Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Ekim '16

 
Kategori
Öykü
 

Avrupa'ya kaçak yolculuğun öyküsü

Avrupa'ya kaçak yolculuğun öyküsü
 

İzmit’in kıyı mahallelerin birinde yaşıyordu. Babası Seka Kâğıt Fabrikasında tomrukları havuzdan demir sapan ile çekiyor, kucaklayıp odun kıymıklama makinasına yüklüyordu. Sedat babasının nasıl zorlandığını, terlediğini görüyor, üzülüyordu. İşçi olmak istemiyordu, henüz gençti ama yapabileceği bir iş te yoktu. Sonunda o da işçi oldu. Torpille girdiği fabrikada Üç vardiya halinde çalışıyor özellikle gece vardiyasını hiç sevmiyordu. İyi maaş veren fabrikaların birinde çalışıyor olmasının rahatlığıyla evlendi ve bir çocuğu oldu. Bir gece vardiyasından çıkmış, bakkaldan taze ekmeğini alıp evin yolunu tutmuş, kaldırımdan yürüyordu. Sabahın erken saatlerinde bir otomobil yanında durdu. Beyaz renkli, Reno 24 tabir edilen otodan dört sivil giyimli kişi çıktı. Sedat bunların polis olduğunu anlamıştı ama kendisi bir suç işlememişti ki,” niye polisler önümü kesti” diye düşünürken Polislerden biri sert ve emredici bir ifadeyle “ Ver Kimliğini o……Çocuğu ” dedi. O günlerde kimliksiz gezmek en büyük suç sayılıyordu. Zira ülkede 1980 Askeri darbesi olmuş, çıkarılan yeni kanunla askere ve polise özel yetkiler verilmişti. Sedat gururlu gençti. Kendisine küfür edilmesini hazmedemeyerek “ Vermezsem ne olacak. Sen bana küfredemezsin, önce konuşmasını öğren”  diyerek polise kafa tuttu.  Komiserin yanındaki başka bir polisten “alalım bunu komiserim”  gibi mırıldanmalar duyuldu. Komiser daha bir yumuşak bir ifadeyle ” Rutin kontrol kimliğini uzat.”  Dediğinde, Sedat hiç tereddüt etmeden kimliğini verdi.  Komiser sol eliyle kimliği alırken, sağ elini sıkmış, yüzüne öyle bir yumruk atmıştı ki; Sedat neye uğradığını şaşırdı. Atılan yumruk gücüne gitmişti. Kaşı yarılmış, yüzünü bir eliyle kapatıp“ ne yapacaksanız, tutuklayacak mısınız” sorusuna “cevap bulamayan Sedat, bunları söylerken, nefret dolu gözlerle polislere baktı.

Başından geçenleri eve gelip kahvaltı sofrasında hanımına anlattı. Zaten yıllardır bu ülkedeki demokrasi ve hukuk işleyişini beğenmeyen Sedat kararını vermişti. Bundan böyle Avrupa’ya gidecek orada çalışacak, orada yaşayacaktı. Halbuki daha iki yıllık evlilerdi, eşi Gönül hiç itiraz etmedi ama içinde fırtınalar koptu..

Ertesi sabah İlk işi Fabrika müdürüne gitmek oldu. “ Ben Avrupa’ya gideceğim beni tazminatlı işten çıkarın” Fabrika müdürü babacan adamdı.  “ oğlum sana iki ay ücretli izin vereceğim. İstediğin ülkeye vize alacağım git, gez yine buraya gel” Sedat bu teklifi kabul etmedi. Fabrika müdürü son hamlesini yaptı. “ sana iki hafta izin. İyice düşün, büyüklerine danış öyle karşıma gel.” kendi başına buyruk olan Sedat, iki hafta sonra karşısına çıktığında fikri değişmeyecekti.

