Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Ekim '14

 
Kategori
Öykü
 

Yezzo

Yezzo
 

Bütün sokaklar, kaldırımlar ve kuytuluklarda kalan köşeler, budak budak boğumlu, diplerine vuran gölgeleri ile yalnızlığa mahkum yaşlı ağaçlardan yığınlar halinde dökülen, kızıl, aynı zamanda sarı renklerinin bütün tonlarının hakim olduğu sonbahar yaprakları ile doluydu. Bahar aylarındaki körpeliğinde daha fazla direnemeyen ağaç dallarına, inatla tutunup, az da olsa, yerlere düşmeye karşı koymaya devam eden yapraklarda yok değildi tabi. Yapraklar çıkan ani rüzgarların etkisi ile kolayca yerlere düşüp, yine aynı esintilerle bir yerden, diğer bir yere isteksizce taşınıp, kısa sürecek olan yeni arkadaşlıklar, dostluklar ediniyorlardı.

Sokaklarda, günün ışıması ile birlikte, hüzün mevsimi sonbaharın yapraklarına ve yeni oluşturdukları arkadaşlıklarına karşı amansız bir savaş başlamıştı. Yerlere dökülen yapraklar, göz kamaştırıcı güzellikte renkleri de olsa, insanların yaşamlarını bir hayli zorlaştırıyorlardı. O nedenle incecik siyah bıyıklı, dalgalı saçlı, esmer tenli-yabancı olanı, omuzuna taktığı, neredeyse kendisinden büyük bir hava püskürtme makinesi ile kaldırımlar, araba altlarında ve sokaklardaki yaprakları havalandırıyordu. Uzun sarı saçlı, boynunda dövmesi olan Alman iş arkadaşı ise, pazılı tek kolu ile idare ettiği büyük bir süpürge görevini yerine getiren araçla, önüne yığılanları canavar gibi yutuyordu. Her taraf alabildiğine ağaç yaprağına bürümüştü. İnanılır gibi değildi, bu kadar çok yaprakla nasıl başa çıkılacaktı.

Yezzo, evinin çok da büyük olmayan, artık pervazları iyice eski, memleketinden çok uzaklarda yıllardır edindiği penceresinin, hafiften araladığı çiçekli tülün ardından haldır haldır çalışan bu belediye görevlilerini seyrederken, uçuşan yapraklara asılı kalan dalgın ve huzünlü bakışları ise O’nu hayaller alemine alıp, götürüyordu.

Daha geçen hafta kırk beş yaşına basmıştı. Asıl adı Pelşin’di, ama Almanya’da kendisini tanıyanlar Yezidi kökenli olduğunu bildikleri için O’na Yezzo diyorlardı. Bu isimden hiç rahatsız olmuyor ve hatta kulağına hoş geliyordu. Pelşin, Kürtçede yeşil yaprak anlamına geliyordu. Bir zamanlar kendisi de, adı gibi yeşil bir yapraktı. Oysa, Yezzo yıllar oldu, tıpkı şu an gözlerinin önünde havalanan yapraklar gibi sararıp solmuş ve Almanya, o canavar makine olup, kendisini yutmuştu.

Pelşin on yedi yaşında, sarıya çalan ipeksi saçları, upuzun kirpikleri, uçsuz bucaksız bir ormanı andıran zümrüt yeşili gözleri, gülümsediğinde dünya harikası gamzeleri ve kor dudakları ile değil Bozca Köyünün, belki de Ortadoğu coğrafyasının en güzel Yezidi Kürt kızıydı. O babası Reşo, annesi Naze, kız kardeşi Suna ve ağabeyi Hasan’ı ne kadar da çok seviyordu. Ailesi ile çok mutluydu. Bir de var olan mutluluğunu daha bir artıran sevdiği, yasak aşkı vardı. Komşu köyden filinta delikanlı Mahmud da Pelşin’e kara sevdalıydı. Annesi Dılşad bu sevdanın sonunun olmadığını, bir araya gelmelerinin imkansız olduğunu söylese de, O oğluna, Mahmud da gönlüne söz geçiremiyordu. Koyu kahve rengi gözleri, Pelşin’in o güzelim gözlerinden başkasını görmüyordu. Oysa kaideler, örf ve adetler çok ağırdı. Kürt de olsalar birinin müslüman, diğerinin yezidi olması bu sevdayı imkansız hale getiriyordu.

Mahmud her akşam olduğu gibi o akşam da, Pelşin’i bir anlık da olsa görmeye geldi. Daha önceki günlerde olduğu gibi, yine evlerinin arkasında buluştular. Birbirlerinin kemiklerini kırarcasına sarılıp, özlem giderdiler. Görüşmeleri yine çok kısa sürdü. Aksi halde Pelşin’in annesi ve babası kendilerini o halde görebilirlerdi. Bu onların sonu olurdu ve bundan çok korkuyorlardı.
 

