Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Eylül '13

     
    Kategori
    Öykü
     

    Aylaklara Sevgilerle

    Aylaklara Sevgilerle
     

    Sahtekarın Anısı Uzun Olur

    Bazen ölmeyi hayal ederim. Yani ölmüş olmak için değil de, öldükten sonra yakınlarımın ne yaşayacaklarını düşünmek bana inanılmaz zevk verdiğinden. Yoksa hayatımın hiçbir döneminde aman da ölmek nasıl bir şey acaba demedim. Zaten insan bilmediği şeyden korkacak. Öyle olur olmaz her şeyi isteyip merak etmeyecek. Benim bunu zaman zaman düşünmemin sebebi, dediğim gibi kendime keyif olsun diye. Kafamda feci dramatik bir sahne yaratırım. Bu sahnede de muhtemelen annem yakasını parçalayarak ağlıyor olur. Hatta sıskalığından beklenmeyecek şekilde o kadar hırçınlaşmıştır ki iki kişinin onu kollarından tutup sabitlemesi gerekir. Babamsa tabutumun başında- böyle olması gerekir çünkü tabut olmazsa anlattıklarım gerçekçiliğini kaybediyor - boynunu bükmüş, sessizce duruyordur. Herkes onun bu büyük acıyı kaldıramadığını, sonunda da kafayı yediğini filan söylüyorlardır. Açıkçası bu insanların cenazede bile böyle dedikodu yapabildiklerine inanamıyorum. Hoş bu benim hayalim ve onlara bu lafları ben söyletiyorum ama zerre kadar kuşkum yok ki büyük teyzemin çocukları bu fırsatı kaçırmayıp aynen bu şekilde konuşurlardı. Hem de ölüye zırnık saygı göstermeden. Yani bana. İnanılır gibi değil. Muhtemelen ön saflardaki aile güruhunun arkasında onlarca hatta o gün pek keyifli ve abartmaya meyilliysem yüzlerce arkadaşım vardır. Her birisi derin bir acıyı yaşayan insanlara mahsus yüz ifadeleri takınmıştır ve ellerinde tabutumun kenarına bırakmak üzere kırmızı karanfiller tutmaktadır. İnsanların benim arkamdan harap oldukları bu sahneye bazen kendimi öyle kaptırırım ki, bunu hayal ettiğimi unuturum ve gözlerim dolmaya başlar. Gerçekten gülünç bir hareket bu ama olur işte. Dedim ya bunu düşünmekten büyük zevk duyarım. Ama yani şu anda olay çok farklı bir boyutta. Ben bu sefer gerçekten ölmeyi düşünüyorum ve aklımda da o saçma sahnelerden biri yok. Bu sefer amacım gerçekten yok olmak, öyle insanların dramı ve perişanlıklarının peşinde değilim. Zaten şu an benim yerimde kim olsa ve şu karşımdaki deli saçması kadınla kim konuşuyo olsa aklından bunlar geçer.

          Her sene aynı terane. Ben birkaç haftalığına buraya geliyorum. Babaannem zorla beni bu kadın toplantılarına sokuyor ve nasıl oluyorsa bu kadın her seferinde benim yanımdaki sandalyede bitiyor. İnanılmaz sinir bozucudur kendisi. Yok babaannem değil, o tatlıdır, ben bu kadından bahsediyorum. Bana bir soru sorar, ben de tam onu adam yerine koyup cevap verecekken bir anda tırnağıyla, masanın üzerindeki uyduruk süslemelerle ya da eteğine dökülmüş ekmek kırıntılarıyla sanki dünyanın en önemli işini yapıyormuşçasına ilgilenmeye başlar. Yani madem sen beni dinlemeyeceksin ne diye soru soruyorsun değil mi? Böyle sinir bozucudur işte. Hatta bir keresinde okul nasıl gibilerinden bir soru sormuştu da ben bir süre düşünüp fena değil deyince öyle bir acıma ifadesiyle yüzüme bakmıştı ki acaba ölüyorum da benim mi haberim yok diye düşünmüştüm. Acıma da acıma yani, adamı duvardan duvara vuran cinsten. Kadının sırf beni küçümsemek için yaptığı bir şeydi. İşte yine kendimi bu kadının yanında bulup ona hiç dinlemediği cevaplar verirken ölmeyi düşünüyordum. Bazen cevap vermeden defolup gitsem mi buradan diye düşünmedim değil hani. Ama öyle bir şey yapsam babaannem kalp krizinden falan gidebilir. Böyle riskler almaya gerek yok. Ben de kaderime razı bir şekilde onun karşısında sanki lop beyinli bir avanakmışım gibi oturmaya devam ediyorum.

