Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Eylül '17

     
    Kategori
    Öykü
     

    Alçağın Teki

     

     Sadık Güvenç

     

    Kaç gündür zangır zangır titriyor kızcağız. Bir yandan da ateşler içinde yanıyor. Kara gözlerinin feri sönük. Arada bir göz kapaklarını aralıyor, nerede olduğunu anımsamaya çalışıyor. Çadır mı burası? Yağmur dinmiş mi? Babası nerede? Annesi? Kendiliğinden kapanıyor gözleri.  

    Acilin kapısının önünde bekleyen baba, sorgu dolu gözlerle her çıkan görevliden medet umuyor. Nasıl sormalı? Ne demeli? Ne söylerlerse söylesinler anlayamayacak zaten. Yüz hatlarından, gözlerinden anlayacak kızının sağlık durumunu. Kimseye bir şey söyleyemese de  kafasının içi o kadar dolu ki acilin kapısında bekleyen adamın. İçeride can çekiştiren kızıyla konuşuyor . 

    “İyileşeceksin kızım, iyileşeceksin yavrum… Anneni, kardeşlerini yollarda kaptırdık kara topraklara, bir tek sen kaldın bana eski günlerimizden kala kala. Gitme sakın, gitme ne olur! Koyma babanı buralarda bir başına… İyileş, ayağa kalk, evimize gidelim. Beni yapayalnız bırakma…” 

    Kapı açılıyor, yeşil gömlekli genç bir doktor çıkıyor dışarıya, ağzında maskesiyle. Koşup dikiliyor karşısına genç doktorun. Doktor duruyor: 

    “Buyurun!” 

    “Kızım nasıl doktor?” 

    Doktor karşısındaki adamın ne dediğini anlayamıyor.’ Nece konuşuyorsun be adam?’ der gibi bakıyor. 

    “Ne dediğinizi anlamıyorum beyefendi, bir yakınınız mı var içeride?” 

    Kızın babası, doktorun ne söylediğini anlamıyor. Kendi diliyle soruyor: 

    “Kızım, kızım nasıl doktor?” 

    Doktor gidiyor. 

    Adam ne diyeceğini, nereye koşacağını bilmiyor. Kapıyı açıp içeriye girmeye yelteniyor. Durduruyorlar kendisini. İçerideki hastalara saygılı olunması gerektiğini bilmeyecek ne var? Uysal uysal bekliyor. Ne olur şunlardan biri halinden anlasa da gözünün nuru kızcağızından bir haber verse… 

    Kendisi gibi bekleyen onlarca insan var. Herkes bir şeyler konuşuyor. Yalnız o konuşamıyor. Yalnız o soramıyor… 

    Çöküyor duvarın dibine. Halden, dilden anlayacak birileri çıkıp gelmez mi yanına? “Bizi buralara düşürenlere lanet gelsin,” diyor kendi kendine. Sonra kızıyor birden. “Lanet okuma, lanet okuma, ne gelirse Allah’tan…” Tövbe çekiyor. Başından geçenleri düşündükçe kime kızacağını, neye kızacağını şaşırıyor iyice. 

    Evini barkını terk edip de buralara gelmeselerdi yollarda kalır mıydı karısı, çocukları? Kim onların evine ateş düşürdü? Nerden çıktı bu savaş? Bir kesim ekmek, bir yudum su her yerde herkese bulunmaz mıydı? Niçin karışıyorlardı herkesin gökyüzüne? Tepelerine gece gündüz yağan bombalardan, kılıçlardan, kurşunlardan kaçmışlardı işte herkesle birlikte. “Bir ay, bilemedin iki ay sürer bu kaç kovala işleri. Bir aydan iki aydan ne olacak? Sonra biter bu kargaşalık günleri, döner geliriz evimize.” Böyle diyorlardı yollara çıkmaya ikna etmek için. Ateş altında kalmaktansa çoluk çocuk döküldüler yollara. Kolay mı öyle günlerce yürümek? Nereye gidiyorsa herkes, sen de oraya gideceksin. Ne yapıyorlarsa aynısını yapacaksın. Her geçen gün yorgunluk, yılgınlık artıyor. Peşine düşen eşkıya mı asker mi belli değil. Evinden uzaklaştıkça bencilliği artıyor herkesin. Komşuluk, akrabalık bir yere kadar. Bir süre sonra gemisini yürüten kaptan. Kimse kimseye suyunu vermez oluyor. Çocuklar hastalanıyor. Yaşlılar hastalanıyor. Yiyecek tükeniyor. Dizinde derman olan yürümeye devam ediyor. Dermanı kesilense yığılıveriyor kuytu bir yere. Sınır kapıları ne de uzakta… Sürekli kötü haber yayılıyor. Yol kıyısındaki sular zehirlenesiymiş. Üzerimize gaz bombaları yağdıracaklarmış. Bizim hükümetimiz istemiyormuş bizim buralardan gitmemizi. Yok eşkıya gelip bizi kesecekmiş. Köylerimizi, şehirlerimizi çoktan işgal etmişler. Geriye dönemezmişiz… 

    “Fatma Faris’in yakını var mı?” 