1987 Haziranında kimselere söyleyemediği Avrupa’ya kaçış fikrini, en samimi arkadaşına söyledi.  Arkadaşı Tuncay “ tamam varım “dediğinde dünyalar onun olmuştu. İllegal yollarla edindiği kaçış haritası ile İlk otobüse binip Yugoslavya sınırında polis engeline takıldılar. Sedat’ın arkadaşı Tuncay takım elbise kot giymiş, saçı sakalı birbirine karışmış zayıf haliyle bir terörist gibiydi. Yugoslavya sınır polisleri ülkeye girişlerine izin vermedi. Tampon bölgeye bırakıldılar. Planları; İtalya’ya gitmek ve illegal yollarla İsviçre’ye girmekti. (O zamanlar, İtalya’ya kadar vize yoktu.) İki gün Bulgaristan- Yugoslavya tampon bölgesinde sefil halde beklediler. Günler geçmek bilmiyor,  ne Bulgaristan’a, ne de Yugoslavya’ya gidebiliyorlardı. En sonunda Bulgaristan sınır polisleri bu iki gencin haline acıyıp “ komşi gel. Sizi onlar(Yugoslavya) almayacak. “ dediklerinde neredeyse polislerin boynuna sarılacaklardı. Bulgaristan’da Sedat arkadaşına “ Tuncay, sen geriye dön. Ben bütün hayatımı riziko ettim, ben tekrar deneyeceğim”   Tuncay cebinde Türkiye bileti ve biraz harçlık ile geri dönerken, Sedat artık tek başına yoluna devam edecekti. İdeallerinin peşine koşan Sedat, Bulgaristan’dan Yunanistan sınırına geldi. Yunanistan vize istiyordu ve sınırdan girmesine izin vermiyorlardı. Lisede öğrendiği yarım İngilizcesi işe yaramamış, tercüman getirmişlerdi. Uzun boylu tercüman Karadeniz yöresel şivesiyle “ uşağimm ne ariysun buyda” sözü Sedat’ın şaşırmasına yetti.  “sen Türk müsün abi ”  derken gülümsüyordu. Tercüman “Benim dedem Patnos’ta yaşiy. Ondan öğrendim Türkçeyi.”  Rehber, Sedat’a bir Türk kahvesi ısmarlayıp ”Sana vize lazım” gerekçesiyle geriye göndermişti. Son parasıyla sınırdan Sigara ve içki alıp, Türkiye’de bunları satıp masraflarını çıkarmıştı.

