Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Eylül '12

 
Kategori
Edebiyat
 

Akif'i anlamak

Akif'i anlamak
 

12 Mart 1921 tarihinde TBMM Genel kurulunda üst üste birkaç defa okunarak İSTİKLAL MARŞI olarak kabul edilen şiiri, MİLLİ MARŞI’mızı kaleme alan; kendine bundan dolayı verilmek istenen parayı maddi sıkıntısına rağmen kabul etmeyen Mehmet Akif ERSOY’ u anlamak için, onun hayat yolculuğundaki kilometre taşlarına bakmak ve söylediklerine kulak vermek lâzım. Genç nesle örnek olarak gösterilecek olaylarla dopdolu bir hayat, Akif’in hayatı… O hayat öyküsünden birkaç anekdotu sunalım önce.(*)

“…Rüştiye tahsilinde zaten en çok lisan derslerinde temayülüm vardı. Dört lisanda( Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca) birinci idim ve şiiri çok severdim. İlk okuduğum şiir kitabı Fuzuli’nin Leyla vü Mecnun’udur. Babam bu temayülüme ses çıkarmazdı.” Diyen Akif’in daha o yıllarda 4 ayrı dili bildiğini görmekteyiz.

İlk şiirleri konusunda :


“İlk şiirlerim 1896 senesinde Resimli Mecmua’ da çıktı. Konuları ahlâki, dinî, pek azı garami(aşka dair, âşıkâne, lirik)idi.İlk şiirlerimde birkaç şairi kendime numüne olarak almıştım. Bunların başında Ziya Paşa gelir. Naci’den, Namık Kemal’ den, Hamit’ten de pek çok istifade ettim.” Diyen Akif’in kendinden önceki şairleri okuyup incelediğini ve onlardan istifade ettiğini görmekteyiz.

Akif devamla:


“Gençlik devrinde idi, gazeliyata ait çok şiirler yazdım. Müteaddit defterler doldurdum. Bir aralık bunlardan birini kaybettim. Buna çok yandım yakıldım. Fakat bilahare şiirimi hayati-içtimai mevzulara tahsis edince o defterin kaybolmasına hiç acımadım. Diğer defterlerimi de kendi elimle imha ettim. Neşretmediğim şiirlerim pek çoktur.”
 
Diyor ki, bugünün genç şair ve yazarlarına da çok önemli bir tavsiyede de bulunuyor. Yazılan her yazı ve şiirin olgunlaşmış sayılamayacağını, bir tarz ve üslubunun, halkı ilgilendiren bir yanının bulunması; şairin hayat ve insan yüreğiyle ilgili bir yol çizmesi gerektiğini de ifade ettiğini görmekteyiz.

Günlerden bir gün Akif, o öğrencilik yıllarında, takdir edip beğendiği Osman Pehlivana gider ve der ki:


“Osman! Sen dürüst ve mert bir arkadaşsın. Ben de iri yapılı ve kuvvetliyim. Fakat sen okumayı bilmiyorsun, ben pehlivanlığı. Gel, sen bana pehlivanlığı öğret, ben de sana okumayı öğreteyim” der ve ata sporu güreşi öğrenir. Niye mi?

“….Oğlu Emin Âkif Ersoy’ un kaleminden konu ile ilgili bir hatırayı nakledelim:

"
Babamın sınıf arkadaşları arasında birisi Musevi, diğeri Ermeni olmak üzere iki yaman rakibi varmış. Musevi’ nin ismini unuttum. Hem bu adamın babamla ilgisi yalnız derslere inhisar ediyormuş. Sınıfta birinciliği arkadaşlarına vermek istemeyen bu Musevi’nin bilhassa riyaziyesi çok kuvvetli imiş. Agob’ a gelince o da derslerine pek fazla çalışıyor, sınıfta en ileri gelen talebelerin başında geliyormuş. Aynı zamanda vücut itibariyle pek kuvvetli ve okkalı olan bu Ermeni, biraz da güreş biliyormuş. Lâkin babama nazaran yaşı da ileri, kilosu da çok fazla imiş. Lâkin genç Mehmed Âkif, Halkalı Ziraat Mektebi’ nde, sınıfda birinciliği bu iki Türk olmayana vermeyi çok büyük bir zül telâkki ederek geceyi gündüze katarak çalışmış, onları geçmiş ve sınıfının birincisi olmuş. Hatta mektepten aldığı diplomasında bu imtiyazı göze çarpar ve şehadetnamesi birinciliğini kaydeder. Agop, mektepteki talebe hatta hademeler arasında kolunun harikulâde kuvveti ve güreşteki mahareti sayesinde önüne geleni yeniyor, koca mektepte kimse bu genç irisi delikanlıya mukavemet edemiyordu.

