Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Mayıs '07

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Avşa Adası

Avşa Adası
 

Avşa Adası… İstanbul’a olan yakınlığıyla (deniz otobüsüyle 2 saat 45 dakika) Marmara’da denize girilebilecek en temiz yerlerden biridir. Benim içinse kısa bir zaman da olsa şehrin gürültüsünden, kirlenmişliğinden kısacası kargaşasından kurtulabileceğim en yakın yerdir. Özellikle kaldığım Otel Beyaz Saray’ın yeri.

Adanın arka tarafında kalmış bu gizli cennette bulabileceğiniz tek şey huzurdur. Sizi Türk sanat müziği eşliğinde plajda geçirilen keyifli zamanlar, yüzünüzü okşayan ılık bir rüzgâr ve serin, masmavi bir deniz bekler… Tabii Avşa Adası’na bu güzellikleri doyasıya yaşayabilmek için benim gibi yaz sezonundan bir ay önce ya da sonra gitmelisiniz. Mesela ben bu güzel ve sakin adaya geçen sene mayısın son haftasında gitmiştim.

Vapur yolculuğum biraz sarsıntılı ve gürültülü geçse de ulaşmak istediğim yere vardığımda gördüğüm o manzaraya değeceğini biliyordum; güneşli, sıcacık bir hava ve elimde sadece küçücük bir valiz. Vapurdan iner inmez adadaki pansiyonlarda, otellerde çalışan insanlar etrafımızı sardı. Tabiî ki amaçları bizi kendi çalıştıkları yerlere götürebilmekti. Ama ben zaten adaya gitmeden önce nerede kalacağıma karar vermiştim. İnternet hayatımın her safhasında bana yardımcı olduğu gibi bunun için de benden yardımını esirgememişti. Otel Beyaz Saray’a gitmek için servisini kullanmam gerekti. Servis dediğime bakmayın, ben öyle rahat bir araba beklerken, tam bir külüstürle karşılaştım. Adanın arka tarafına sallana sallana gittik ve en sonunda otelime kavuşmanın verdiği mutlulukla resepsiyonda kaydımı yaptırıp kendimi doğruca odama attım.

Geçen sene içinde yeni yaptırdıkları odalardan birinde kalmak istediysem de maalesef dolu oldukları için eski ama şirin bir odada kaldım. Her zamanki titizliğim üzerimde odayı iyice bir süzdüm; iki kişilik bir yatak, eskice bir dolap ve bir komodin. Banyosuna gelince, teferruatsız bir banyoydu. Asıl hoşuma giden şeyse odamın önündeki deniz manzarasına karşı yeşilliklerin arasına kurdukları hamaktı. Derin bir nefes çekip içime önce birkaç eşyamı yerleştirdim sonra da üzerimi değiştirip sahile indim.

Orta yaşlı birkaç kişi sahilde güneşlenip aralarında sohbet ediyordu. Eminim ki beni görünce de biraz çekiştirdiler. Çünkü burada yapılabilecek başka bir şey yoktu ki… Gözüme kestirdiğim herhangi bir şezlonga havlumu koyduktan sonra kendimi denize bıraktım. Nasıl bir bırakışsa, çelik gibi bir suyla karşılaştım; üşüdüm önce ama sonra alıştım. Denizin temizliği, yumuşacık kumu beni şaşırtmadı desem yalan olur: Marmara’dayım ve böylesine güzel, temiz bir deniz... Biraz yüzdükten sonra dinlenmeye karar verdim. Şezlonga uzanınca hissettiğim huzur benim için tarifsizdi. Uzun bir müddet denizi seyrettim; tek tük geçen gemiler bir de karabataklar haricinde kimse yoktu. Ben niye buraya gelmiştim, niye kimseye haber vermemiştim, bilmiyorum. Sanırım küçük bir şehirden böylesine muazzam bir şehre gelince insan bazen tıkanıyor ve kaçmak istiyor. Benim istediğim de sadece buydu: Biraz nefes alabilmek.

Gün batımını da sahilde uğurladıktan sonra havlumu alıp odama gittim. Sıcak bir duş alıp, akşam yemeği için hazırlandım. Otelin restoranına gittiğimde karşılaştığım manzara karşısında bir kez daha hayranlığımı gizleyemedim. Şansıma mı bilmiyorum ama beni yıldızlarla bezenmiş bir gökyüzü ve kocaman bir dolunay karşıladı. Şans kelimesini kullandım çünkü dolunayın benim için her zaman ayrı bir büyüsü olduğuna inanmışımdır. Gözüme kestirdiğim herhangi bir masaya oturduktan sonra yemek servisi için gelen garsona bu akşamki mönüyü sordum. Tabiî ki beni bekleyen çorba ve ardından da mükellef bir balık ziyafetiydi.

