Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Ocak '11

 
Kategori
Öykü
 

Bay Pipo

İsfendiyar dağları Karadeniz kıyılarına doğru bir yay çizerken, orta kesimlerde iki binli metrelere kadar deniz mavisini aratmayan gökyüzüne pençeleri ile tutunarak tırmanır, bu yükseklikte pamuksu yavukluları bulutlarla buluşur, doruklardaki bu buluşma noktasını Yaralıgöz Dağı olarak adlandırır. Kızılırmak ise bilindiği gibi; İç Anadolu’dan başlayarak, Karadenize doğru rahvan koşar, büyükçe bir kavis çizer ve o da bu toprakları sanki sevgilisi ile hasret giderircesine bağrına bastırıp kucaklar. Gökırmak; Kuzeyde Kastamonu il sınırları içinde, Yaralıgöz Dağına sırtını “ooh gel keyfim gel” diyerek yasladığı yalçın İsfendiyar Dağlarından beslenir, büyük bir mutlulukla Kızılırmağın koluna girer ve bölgesinde otonomluğunun meyvesi olan özgürlüğü, tepe tepe kullanmaktan geri kalmaz. Gökırmak Kızılırmağın debisinin artmasına katkıda bulunur ve bunun karşılığında onun şemsiyesi altında pek çok türküye konu olan “Suları ne kara olan, uuy gidi Karadeniz’e” dökülür. 

Gökırmak Kastamonu ilinin Taşköprü ilçesinden geçerek; bu ücra köşedeki küçük kasabaya ayrı bir güzellik ve albeni katar, bu yerleşim yerinin estetik bir görünüme sahip olmasına katkı sunar. Taşköprü iyi kalite sarımsak yetiştirmesi ile ünlüdür. Her yıl hasat zamanı düzenlenen “Taşköprü Sarımsak ve Kültür Festivali” ilçede gelenekselleşmiştir. Her ne kadar sarımsak ile kültür bağlantısında bir alaka kurmak güç olsa da! Bu çok büyük olmayan ilçe irili ufaklı çeşitli mahallelerden oluşur ki, bunların başlıcaları: Gizlice, Pulcular, Bahçelievler ve Musalla Mahalleridir. 

Hikayemizin kahramanlarından Şehmuz bey; iki katlı, büyük bir bahçesi olan villavari bir evde, Taşköprü’nün güzel mahallelerinden Gizlice’de, karısı Ferhande Hanımla otururdu. Kapısının önünde de o zamanlar her evin önünde kolayca olmayan Chavrolet arabaları eksik değildi. Şehmuz Bey orta boyun biraz üstünde, şişkin yanaklı, pala bıyık, şiş gözlerinde çoğunlukla buğulu gözlüğü hiç eksik olmayan; neşeli, hayatın tadını çıkarmaya çalışan şen şakrak biriydi. Karısı Ferhanda Hanımda bir o kadar şen şakrak, genç yaşta büyük bir kısmı tamamen kırlaşan saçlarını her on günde bir açık sarıya boyayan, orta boylu, ince belli çıtı bir hanımdı. Şehmuz Bey beş yıl kadar Samsun Ziraat Bankası şubesinde bir fiil çalıştıktan sonra, memleketi Taşköprü’ye çalıştığı bankanın şube müdürü konumunda bir kariyerle dönmüştü. Bankaya geldiği ilk günden itibaren kendisinin yardımcısı makamında olan Ferhande Hanımla yıldızları barışmış, zamanla oluşan tılsımın da etkisi ile birbirlerine aşık olmuşlar ve ardında Taşköprü, Kastamonu, çevre il ve ilçelerin ileri gelen eşrafının yoğun katılımıyla, şaşahalı bir düğün töreninden sonra dünya evine girmişlerdi. Evliliklerinin üzerinden iki yıl geçtikten sonra doğan oğullarına Rıza adını verdiler. Araya giren yirmi yıl, yani yirmi Sarımsak ve Kültür Festivalinin ardından, el bebek gül bebek büyütüp, iyi bir eğitimden yoksun bırakmadıkları oğulları da on sekiz yaşına gelmişti. Çok mutlu, sorunsuz, sevgi ve saygıdan ibaret bir birliktelikleri vardı. Ailecek birbirlerine kopmayan bağlarla kenetlenmişlerdi. Oğulları onların her şeyi ve en değerli varlıklarıydı. Rıza lise eğitiminin ardından, Ankara’da Orta Doğu Teknik Üniversite’sinde eğitimine devam etmek üzere Şehmuz Bey’i ve Ferhande Hanımı memleketleri Taşköprü´de bırakarak Ankara’ya taşındı. Bu zoraki ayrılıktan dolayı, çok derin bir üzüntüye boğulmuşlardı. Fakat oğullarının parlak bir geleceğe sahip olması için buna katlanmak zorundaydılar. Hayat kendilerine başka seçenek bırakmıyordu. Şehmuz Bey biricik oğlu Rıza’ya Ankara´nın Abidin Paşa semtinde iki oda bir salondan oluşan mütevazi küçük bir daire kiraladı. O okuyacak ve büyük adam olacaktı. Anne ve babanın; bu konuda oğullarına olan güvenleri tamdı. Ellerinde avuçlarında ne varsa, onu bu uğurda seferber edecekler ve oğullarının istikbali için her türlü özveride bulunacaklardı. Geçen zaman zarfında bunu fazlasıyla yaptılar. Ellerinden geleni hiç bir zaman esirgemediler. 