    “Fatma” mı dedi biri? Gerisini duymuyor bile. Fırlıyor yerinden. Kızının adını söyleyen görevlinin karşısında esas duruşa geçiyor. Kendi dilinde konuşuyor: 

    “Ben babasıyım Fatime’nin. Söyle kurbanın olayım, nasıl Fatime’m? İyi mi? İyileşecek mi? Ölmeyecek değil mi?” 

    Doktor, anlıyor karşısındaki adamın telaşını, dilinden anlamasa da. Koluna giriyor onun, dilini anlamadığını bile bile o da kendi dilinden konuşuyor: 

    “Sakin ol, sakin ol. Gel bakalım bizi anlaştıracak birini bulalım.”  

    Hasta kızının yanına götürüyor adamı. Kızın kolunda serum bağlı. On bir yaşındaki Fatime şimdi daha da küçük görünüyor gözüne, hastalık nasıl da eritip akıttı yavrucağı. Uyuyor. Doktor, işaretle bir şeyler  anlatıyor babaya.  Baba, doktorun gözlerinden anlıyor ki Fatime’si iyileşecek. Parmaklarının ucuyla dokunuyor uyuyan kızının alnına. Elleri titriyor, gözlerine yaş hücum ediyor. Kızının gözüne gelen saç tellerini  itekliyor.  

    “Şükürler olsun ya Rabbim, sana şükürler olsun!” 

    “Gel benimle,” diyor doktor. Kızın babasını bir yerlere sürüklüyor. 

    Adam uslu uslu takip ediyor doktoru. İçinde bir ferahlık var. Hastabakıcılardan biri  Arapça biliyormuş. Doktor onu buluyor.  

    “Ehlen ve sehlen…” 

    Kızının zatürre olduğunu, atlatacağını, birkaç gün burada bakılacağını öğreniyor.  Adamın mutluluğuna diyecek yok. Önce doktoru kucaklıyor. Onun elini öpmek istiyor. Doktor adamın sırtını okşuyor, elini kurtarıyor. 

    Hastabakıcı, Suriyeli babaya, ne zaman isterse kendisini bulmasını söylüyor. Hasta kızı görmeye birlikte gidiyorlar.  

    “Hiç korkma, artık Fatime bana emanet,”diyor. 

    Fatime iki gün sonra iyice kendine geliyor. Acilden servise alıyorlar. Artık kolunda serum yok. Sayıklamaları da geçip gitti. Hastabakıcı ağabey iki saatte bir  babasından selam getiriyor.   

    Akşamın ilerleyen saatleri. Fatime’nin babası kızının iyi olduğu haberini bir kaz daha aldıktan sonra sığınmacılar çadırlarının olduğu yere doğru yöneldi. Hastabakıcı, insanlık adına görevini yapmanın gururuyla işinin başına döndü. Bu gece nöbetçiydi. Fatime’yi bir kez daha kontrol etmek için yukarı çıktı. Kızcağız tuvalete çıkmış. Bu da ardından gitti. Kadınlar tuvaletinde Fatime’den başka kimse yoktu. Hastabakıcı, kapıyı kapattı. Kızın ağzını eliyle kapattı.  Hastalıktan iyice bitkin düşmüş kız neye uğradığını bilemedi. Çırpındı, tepindi. Ağzından leş gibi sarımsak kokusu fışkıran adam üstüne abandı. Korkudan ödü kopuyordu.  Hastabakıcı, tepinen kıza şiddetli bir tokat attı. Kız anında pelte gibi yığıldı. Hareketsiz kaldı.  

    Ertesi gün, Suriyeli baba hastabakıcıyı yerinde bulamadı. O iyi doktoru da bulamadı.  Zaten ne adını biliyordu ne de odasını. Tesadüfen karşına çıkarsa çıkacaktı.  O da olmadı. Fatime’nin yanına çıkmak için ziyaret saatini beklemek zorunda kaldı. 

    Fatime’si baygın yatıyordu. Yüzü mosmor, boynu boğazı kızarıklık içinde. 

    “Kızım, kızım ne oldu sana böyle?” 

    Fatime hafif kıpırdadı. Kara gözleri bir an açılıp kapandı. İçini çekti. 

    “Ne oldu sana, ne yaptılar yavrum sana?” 

    Diğer hastalar suskundu. Yaşlı bir hasta kadın ağlıyordu. Suriyeli baba başlarına gelen felaketi anlamış olacak ki olduğu yere çöktü. Uğundukça uğundu.  

     

     

     
    Toplam blog
    : 1
    : 64
    Kayıt tarihi
    : 12.05.17
     
     

    Merhaba,  Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeniyim. 1983 yılı DTCF mezunuyum. Dört yıl Hatay-Reyhanlı ..