Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Ocak '20

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Bana yine el almaz geldi

“İskambil oyunundan hayata dair bir projeksiyon çıkar mı?” diye sorarak başlayalım söze. KİNG oyununu bilir misiniz? Merak etmeyin bir kıraathane muhabbeti, salt bir oyun incelemesi değil bu yazı, hayata bakış ve onu sorgulayış! Herkesin doğru dediğinden kendi doğruma gidiş. Benim yolculuğum: Doğruları bilip hâlen gidemeyişimin öyküsü.

Tekrar soralım KİNG oyununu bilir misiniz? O safi bir iskambil oyunundan ziyade bir zekâ, bir durum oyunu; anı yönetme oyunu. Elindekilerle gününü, dolayısıyla geleceğini tasarımlamak zorunda olduğun bir hayat simülasyonu: Ne zaman kazanman gerektiğini, hangi halde bugünü kaybettiğinde geleceği kazanacağını, kimleri/neleri kaybetmenin istifade sağlayacağını, fuzulî görünen, zayıf görünenlerden kurtarıcı yaratmanın mümkün olduğunu gösteren; bir nevi “kaybederken de kazanabilme” oyunu.

Oyundaki performansın karnesi olan sonuç göstergesinde kazandıkların ve kaybettiklerin muhasebeleştirilirken kalan puanlar seninle olan kişiler arasında kaçıncı sırada olduğunun; hayatı, fırsatları ve riskleri ne kadar iyi yönettiğinin göstergesi.

King oyunda 2 boyut vardır:

Koz oyunları ve ceza oyunları.

Koz oyunları kazanma zamanını, kazanmak için risk alma zamanını işaret eder; güç bende diye iddia etme zamanını gösteren oyunlardır. Kuralları ben koyarım dediğin, en zayıf görünenden dahi bir halaskâr yaratabileceğin anlardır.

Hayat gibidir bence King oyunu: Bir gayeye ulaşırken izlenen yol gibi...

Kişi fırsat geldiğinde bunu mutlaka iyi değerlendirmeli ki o ana kadar kaybedilenlerin ve gelecekte kaybedilebileceklerin yeri doldurulabilsin. Doğru zamanda doğru adım ve kozları belirlemek kişiyi hâkim hale geçirebilir ama ihtimaldir ki büyük bir hata yapmış ve belirlediği şartlarla, seçimleriyle sonunu hazırlamış da olabilir. Gücü kendine getireceğini düşündüğü unsurlar ile aslında bir başkası için avantaj sağlamış olup bir başkasının ekmeğine yağ sürmüş de olabilir. Çünkü hayatta hata yaparsan hikâye hızlıca avına av olan avcının hikâyesine evrilecektir.

Kim bilir! Oldukça sık kullandığımız “koz vermek” terimi de bu oyundan geliyordur belki de?

Hayat gibidir King oyunu!

Kral savaşmaktan başka çaresi olmadığına kanaat edip, “ateş” emri verdiğinde yani seçim yapıldığında geri dönüş yoktur: Artık savaş başlamıştır. Ya kazanacaksındır ya da kaybedecek!

Karar vermelisin: Bu hayatta oyuncu musun yoksa seyirci mi! Ya hayatın tümünü tribünden izler, sana ne verilirse onu kabul edersin. Veya oyuna girip kendi istediğini elde etmek için ellerini kirletirsin. Ellerini kirletmeye ve bir şeyleri kaybetmeye cesaretin yoksa başına gelenler için şikâyet etmeye de hakkın yoktur.

-Cesaret et ve harekete geç,

-Her şeyin üzerinden akıp gitmesine izin verme,

-Senin olana sahip çık,

-Amacına sahip çık.

Kazanma ihtimalinin olması için önce kendi varlığını yüreklilikle ortaya koyabilmelisin...  Çünkü kaybetmekten korkanlar için ne kazanılacak bir zafer vardır, ne de tadılacak heyecan! “Kazanmak da kaybetmek de hayattandır” oyunudur King. Doğru kartları seçmek gibi bir şansımız yoksa da elimizdekilerle iyi oynamaktır bizim başarımız.

Oyunun ikinci boyutu ceza oyunlarıdır; Kız almaz, Erkek almaz, Kupa almaz, Rıfkı Almaz, Son 2 El Almaz ve El Almaz gibi ceza oyunları.