Rıza ise okulda çok başarılı bir öğrenciydi. Başarısının yanı sıra, öğrenci örgütlenmelerinde en ön saflarda kale gibi yerini alarak, yeni oluşumların, örgütlenmelerin vücut bulmasına önayak oluyordu. Gerek başarılı bir öğrenci olmasından, gerekse demokratik öğrenci örgütlenmelerinde en ön saflarda yer almasından dolayı, parmakla gösteriliyor ve o tüm herkesin sempatisine ve sevgisine sahip oluyordu. Onu tanıyan ve adını duyan herkes onun ileride matematik alanında büyük bir bilim adamı olacağını, dünyada bu konuda ses getireceğine tüm kalpleri ile inanıyorlardı. Üniversitedeki yılları öğrenci örgütlenmelerinde yer alarak, bir yandan da uzmanlaştığı konuda derin araştırmalara girerek, keşfedilmemişleri ortaya çıkararak tez elden gelip, geçti. Okulu birincilikle bitirirken daha ikinci sınıftayken, ününü duyan finans kuruluşları onun peşine düşmüşlerdi. Okul tam bitmek üzereyken çok büyük bir finans kuruluşu çok cazip bir teklifle kendisine ulaşıp, çok iyi şartlarda iş verdi. Her şey yolunda gidiyordu. Anne ve babası da oğullarının bu üstün başarılarından dolayı büyük gurur duyuyordu. Tek korkuları onun siyasi girişimleri ve kendisi açısından tehlike arz eden siyasi fikirleri ve eylemlilikleriydi. İki yıl gibi özel bir şirkette çalışan Rıza, daha iyi bir makam, yetki ve konumla bir devlet kuruluşuna kapağı attı. Bu kurumda da sürekli araştırmalar yapıyor, gecesini gündüzüne katıp, bilim dünyasında karanlıkta kalan noktalara ışık tutmaya çalışıyordu. Yıllar birbirini kovalarken, Rıza da kariyerinin çıtasını gün geçtikçe daha bir yükseltiyordu. 

Devlet adına sık sık yurt dışına gidiyor, yetkili kılınıp büyük kararlara imza atıyor, tüm kıtalarda düzenlenen bilimsel konferans ve seminerlere bilir kişi sıfatıyla Türkiye adına katılıyor ve dünyanın dört bir yanında çalışmalarından dolayı el üstünde tutuluyordu. 