O akşam Mahmud yine annesinin ve babasının söylediklerini anlattı. İmkansız da olsa Pelşin’i bırakmayacağını, ölümüne, ömrünün sonuna kadar kendisini bekleyeceğini söyledi. Yalvardı, yakardı. Göz yaşları birbirine karıştı. Mahmud, Pelşin’in ellerini defalarca öpüp ayrıldı.

Bu gel gitler her daim umdukları gibi olmadı. Mahmud ertesi akşam da koşar adım Pelşin’e gelince, komşuları Refo onları evlerinin arkasında sarmaş dolaş gördü. Sabahın erken saatlerinde gelip, durumu Reşo’ya gördüklerini anlattı. Reşo hiddetle köpürüp, hışımla kızının odasına daldı. Pelşin rüyasında da Mahmud’u ile birlikteydi. Babası saçlarından tuttuğu gibi kızını yataktan sürükleyerek, oturma odasına getirdi. Pelşin hıçkırıklarla ağlarken, babası durmaksızın bütün bedenini tekmeliyor, nasıl bir müslümanla evlenmeyi aklından geçirdiğini avazı çıktığı kadar haykırıyordu. Dayak atmaktan yorulan baba biraz soluklanmak isterken, devreye gürültüden uyanan oğlu girdi. Dayak atma sırasını ağabeyi Hasan aldı. O da tıpkı babası gibi bu genc ve narin bedeni insafsızca tekmeledi, tekmeledi. Annesi ve kız kardeşi ağlayıp, bir köşede korku dolu gözlerle bakıyorlardı. Ağabeyi Hasan da yorulmuş olacak ki, kendisini bitkin bir şekilde duvar dibindeki sandalyeye attı.

Pelşin bir hafta boyunca kendisine gelemedi. Morarmamış tek yeri kalmamıştı. Yüzü gözü yara bereler içindeydi. Annesi fırsat buldukça, babasından gizli, kızına gözlerinden boncuk boncuk göz yaşları akıtarak, pansuman yaptı.
Reşo elini tez tutup, pelşin’i bir an önce evlendirmek niyetindeydi. Köyden uzak akrabaları Sılo’nun oğlu Azam’ın Pelşin’de gönlünün olduğunu duymuştu. Zaman kaybetmeden onlarla bir an önce oturup, konuşmalıydı. Bu fırsatı yarattığında ise, ailenin buna dünden razı olduğunu gördü. Pek bi mutlu oldu. Kısa sürede hazırlıklarını yapıp, Pelşin’i istemeye geleceklerdi. Azam sevincinden yerinde duramıyordu. Kendisini kaybedip, defalarca Reşo’nun ellerine sarılıp, öptü. Azam’ın babası ve annesi de minnet dolu gözlerle, Reşo’ya bakıp, teşekkür ettiler.

Pelşin uçuşan yapraklara bakmaya kendisini iyice kaptırmıştı. Kendilerine camdan baktığını gören Alman, gülümseyerek elini kaldırıp, selam verince, yabancı kökenli olan adam da baktı, ama O selam vermedi. Pelşin de elini hafiften kaldırıp, onları selamladı. Uçuşmaya devam eden yapraklarla birlikte, kendisini yine Bolca Köyünde buldu.

Neredeyse iyileşmek üzereydi. Duvarlara tutunarak günde üç kez evden dışarı çıkıp, yüzüne hafif tatlı bir sıcaklıkla dokunan güneşe dönerek yalvardı. Meleke Tavus’tan kendisine ve sevdiğine yardımcı olması için dua mahiyetinde, kalbinden geçenleri art arda bir umutla sıralıyordu. Aradan bir kaç gün daha geçince Meleke Tavus’un da kendisine sırtını döndüğünü gördü. Kutsal kitapları Meshef Reş’in ve Kitab el Celve’nin de bir faydasını görmedi. Bir kaç gün sonra da Azam ile düğünü oldu. Dünyası başına yıkıldı. Böyle bir şey nasıl olurdu, bir türlü kabullenemiyordu. Kaderine boyun eğdi. İstemediği, sevmediği kocasına kadınlık yapmak zorunda kaldı.