King kazanmayı yönetmek olduğu kadar kaybetmeyi de yönetme oyunudur. Ve adları ile özdeştir ceza oyunları; Kız almazda kızları almamaya ve elinde olanları başkalarına vermeye çalışırsın; -çünkü kural gereği her kız elinde kaldığı kişiye eksi puan verir-, Erkek almazda papaz, vale gibi erkek karakterleri almamaya, Kupa almazda kupaları, Rıfkıda nam-diğer Rıfkı olan kupa papazını almamaya çalışırsın. Son ikide eğer istersen oyun boyunca kazanabilirsin ama tam zamanında; yani son iki ele gelindiğinde durabilmeyi, son iki eli kaybetmeyi planlayarak kazanabilmeyi gerektirir. Ve son ikiyi kaybetmeyi başarabildiğinde aslında kazanmış olacaksındır. Bir de El almaz vardır ki amaç hiçbir eli almamaktır. Kör kuyu gibidir el almaz: Ya eline hakikaten çok kötü kartlar gelmiştir; başka bir oyun söyleyemediğin için, kozu belirleyemediğin için mecburen sen el almaz dersin, ya da elin ilk defa iyi gelmişken bir başkası el almaz dediği için kazanırken kaybedecek, kazandığın için kaybeden olacaksındır. Hayalindeki kupa kızının senin olma şansı varken alamazsın; çünkü alırsan kaybedeceksin. Bu anda sevgi ve korku karşı karşıya gelir;

Sevgi mi?

Yoksa korku mu?

Hayat bize hep korku üzerinden deneyimler aktarır. Korkulandan kaçınma taktikleri ile örülü bir hayat stratejisi öğretildiği için en çok korkuyu önceleriz. Düşünün! Dinimizi dahi korkular üzerinden öğrenmez miyiz? Cennete gitmeyi istemekten çok belki de Cehenneme gitmekten korktuğumuz için değil midir çoğumuzdaki dindarlık? Ve tam da bu nedenle sevgi ve korku karşı karşıya geldiğinde, korku üzerinden hareket edip, korkudan kaçınma üzerinden yaparız tercihimizi. Dünyanın düzeni bu der, hayallerimizden de vazgeçeriz.

Bizlere aktarılan öğretilere göre sevgi; geçici, güvenilmez bir yatırım iken korku ise, ruhuna bir defa düştü mü sonsuza dek yaşayandır.  İşte bu yüzden kafamızda simüle edilen savaşta korku sevgiyi her zaman yenecektir.

Burada bir parantez açacağım: İlginçtir, erkekler sözde cesaretleri ile övünürler ancak konu sevgi ise kadınlar erkeklerden daha cesurdur. Kadın oyun erkek almaz ise dahi oldukça candan, gayet sevimli “ayyy sinek valeeee, …..aşkıııım” deyip alacaktır. Sevdiğini elde edebilmek için oyunu ya da anı kaybetme konusunda daha cesurdur. Ve doğrusu bunu yaparken çok da güzelleşir kadın. Ama öğretide erkeğe yakışmaz kaybetmek, sevgi ile yapılan hareketler zayıflıktır. Bu yüzden erkekler hayatın içinde çoğu zaman davranamaz: Durur. Bakar. Bekler. Çoğu kez de müdahale anını kaçırır.

Oysa yaşam bir hamle oyunudur; eğer kalple oynar ve en iyi vuruşunuzu yaparsanız, anı kaybetseniz dahi sonunda kazanırsınız. Önemli olan doğru anda doğru hamle iken, doğru anda doğru kelam iken cesaretsizlikten konuşamaz, anlatamaz, açılamaz ve kaçırılmış trenler listesine bir tane daha ekleriz. Sanırım konuşmayı çok sevdiği halde dağarcığındaki kelime sayısı mahdut bir milletiz. Dilimizde binlerce kelime olduğu söylenir iken çoğumuz 300-400 sözle yaşarız. Sevgi dili yabancıdır bize ve zaten yabancı dil bilenimiz de pek yoktur.

Hâlbuki her sözün kendine mahsus bir ruhu vardır, Bertolt Brecht’in dediği gibi: “Her gün papağan gibi tekrarlayıp durarak sığ hayatlarımızı doldurduğumuz az sayıda kelime arasında sevgiye, aşka, dostluğa, vicdana ilişkin olup da hakkıyla telaffuz edilenler yok denecek kadar azdır.”

Her meydanda, her sokakta, her evde, her işyerinde, her okulda bir yığın insan vardır susan, kederlenen, acı çeken ve bekleyen veya söylemeyen, söyleyemeyen… Belki söylenecek tek bir kelime hayatları değiştirebilecek iken susan ve sustuğu için kendi hayalini başkasında en ön sıradan izleyen. Güzeli konuşamamaktan bütün sözler günü yaşamaya, günü konuşmaya evrilmiştir, aslında evrilmiştir yerine devrilmiştir demek daha doğru belki. Tüm kelimeler geçim derdine, hava durumuna, sığ siyasete ve futbol fanatizmine harcandığı için yüreklerin yakıtı ve dillerin dermanı sevgiye dair edilecek kelam kalmamıştır.