Bin dokuz yüz seksen yılının yedi Eylül´ünde Fransa’da yapılacak olan bir konferansa katılmak üzere bir kez daha uçağa binip, Paris’in yolunu tuttu. 

Bu şehre alabildiğine vurgundu. İstanbul’dan sonra dünyada en sevdiği şehirlerin başında Paris geliyordu. Konferans için yine Paris’e gelmişti. Hilton’da kendisi için ayrılan odaya yerleşti. Konferans´ın yapılmasına daha üç gün gibi bir süre vardı ve konferans on Eylül'de başlayacaktı. Konferansa ikinci konuşmacı olarak davet edilen ve başarılı bir konuşma ile konuşmasını yapıp, yeni tezlerini ve formüllerini sunan Rıza dakikalarca ayakta alkışlandı. Coşkulu alkışlar başını döndüre dururken, o da kendi kendisiyle gurur duyuyor, yaptığı işin büyüklüğü öz güvenini daha da artırıyordu. Paris’te pek çok bilimsel toplantıya davet edilerek, derin bilgisine ve görüşlerine başvuruluyordu. Her gün yorgun argın otelinin yolunu tutarken, takatı kalmamış bir vaziyette gelip, kendisini odasında boylu boyunca, elbiseleri ile yatağına atıyordu. Yine aynı vaziyette yatağına uzanmak üzereydi ki, televizyonda sürekli Türkiye ile ilgili haberlerin okunduğunu, müthiş bir karmaşanın söz konusu olduğunu fark etti. Takvimler on iki eylül bin dokuz yüz sekseni gösteriyordu. Sonuçta kaçınılmaz sonuç gelip kendisini dayatmış ve ordu yönetime el koymuştu. Bütün evlere baskınlar yapılarak; demokratlar, ilericiler, yurtseverler tutuklanıyordu. Rıza’nın Ankara’daki evine ve Taşköprü’deki babasının evine de baskın yapmışlar ve Rıza’yı sormuşlardı. Tüm bunları ancak ertesi gün öğrenebilmişti. Babası ve annesi gelmemesini ve Paris’te kalmasını sağlık veriyorlardı. Gelmesi halinde hemen tutuklanacak ve belki de çok kötü durumlarla karşı karşıya kalacaktı. Rıza yurt dışındaki gezilerinde artık herkes tarafından Rıza Hoca olarak biliniyordu. Namı dört bir yana yayılmıştı. Ağzından düşmeyen piposu onun vazgeçilmez bir ayrıntısı, aksesuarı ve bir parçası haline gelmişti. Rıza Hoca denildiği zaman, onu tanıyan herkes gözlerinin önüne hemen onun pipolu, sakallı ve gözlüklü bir sülietini getiriyorlardı. 

Rıza Hoca şans eseri çok kritik bir zamanda yurt dışına çıkmıştı. Bir yerde şansı yaver gitmiş, yıllarca sürecek olan kodesi ve kötü muameleleri kıl payı atlatmıştı. Hemen Paris’te bulunan tanıdıkları ile ilişkiye geçip, burada iltica talebinde bulunmak istediğini iletti. Fransız makamları böylesi bir beyne tüm kapılarını açıp, kendisini baş göz üstüne buyur ettiler. Çok kısa bir prosedürden sonra, talebi kabul edildi. Kendisine Paris’in banliyölerinin birinde dayalı döşeli bir ev verildi. Hatta bir süre sonra da, üniversitede ders vermesi ve bilimsel araştırmalarına devam etmesi için bir de iş olanağı tanındı. Rıza Hoca için sorun oluşturacak bir durum yoktu. Tüm istekleri kabul ediliyor, işleri yolunda gidiyordu. Aradan geçen zamanla birlikte Türkiye’yi oldukça özler hale geldi. Oradaki ortam şu an bulunduğu yere kıyasla çok daha farklıydı. Arkadaşlıkların, dostlukların tadı farklıydı. Oysa burada her şey ona yavansı, tatsız, tuzsuz vede yapay geliyordu. Evet güzel bir ülke, kültürel patlamaların, rönesansların, yeniliklerin alabildiğine doyurucu bir şekilde yaşandığı bir yerdi. Fakat yine de vaziyet pek te istenildiği gibi berkemal değildi. Bir şeyler eksik olduğu gibi, ruhsuzluk diz boyuydu. İnsanlar bir çürüme ile karşı karşıyaydı. Bireyler salt kendileri için yaşıyorlar, “kim kime dumduma” bir yaşam tarzı benimsenirken; “değmiyen yılanların bin yıl yaşamaları” için başlarda taşınıyordu. 

