinde yok etme operasyonuna girişiyoruz. İki ‘eşsiz’ bir ipte oyna(ya)mıyor.
Doğrularımız, yargılarımız, kabullerimiz bizi öyle bir kuşatıyor ki; her birinin ‘mutlak’ olduğu sanrısına kapılıyor ve iletişim yollarını baştan tıkıyoruz. Hamamböceğini gören barmen gibi, ezberimize başvuruyor ve meseleyi hallediyoruz!
Diğer yandan çalı-çırpıyla kendine saray kurmuş biri, kendini sarayına öyle bir kaptırıyor ki; sarayına davet ettiğinin, çalı-çırpıyı saray olarak algılamama ihtimalini düşünemiyor. Kendinden ve sarayından emin, davetlinin küçük bir el/ayak hareketi ile sarayını yıkışını seyrediyor.