Lakin, bazılarının hep şanssız olduğu da bir vaka, bir gerçektir: Yaşam kartları dağıtılırken hep kötü gelir kiminin eli. Veya ona iyi geldiğinde kartlar mutlaka bir başkasında daha iyidir. Yahut kişi doğru anı kaçırır, kendisinde gelişen öğrenilmiş çaresizlik yüzünden doğru hamleyi doğru zamanda yapamaz, cesaret edemez. Ya da kendisini layık gör(e)mez: Belki hayatta hep kaybettiğinden, ihtimal sevgisinin büyüklüğü yüzünden sevdiğini de o oranda büyüttüğünden, ya da O’nu tamamen kaybetmek korkusundan layık göremez. Az da olsa, uzakta da olsa hiç değilse yakınımda psikolojisi ile kendisini layık görmez. Ve bunlardan biri veya bir kaçı yüzünden yine el almaz diyecektir ve kaybedecektir. Ya da başkası el almaz dese dahi kazandığı şeyler için de yine kaybedecektir hayat oyununda.

Bazıları özelliklidir hayatta: Zengindir mesela ya da güzeldir, bazıları makam sahibidir ve konuşmaya, istemeye, almaya daha fazla hakları vardır onların. Bazıları ise sadece sever, sadece güzel düşünür ve güzel konuşur. Sevgiye dair susmanın, susarak keşfedilmenin bir işe yaramadığını anlayamadığı için, anlamış olsa da değiştiremeyeceği şeyleri bırakma cesaretini bulamadığı için yine el almaz geldi diyerek hayallerini başkasında en önden izleyen “dostlardır”, “dost olmak zorunda olanlardır” onlar. Oysaki karşılığı olmasa da, karşılığı olmayacaksa da ne güzeldir sevmek, ne güzeldir sevdiğini söyleyebilmek, ne güzeldir sevgiye dair konuşmak.

Nedendir, bu sevgiyi konuşma cesaretsizliği? Niye korkarız sevdiğimizi söylemekten. Sevildiğini bilen, öğrenen insan mutlu olmaz mı aslında? Niçin insanları mutlu etmiyoruz? Sevgiden, sevmekten, sevilmekten kaçışımız neden? Sadece sevgiyi söylemek ile memnun edebilecek isek bırakalım geri kalan her şeyi ve sevgiye dair konuşalım ki  çevremizdeki insanlar bizim yüzümüzden mutlu olsun.

Sonuç olarak: Anı yönetmek önemli olsa da sadece ânı değil oyunun tamamını kazanmaktır asıl amaç.

Peki, hayat bu mu?

Ya da şöyle soralım: Peki, “BU HAYAT MI?”:

Sonunda, son anda kazanan ben olacağım, çizgiyi geçen ben olacağım diye hayatı ıskalamak, anları kaybetmek midir hayat? Hikâyenin sonunda ne olursa ya da ne olacaksa olsun, ihtimal hikâye kötü bitecekse de: o ilk elinin tuttuğun andaki heyecan, kalbindeki ritim, o çılgıncasına dans eden kalp midir hata? Dudaklarına, gözlerine bakar iken duyduğun arzu, içindeki kasırgalar mıdır yanlış olan?

Hayat bir 100 metre koşusu yahut maraton değil ki çizgiyi ilk geçen kazansın! Finishe ne kadar sürede gittiğin, ne kadar çabuk ulaştığın veya sonunda ne kazandığından ibaret değil ki hayat! Hatta nereye gittiğin bile önemli değil. Hayat bir yolculuk, hayat bir serüven: yolda gördüğün köpeğin başını okşamak, çiçeği koklamak, kelebeği izlemek, kuşları dinlemek, rüzgarı hissetmek, önemli olan ulaştığın yer değil yolun kendisi, kiminle gittiğin ve yolda yaşadıkların. Nerelerde mola verdiğin, hangi kavşaklarda hangi sapağa saptığın, düştüğün zaman kimin elini tuttuğun, ıslandığında, üşüdüğünde kime sokulduğun, korktuğunda kime sarıldığın, kimin arkasına saklandığın ya da kimin için cesaret ettiğin, tehlikeyi göze aldığın, kendini feda ettiğin; Önemli olan yolculuk, önemli yoldaki anlar.

Kingin canı cehenneme,

Siz kazanın oyunu, güzel son da sizin olsun.

Bana anlarımı verin.

Yaşamı verin, sevebilmeyi verin.

Bana insan olmayı verin, bana yolu verin…

Beni bırakın, bana yol verin son sizin olsun…

Peki! Neden mi yazacak birçok şey varken ben bir iskambil oyunundan bahsediyorum?

Çünkü bana yine el almaz geldi!!!

 

 
Toplam blog
: 5
: 749
Kayıt tarihi
: 02.03.12
 
 

Ben kim miyim? Kendimi nasıl ifade edebilirim ki...   Kimdir : Sanırım hiçkimse, belki bi..