Paris’e geleli yaklaşık iki seneyi geçiyordu. Gün geçtikçe onunda yaşı ilerliyor ve kendisi de kırk yaşına geliyordu. Şakaklarına akları yavaş yavaş düşüren ilerleyen zamanın kendisine getirisi, arkadaşlığını iyice arttırdığı İstanbul’lu Leyla Hanımla evlenmesiydi. Leyla Hanım ile sade bir törenle evlenip, dünya evine girdi. Bu arada titiz davranıp, işini ve dostlarını ihmal etmemeye çalışsa da, zamanla çevresinde dostlukların, arkadaşlıkların birer birer kaybolduğunu, bir zamanların omuzlarda taşınan Rıza Hoca’sının yerini dalga mahiyetinde Pay Pipo’ya dönüştüğünü görmüyor değildi. Leyla Hanım’la olan evliliğinin daha başlardan itibaren pek elle tutulur bir yanı yoktu. Sanki nikah için attıkları imzalar, aşklarını yüreklerinden söküp atmıştı. Leyla Hanım sürekli sorun çıkarıp, kendisi ile ters düşüyor, bir zamanların aşkı ise giderek küllenmeye yüz tutuyordu. Her ikisi de parlayıp parlayıp birbirlerini paylamaktan ve paralamaktan geri kalmıyorlardı. Bu birliktelikte de, meşhur piposu gelip sorun olmaya başlamıştı. Oysa onun tek dostu, sığınağı ve en büyük merakı pipolarıydı. Gittiği her şehir ve ülkede, hemen bir tütüncüye gidip, pipolara bakıyor, onları eline alıyor, ölçüp biçiyor, büyük bir keyifle ağzına götürüp piponun kalitesini kontrol ediyordu. Gül ağacından yapılan pipolara hayran kalıyor ve ücretini hiç önemsemeden ödeyip, onları da koleksiyonuna dahil ettikten sonra “ooh”deyip, derin bir nefes alıyordu. Kendisi Türkiye’ye gidip gelemediğinden, memlekete giden her tanıdığına lüle taşından yapılmış olan pipolardan sipariş vermeyi ise asla ihmal etmiyordu. Pipolarını kendi çocuklarıymış gibi alıp okşuyor ve onları saatlerce temizliyor, evirip çeviriyor, onarla uzun uzadıya pür telaş uğraşıyor ve bu hizmetinin ardından, keyiften çakır bir şekilde piposundan, hışımla art arda tüttürüyor, adeta her defasında trans oluyordu. 