          Aslında bu konuda on yıla dayanan bir tecrübem olduğu için- yani bu kadın toplantısı saçmalığı hakkında- oldukça geniş bir bahane arşivim bulunmakta. Yapmak istemediğim ya da aslında neyle karşı karşıya olduğumu son anda anlayıp tırsarak vazgeçtiğim her iş için takdire şayan hastalıklar uydurmuşluğum var. Mesela kusber hastalığı diye bir hastalık uydurmuştum. Tabi bu kısaltması. Kusturan berber aslında. İki yıl hiç makas değdirmediğim- e tabi tarak da- uzun saçlarımı “Ay bu senin saçların koyun gibi tiftik tiftik olmuş yavrum!” deyip kestirmeye kalkıştıkları gün geliştirdiğim bir hastalık. Beni döner sandalyelerden birine oturtup boynuma da muşambamsı saçma bir bez bağlamışlardı. Bağlamak da değil hani, resmen boğazlamak. Saçıma epey su sıkıp ıslattıktan sonra, kelliğini saklamak için türlü dalavereler yapan kuaför arka cebinden ucu paslanmış bir makas çıkarmıştı. Tam saçımı eline aldı kesecek, birazını önümdeki aynaya sıçratarak sağlam bir kustum. Çevredekiler  “Aman ne oluyor?!” diye telaşlanıp bana bakarlarken de durmadım, annem kolumdan çekiştirerek beni dışarı çıkarmaya çalışırken de. Kustum da kustum. Sonrasında da bir daha bizi o kuaföre almadılar. Aman ne üzüldük. Hoş annem bayağı alınmıştı duruma ama ben zırnık umursamadım. Saçlarım da, ben sıkılıp da onları saçma sapan kesene kadar tiftikliklerini korudular. Bana göre hava hoştu.