Ben İstanbul’la istavriti birbirinden ayıramam. İstavrit balığını da çok severim; hani az kılçıklı olmasının da bunda epey bir payı vardır. Ama masama gelen balık, yağda kızartılmış birkaç dilim mezgitti. Hayal kırıklığına uğradığımı söyleyemem ama ben ızgarada kızarmış bir balığı tercih ederdim. Birden yanımda babamın olmasını istedim. Sahi ne güzel olurdu. Derdi ki: “Balığın yanına hele ki açık havaysa rakı yakışır.” Birlikte rakılarımızı yudumlardık…

Yemeğin üstüne şöyle bol köpüklü bir Türk Kahvesi nasıl iyi geldi, anlatamam. Yemeğim bitmişti, kahvemi de içmiştim ama canım henüz masadan kalkmak istemiyordu. Gündüz sahilde gördüğüm orta yaşlı insanlar da yavaş yavaş kalkmaya başlamışlardı.

Etrafıma dikkatlice baktığımda benim çaprazımda oturan yaşlı bir çift dikkatimi çekti: Yaşları belki de 70’in üzerinde olmasına rağmen titreyen elleriyle birbirine tokuşturdukları rakı bardakları ve balıklarını yerken gösterdikleri o keyifli yüz mimikleri beni çok etkilemişti. Hayata nasıl da sıkı sıkıya bağlılardı. Tabiî ki birbirlerine de… Dikkatlice onlara baktığımda zamanın nasıl bir insanı eskitebildiğini gördüm. Ama zaman sadece bir insanın görünüşünü eskitebiliyormuş, ruhunu değil. Onlardan öğrendiğim en önemli şey ise eğer istersek ruhlarımızın her zaman büyümeyen bir çocuk gibi kalabilmesiydi. Yemeklerini ve rakılarını bitirdikten sonra masadan kalkışlarıyla ayrı bir hüzün doldu içime. Artık zamanın onlar üzerindeki etkisini çok daha iyi görebiliyordum. Titreyen ellerine masadan kalkarken titreyen vücutları da eklenmişti. Bu gördüğüm manzara karşısında beni en çok büyüleyense yaşlı delikanlının nazikçe hanımının elinden tutup, ona restorandan çıkana kadar destek olmasıydı…

Restorandan en son ayrılanlardan biri de bendim. Odama doğru düşünceli adımlarla yürürken duvar dibinden ansızın zıplayan bir kurbağa beni kendime getirdi. Aslında kendime getirdi demek biraz hafif kalıyor; yüreğim ağzıma geldi desem kendimi daha iyi ifade edebilirim. Ben özellikle böcekler olmak üzere böyle ufak tefek canlılardan çok korkarım da…

Odama ulaşabildikten sonra uykusuz bir gecenin beni beklediğini anladım; yorgundum ama hiç uykum yoktu. İçimden, biraz hamakta uzansam mı, diye geçirdim. Kulağa hoş gelen bir fikirdi. Odamdaki yastıklardan birini aldım ve hamağa yerleştirdim. Sonra da denize karşı uzandım. Cır cır böceklerinin benimle gecemi paylaşmalarından dolayı da ayrı bir mutluluk duyuyordum! Kıyıya vuran dalgaların sesi, yüzümde hissettiğim hafif ama soğuk bir rüzgâr eşliğinde her şey neredeyse kusursuzdu. Ne kadar böylece kaldım bilmiyorum. Tek bildiğim zamanın epey ilerlemiş olduğuydu. Çünkü yan taraflardan gelen insan sesleri tamamen kesilmişti… Usulca bastıran uykumla birlikte ben de karanlığı aydınlatan dolunayın ışığında odama çekildim.

Yatağıma uzandığımda buraya gelmeden önce aklımda biriktirdiğim onca stresten, onca baskıdan kurtulduğumu, burada geçirdiğim bir günün bile benim için ne kadar tazeleyici olduğunu fark ettim. Ruhumdaki yalnız ama huzurlu yanımla tatlı rüyalara daldım…

 
Toplam blog
: 17
: 2625
Kayıt tarihi
: 09.05.07
 
 

Halen üniversite eğitimime devam etmekteyim. Hayatın üzerime yüklediği sorumlulukları yavaş yavaş hi..