Sedat yılmadı. İstanbul’a gidip, kaçak yollarla Avrupa’ya tekrar geçmenin yollarını ve sırlarını araştırdı. İstanbul’da tanıştığı kişiler: Pasaportunda  “ giremez “ kırmızı damgasını taşıyan Sedat’ın tekrar girmesinde sakınca olmadığını söylediler. 800 mark karşılığında İsviçre’ye girmesinde yardımcı olacaklarını söyleyip ,” İki hafta sonra gel. Yugoslavya’dan Milano’ya araba var “ dediler. Sedat’ı Tır içinde Yugoslavya’ya soktular. Uzun bekleyiş sonrası, Üsküp’ten Lübnana’ya, Lübnana’dan da tekrar tren ile İtalya’ya varmıştı. İtalya vize uygulamıyor ama sıkıdan sıkıya inceliyor, polisin uygun gördüğü kişiler ülkeye giriş yapabiliyordu. İtalyan polisi Sedat’ı durdurmuş “ nereye gidiyorsun “ diye sormuş, sakin bir tavırla “ Venedik’e gideceğim, oradan da İzmir’e geçeceğim “ sözüne karşılık sınır polisi inanmamıştı  “ peki, Paran var mı” sorusu karşısında cebindeki bir tomar Alman Markını çıkartıp gösteren Sedat, artık İtalya’ya elini kolunu salıya sallıya girmişti. Bir Plan dâhilinde hareket eden Sedat, tuttuğu taksi ile İtalya sınırdaki 20 km’lik tünelin başına gelmişti. İtalyan taksici “ Bu tünele girme. Bir hafta önce Yugoslav aile tünelde basınçtan dolayı parçalandı. Otele geri dön. Sabah ben seni tren ile karşıya gönderirim ”dediğinde bütün ümidi kırılmış, ezik bir şekilde otelin yolunu tutmuştu. Taksiciye güvenmiyor, polise gider, kendisini ele verir düşüncesiyle, Otele girmeyip, tren ile Milano’ya geri dönüp, garda bir hafta boyunca yatıp kalktı. Uzun araştırmalar sonunda birsiyle tanışmış, İsviçre’ye geçmesine karşılık 1000 mark istenmişti. Parayı fazla bulmuştu. Sıkı pazarlık sonucu 600 marka anlaştığı üç kişi, Sedat’ı Milano’dan Zürih’e gidecek gece trenine bindirdiler. Bu kişiler kopartmanda ki koltuğun altına Sedat’ı özel bir yöntemle gizleyip, sıkı sıkı tembihte bulundular  “ sigara içmeyecek, öksürmeyecek ve nefesini sinek bile duymayacak “ deyip tam tren hareket etmek üzereyken, indiler. Küçük çantasını başına yastık yapan Sedat,  eline İsviçre tren duraklarını yazmış,  ineceği istasyona gelmesini bekliyordu. Bu arada kompartımana iki genç kız girdi. Mini etekli genç kızlar karşılıklı ayaklarını koltuğa uzatmış, sigara içiyorlardı. Sedat kızların kısa eteklerinden iç çamaşırlarına kadar görüyor, heyecanlanıyordu. Nefesi hızla atmaya başlamıştı. Kendini ele vermesi an meselesiydi ki,  genç kızlar şarkı söylemeye koyulunca, Sedat’ın kalp atışları ve nefesini duyulmaz oldu. Üç saat sonra tren kalabalıklaşmaya başladığı için artık inme vaktinin geldiğini sezinlemişti. Nasıl olsa artık İsviçre sınırlarındaydı. Tren yavaşladığında, saklandığı yerden çıkıp, koltuğa oturdu. Bir müddet sonra kapıya doğru yürüyüp, tren durduğunda ağır adımlarla indi. Gördüğü manzara karşısında şok oldu. Tren küçük bir köyde durmuştu. Şimdi ne yapacaktı. Şaşkındı. Sakince garın girişine yürüdü ama iki tren görevlisini görünce kalbi küt küt atmaya başlamıştı. Görevliler ya durdurup "bilet sorarlarsa” diye endişelenmeye başladı. İki görevlinin arasından geçerken yanında taşıdığı mavi kazağı üzerine giymeye başladı. Görevliler onu uykudan uyanmış bir yolcu sanıp durdurmamıştı. Sedat’ın şansı yaver gidiyordu. Gecenin ikisinde nereye gideceğini bilemeden, caddede şaşkın şaşkın yürürken, devriye gezen polis otosunu gördüğünde “her şey bitti, buraya kadarmış” diye içinden geçirdi. Polis devriyesi yaklaştığı sırada, bir sigara yakıp umursamaz davrandı. Polis otosu onu, gelip geçmiş, şans Sedat’ın yüzüne bir kez daha gülmüştü. Tarlaların uzağında araba ışıklarını gördüğünde otoyol olduğunu anlamış, oraya doğru koşmaya başlamıştı. Yürüdüğü tarla otluk ve geçit vermeyen çalılarla kaplıydı. Zar-zor otoyola tırmandı. Otoyolda araçların durması yasaktı, Sedat ise gecenin bir yarısı otostop çekiyordu. Bu görülmüş bir şey değildi. Yaklaşık bir saat sonra eski model Volkswagen (kaplumbağa) marka otomobil durmuş Sedat’ı almıştı. İçinde 20 yaşlarında, uzun saçlı, çilli ve kısa burunlu bir alman genci vardı. Sedat bindiği Volkswagen otomobilde hikâyesini anlatıyor, Alman genci dinledikçe ağlıyordu. Yarım saat sonra Alman gencin Alp'lerin başındaki villasına geldiklerinde, Rudolf babasıyla Türk gencini tanıştırmış, hikâyesini anlatmıştı. Hemen bir plan yaptılar. Bileti Alman Rudolf kendi alacağı için, Sedat hiçbir denetim ve kontrolden geçmeyecekti. Sedat yatağa yatmıştı yatmasına ama gözüne bir türlü uyku girmiyordu. Sabah Zürih’e giden ilk trene bindirdiler.  Sedat, dört saat sonra Zürih’e vardığında bütün hayalleri gerçek olmuştu. Artık İsviçre’de idi. Ülkede üç kanton (Fransızca, Almanca ve İtalyanca ) konuşulduğu için hemen Fransızca bir dil kursuna yazıldı ve üç haftada kendine yetecek Fransızca öğrendi. Artık işe girme zamanıydı. İnşaatlara iskele kuran bir firmada işe başladı. Mantolama ve sıva işlerini kısa zamanda öğrenip 4 yıl sonra kendi şirketini kurdu. Çalışkanlığı sayesinde hızla büyüdü ve birçok ihaleler aldı. Şirketinde 60 işçi çalıştırmaya başlamış, İki yıl önce eşi ve çocuğunu da yanına aldırmıştı. Sedat şimdi mutlu bir aile babası ve başarılı bir iş adamı.

 
Toplam blog
: 2
: 2864
Kayıt tarihi
: 13.10.16
 
 

1965 İzmit doğumlu.1983yılında Hürsöz gazetesinde spor muhabir olarak göreve başladı.1986 Kocaeli..