          Bir başka numaram da veli toplantısı sırasında oluşmuştu. İnsan ilhamın ne zaman nerede geleceğini bilemiyor işte. Başarısız değildim evet ama başka meselelerim vardı ve sanırım bu meseleler fazla kabarık bir dosya olarak geri dönmüş önümde duruyorlardı. Annem ve babam rehber hocayı beklerken bana tehditkâr bakışlar atmayı ihmal etmiyorlar tabii ki. Hiç istifimi bozmadan önüme bakıyorum ben de. Aslında aklıma bir şey gelmese muhtemelen bu karın ağrısı an bitene kadar orada öylece duracaktım ama dediğim gibi ilhamın nerede ne zaman geleceğini gerçekten kestiremiyor insan. Göreni bir daha baktıracak şıklıktaki rehber hocamız içeri girip bizim oturduğumuz sıraya yaklaştı- toplantılar normal dersliklerde yapılırdı ve her veli bir sıraya oturup hocaların tek tek gelmesini beklerdi ya da onun gibi bir şey- bayağı titiz bir kadındı. Tamam tamam gerçekten titiz bir kadındı, hastalık derecesinde. Sıraya oturur oturmaz masanın kendi önünde kalan kısmını ilaçlı bez gibi bir şeyle ovarak sildikten sonra elini pürelledi ve bize bakarak konuşmaya başladı. Muhtemelen meyvelerini, yemeden önce deterjanlı sularda bekleten biriydi. İnce, vızıltıya benzer bir sesi vardı. Tam migrenlik. Allahtan dersime girmiyor diye düşündüğümü hatırlıyorum. Hoş beş edip kibarlık tebessümleri atma safhasını geçince iş ciddileşti ve kadın apaçık bir şekilde bana laf sokmaya başladı. Yani benim yaptıklarımı şikâyet etmesi ayrı bir şey ki bunda bir sakınca yoktu elbette ama bu kadın düpedüz benim mankafalı iflah olmaz bir tip olduğumdan ve olur olmaz yerlerde kikirdediğimden dem vurmaya başladı. Eh ben de sinirlendim sinirlenmesine ama sonra dedim ki bu kadar düzgün görünüşlü bir kadını yalancı çıkartmamalıyım. Bu bana hiç mi hiç yakışmaz. Sandalyemi kadınınkine biraz yaklaştırdım. Sonra da onun görebileceği şekilde- aslında herkes görebiliyordu, dönüp bakmaları yeterdi- işaret parmağımla kulağımı karıştırmaya başladım. Sonra da parmaklarımı kadının sildiği yerlere sürdüm, işlemi yapmaya başlamamın üzerinden beş saniye geçmedi ki kadın hastalıklı bir ifadeyle bana bakıyor ve annem ayağının altındaki gudubet bir böcekmişçesine ayağımı eziyordu. Bu beni daha da keyiflendirdi. İstemsizce sırıtmaya başladım ve aynı hareketi bir süre daha yaptım. Bu sırada var gücüyle kaldığı yerden devam eden sevgili rehber hocamı canı gönülden dinliyor gibi başımı bir aşağı bir yukarı sallıyordum. “Evet,  haklısınız” tadında hareketler. En sonunda öğürtüsünü kapatmak için elini ağzına götürüp hızlı adımlarla dışarı çıktı. Eh yapabileceğim bir şey yok, benim bir ünüm var ve onu korumak zorundayım. A evet söylemeyi unutmuşum, bunun için daha yaratıcı bir isim buldum. Tam olarak bir hastalık sayılmaz çünkü daha çok bir ‘işlem’di bu benim gözümde ve adını lavaboaç koydum. Tıpkı iğrenç kokulu lavaboların pisliğini temizlemekte kullanılan şey gibi. Burada da kulak temizliyoruz sonuçta, halay çekmiyoruz. Önemli bir iş ve saygıyı hak ediyor o yüzden de ismi üzerine uzunca düşündüm zaten. Bunların dışında ihtiyaç anında kullanılmak üzere de birkaç kişilik bozukluğu geliştirdim tabi. Aslında en kolayı bunlar, sonuçta birisini gerçekten hasta olduğuna inandırmak zordur ama kafadan çatlak olduğuna herkes hemencecik inanır. Sabitgöz hastalığı, ki istenmeyen bir misafir geldiğinde kullanılmak için birebirdir, psikolojik kızamık vesaire. Ve ben bunları o kadar inandırıcı oynardım ki bir dönem gerçekten bir akademisyen topluluğunun tutup beni araştıracağına filan inanmıştım. Heyhat, güzel günlerdi.

          Şimdiyse bu kadının, yirmi yıl öncesi modasının bile kabul etmekte zorlandığı meçli saçlarına bakarak gülmeden konuşabilmeli, sorularına cevap vermeliydim. Ah şu babaannemin hatırı olmasaydı! Zaten onun gibi kocasına bile Hulki Bey’ciğim diyen bir kadının bu patavatsızlık abidesiyle ne işi olur bir türlü akıl sır erdiremiyorum. Hayır bir de öyle halleri var ki bizi arka cebinden çıkarır filan zannediyor insan, ama alakası yok. Eminim sokakta yürürken herkesin ona baktığını, onun hakkında konuştuğunu düşünüyordur. İyi anlamda demiyorum tabi, dalga geçiyorlar manasında. Her güleni kendisine gülüyor zannedip korkudan dönüp dönüp arkasına bakanlardan işte. Acınası bir zat kendileri.

          Haliyle ona sinir olduğumu bildiğinden beni delirtmek için elinden geleni ardına koymuyor. İğrenç kahkahalarına maruz kalıyorum. Hani şöyle göbeği memeyi titreten cinsten. İşte bu sabrımı taşırıyor. Müsaade istiyorum. Tabi ya! Biraz da dürüst insan bahanesi kullansam ya! Babaannemi öpüp çıkıyorum.

         Yolda bir taksi çeviriyorum. Taksinin arkasında İngilizce havalı bir şeyler yazıyor. Hatta havalı bile yazıyor. Yani sen külüstür bir taksi ol, teybinde saçma sapan ağdalı şarkılar çalsın ve üzerinde “cool” yazsın. Gülüyorum ama düşününce bu taksiyi o meçli kadından da rehber hocamdan da daha çok seviyorum. 

     
    Toplam blog
    : 1
    : 129
    Kayıt tarihi
    : 26.08.13
     
     

    -Öğrenci -Az biraz yazıp az biraz söyleyen -pek pek okuyan birisi, yazdıkları önc..