Mehmed Âkif, o zamanlar çok çevik, kuvvetli ve usta bir güreşçi olduğu kadar izzet–i nefis sahibi ve mağrur bir Türk genci idi. Agop için bana şöyle söylemişti:

"Ermeni bildiğin gibi değil, dehşetli, kuvvetli idi. Arkadaşlarımı çarçabuk altına alarak ezmesi öyle zoruma gidiyor, beni çileden çıkarıyordu ki, sana anlatamam.
Kendisi ile şaka mahiyetinde dahi olsun hiç tutuşmamıştık. Zira onun da gözü beni pek tutmuyordu. Cüsseden okkaca kendisinden aşağı idim. Lâkin ondan çok daha oyuncu idim. Göz, hasmını tanır. O da bunları görüyor, hesap ediyor, benimle elense şakası bile yapmaya yanaşmıyordu. Bir gün hiç unutmam, Hüseyin Avni isminde Fatihli bir hemşerim ve benden bir sınıf aşağı bir arkadaşımla Agop idman mahiyetinde güreş tutmuşlardı. İdman filan derken Avni’ ye boyunduruk çekiyor. Şiddetli elenseler ile çocuğu eziyor, pek müşkül vaziyetlere sokuyordu. Nasıl oldu bilmiyorum? Avni, Agop’ un çektiği şiddetli bir elense ile yüzükoyun yere kapandı. Ağzından, dişlerinden kan boşanmaya başladı. O zaman artık dayanamadım. Gel Agop dedim Biraz da ikimiz idman tutalım. Tereddüt edemedi. Arkadaşlarımın intikamını almak üzere Agop’ u tek çapraza aldım. Meydan genişti. Belki onbeş–yirmi adım sürüdüm. Nihayet kavi rakibim tutunamadı. Elleri üzerine yüzü koyun yere kapaklandı. Bu sefer çok iyi kullandığım kündeye aldım. O koca Agop’ u kaldırarak öyle bir çevirdim ve sırtını yere getirdim ki, bütün bunlar birbuçuk iki dakika içinde olmuştu. Ermeni ne olduğunu şaşırdı. Kıpkırmızı olmuş, hâlâ yerinde oturuyor, önüne bakıyordu. İşte o zaman etrafı şiddetli bir alkış tufanı çınlattı. Agop’ u tam manâsıyla mağlup etmiştim. Hiç sesini çıkarmadı. Yavaş yavaş yerinden kalktı, kafası önünde kös kös mektebin kapısından içeriye girerek kayboldu."

İşte bu..

Sağlam bir bedeni yapı, ancak, memleket ve millet sevgisiyle dopdolu bir yürek sahibi olduğunu görmekteyiz.

Mithat Cemal Kuntay’ın Mehmet Akif kitabında anlatılan bir manzara:

“Üstadın kızı
Cemile anlatıyor. Bir gün mektebe giderken çantamın eskiliğinden dolayı ağlamıştım. Onun üzerine babam bize bir çocukluk hatırasını anlattı :

"B
abam beni İdadi Mektebi’ne yazdırmak üzere götürdü. Kaydettiler. Fakat mektebe verilmesi lâzım gelen bir para istediler. Babamın mevcudu kâfi gelmedi. Baktım çok canı sıkılmıştı. O sırada cebinden saatini çıkardı. Evirip çevirip bakmaya başladı.

-Baba, neye saate bakıyorsunuz? Dedim.

-Bu gümüştür, dedi; bunu terhin edersek istedikleri parayı alabiliriz.

Babamın beni okutmak için gösterdiği bu fedakârlık karşısında çok müteessir oldum. Ağlamaya başladım.

-Baba dedim, ben mektepten vaz geçtim. Haydi gidelim.

-İşte çocuklar bu şerait(şartlar)altında okuduk. Siz şimdi çantanızın rengi biraz solmuş diye ağlıyorsunuz.

-Peki baba sonra ne oldu, mektebe gitmediniz mi?

-Gittim. Babamın parası çıkışmadığını görünce itimad ettiler. Sonra verirsiniz dediler.”

Evet buyurun işte… Büyük çileler büyük şair ruhunu yoğurur böylece…

*

Bugünün şairlerine, yazarlarına bakalım, kendimize yani…

Önümüzde koskoca dünyayı uçsuz bucaksız bir vaziyette sunan bilgisayar ve internet…

Her türlü teknolojik gelişme. Neyi ister, neyi arzularsak anında karşımızda, hazır…

*


Anadolu’nun bağrında nice masum çiçeklerimiz var, Akif’imiz gibi yok ve yoksulluklar içinde okuyan. Tırnaklarıyla hayata tutunan. Başarılar kazanan.

*

Akif’i anladığımızda, İstiklal Marşımızın mısralarının içindeki ruhu daha iyi anlarız sanıyorum.

*

 
Milletlerin-ülkelerin İstiklal Marşları ve Bayrakları çok önemlidir. O milleti, o ülkeyi temsil eder Bayrak ve Marş.

Bugünlerde maalesef bazı art niyetlilerin Milli Futbol takımımızın giydiği kırmızı beyazlı formayı değiştirmek için sudan bahanelerle çırpındıklarını esefle görüyoruz. Onlara “ya sev, ya terk et!” dediğimizde de başlıyorlar içlerindekini kusmaya. Milli takım elbette bayrağın rengini terk etmeyecektir.

*

Biliyorum ki;

Akif’in inandığı ve hasretle beklediği Asım’ın nesli vardır ve biz onlara güveniyoruz.

-----------------------------------------------
Kaynaklar:

(*) Edebiyatçılarımızın Çocukluk Hatıraları-M.Nuri Yardım, Nesil yayınları, 6 baskı, İstanbul 2006

(**)Mehmet Akif, Mithat Cemal Kuntay, Timaş yayınları, İstanbul 1977
 
 
Toplam blog
: 28
: 2100
Kayıt tarihi
: 14.04.09
 
 

1952 ankara-Elmadağ doğumluyum. 1975 yılında A.D.M.M.A' den makina Mühendisi olarak mezun oldum. 2..