Oğulları Ruşen bir yaşına girmişti ki, köylerinde çeşitli söylentiler dilden dile yayılıyordu. Çevredeki Yezidi köylerinde yağmalamalar oluyor, evleri yakılıyor, masum insanlar öldürülüyordu. Hem de bu vahşeti yapanların çoğunun kışkırtılmış, kendileri gibi Kürt kökenli olan müslümanlar olduğu söyleniyordu. Oysa bugüne değin böylesi bir sorun yaşanmamıştı. Ve barbarların ayak sesleri gün geçtikçe köylerine doğru geliyordu. İnsanlar pılısını pırtısını toplayıp, kaçıyorlardı. Pelşin ve kocası da canlarını kurtarmak için kaçıp, Almanya’ya sığındılar. Artlarından babası, annesi ve kardeşleri de geldiler. Bir Yezidi köyü olan Bozca’da kimseler kalmadı. Almanya’ya gelemeyenlerden bir kısmı ise Sincar Dağının eteklerindeki akrabalarına kaçtılar. Kaçamayanlar ise, salt inançlarından dolayı hunharca taşlanarak öldürüldüler. Pelşin’in dünyası ikinci kez başına yıkılmıştı. Çaresizdi, Meleke Tavus bir kez daha kedisinin feryadını duymamış, görmemişti. O yine de bu zor günlerinde güneşe dönüp, dualarını okumamazlık etmedi.
 

Almanya’ya geldikten bir yıl sonra, ikinci oğlu dünyaya geldi. O'nun adını da Rumet koydular. Çocukları da olsa, evliliklerinin üzerinden yıllar geçse de, Pelşin aklından, fikrinden, kalbinden bir an olsun Mahmud’u çıkaramıyordu. Azam’a yüreğinde tarifi mümkün olmayan bir acıyı duyarak kadınlık ediyordu. Rumet iki yaşına gelmişti ki, bu işkenceye daha fazla dayanamayıp, Azam’dan boşandı. Azam fazla bir zorluk çıkarmadı. O da olup biteni seziyordu. Pelşin çocuklarını da alıp, yaprakların uçuşunu seyrettiği bu eve taşındı. Yavrularını bu evde büyütüp, okula gönderdi. Onlar birer kocaman delikanlı oldular. Birer de Alman kız buldular. Almanya’nın Yezzo’su bir başına yapa yalnız kaldı.

Yapraklar uçuşmaya devam ederken, dinlemek üzere internetten bir melodiyi yükleyip, çalmaya başladı. Melodi Kürtçe idi, aynı tadı vermenin uzağında da olan Türkçesi de, yaklaşık olarak aşağıdaki gibiydi.

“Erkek söylemeye başlıyor…

Kirve!
Bu sabah Şengal dağından Sımokya gölüne inmişim ki
Vadi vadide açılmış, vadi vadide, vadi kirvem oy oy...
Baktım da!
Bu sabah Sımokya kızı, kırmızı desenli fistanı giyinmiş
Arkalıklı abayı da üstüne, güvercin gibi
Sımokya gölünün kenarına inmiş
Habur nehrinin yeşil ördeği misali
Sudaki yansıması, ah kirve oy oy...
 Kirve!
Bahtına düşmüşüm
Bu sabah harami keklik ötüşüne
Yanası Şengal’in doruğuna çıkasın
Şeyhlerden Melek-i Tavus Şeyhinin hürmetine
Gel...Dert ve acıların üzerine
Ben kirvenin canı ve cesedine
Bir buse kondur, hey kirve oy oy...
Eğer hayır ise; Başının sadakası...
Kapınızdaki ben fakire, kirve oy oy...

Bu kez kız söyler:

Kirve!
Kadınım ya, başıma buyruk değilim
Kurbanın olayım; endişelenme, korkma!
Melek-i Tavus Şeyhim Hadi’nin başına yemin içerim
Öldüysem; kara toprağa
Kaldıysam; kirvemin ruhu, canı ve cesedineyim
Ah kirvem oy oy...
Kirve, bir bilsen!
Biz Yezidi kızlarının buseleri
Seherin güzelliğinde, sabah ezanı sesiyle, kirve oy...
Ben ceylan yavrusunun önü, göğsü
Ben Habur’un yeşil ördeği, güvercini
Çini fincanındaki kahve misali...
Dudaklarım, ağzım;
Kağıda sarılı Amed şekeri
Ki Yahudi –onu- ağzında çiğner...Kirve oy...
Ah...Kirve oy oy...Ah...”

          Güneş, dünyayı terk edip, sevgilisi “ay”ın arkasına gizlenmek üzere aheste adımlarla giderken, “yarın görüşmek üzere” deyip, bir kez daha elini salladı. Bütün canlılar alemine öpücükler göndererek, vedalaştı. Ama uzaklarda gökyüzünü kızıla boyamayı da ihmal etmedi. Sokakta çalışan belediye görevlileri de işlerini bitirmişlerdi. Sokak yapraklardan tamamen arındı. Belediye görevlisi Alman meraklı gözlerle Pelşin'in penceresine son kez uzun uzin baktı, ama tül çekildiğinden, bu hoş kadının buğulu zümrüt gözlerini, ormandaki sağanak yağmuru göremedi.


Amsterdam, 14 Ekim 2014
 

 
Toplam blog
: 102
: 447
Kayıt tarihi
: 17.12.10
 
 

Sevgili okuyucular; oluşturmaya çalıştığım bu blog vasıtası ile boş zamanlarımı değerlendirip, ço..