Evliliği iyice sarpa sarmış ve kendisi için büyük bir sorun ve ayakbağı haline gelmişti. Leyla Hanım pipolarını alıp, kırıyor ve oraya buraya fırlatıyordu. Böylesi her davranışın ardından Rıza Hoca ise cinnet geçirecek hale geliyor, sinir krizleri geçirip, kendisini kaybediyordu. Sonunda Leyla Hanım pipoları ile kendi arasında bir seçim yapması gerektiğini dayatınca; Rıza Hoca evin dört bir tarafına fırlatılan pipolarından yana seçimini yapınca, Leyla Hanım da kendisine yer olmadığını görerek, evi terk etti. Rıza Hoca sevgili pipoları ile baş başa kalmıştı. Artık onları olur olmaz her yere fırlatan birileri yoktu. İşin garip tarafı kendisini terk eden bir tek Leyla Hanım değildi. Geçen her gün, yeni bir arkadaşının daha kendisini terk-i revan etmesini beraberinde getiriyor ve Rıza Hoca gün geçtikçe yapayalnız kalıyordu. Etrafında ne yazık ki, ne bir dostu ne de tanıdık bir çehre kalmıştı. Bilim ve irfandan tamamıyla uzaklaşmış, bir yerde zavallılaşmıştı. Çok parlak olan bir yıldız adeta ışık saçamayıp, hepten sönükleşmişti. Hiç düşünemeyen, üretemeyen ve her alanda sürekli gerileyen biri haline gelmişti. Beyin hücrelerini alabildiğine “oblomofluğa” iterek, onları işlevsiz hale getirmişti. 

Gençliğinde hararetli olarak arkasında durduğu ve korkusuzca savunduğu görüşlerini de yüzüstü bırakıverdi. Özel hayatında da hiç kimsenin ve hiç bir şeyin yeri kalmadı. Sağlığını, temizliğini ve beslenmesini tamamıyla ihmal eder hale geldi. Yatak çarşaflarını falan yıkadığı yoktu. Hafta da bir üşene üşene küflenen bulaşıklarını yarım yamalak yıkar gibi yapıyordu. Her gün duş alıp, dakikalarca yıkanan Rıza Hoca ayda bir kez zar zor yıkanan, kokan bir insan haline gelmişti. Yemek yeme tarzı ilkelleşti, çatal bıçak kullanmayı bir tarafa bıraktı. Gazete, kitap veya bir şeyler okuyup, en azından dünyadaki gelişmeler hakkında az da olsa bilgi sahibi olmayı aklından dahi geçirmez hale geldi. Her şeye ilgisizleşirken hiç bir gelişme onun ilgisini çekmediği gibi, acı olan da hiç gereksinim duymamasıydı. Fakat ağzında duman uyku saatleri haricinde fabrika bacası misali zincirleme olarak sürekli tütüyordu. İçine tamamıyla kapandı, var olan ilişkilerini de tüketip, sıfırladı. Tek ilişkisi mahallesindeki Türk esnafıyla olan sıradan kontağıydı ki, onlarda müşteri olduğu için ve biraz da kendisine acıdıklarından tenezzül edip, selamlaşarak, yarım ağız da olsa hal hatırını soruyorlardı. Onun kendisini eskiden bilim adamı olarak tanıtmasına kih kih gülüp, “sen onu külahıma anlat. - Biraz daha aşağıdan at civcivlerde yesin” dercesine, dalga geçiyorlardı. Ardından da, tezgahlarının ardından ihtişamlı göbeklerini vitrinlerine dayarlarken, dağınık saçlı kafalarını eğik bir şekilde uzatıp: 

“Rıza Hocaaa... sorması ayıp; siz hangi bilimin adamıydınız?”Alaya alındığını fark eden Rıza Hoca, söz konusu esnafa dönüp: 

“Git işine be kardeşim, edepsizlik etmede sen kendi işine gücüne bak. Sana ne benim bilimimden, ilmimden. Ne anlarsın sen. Tövbe tövbeee. Ver bana ordan, bir kutu fıstıklı helva, iki paket bisküvi.” der, hiddetle dik dik bakar ve ardından da ağız dolusu mırıldanırken: 

“Şişko Deyyus, mendebur herif” demeyi de ihmal etmiyordu. 

Tek merhabalaştığı insanlar, eğitim düzeyi düşük olan insanlar olduğundan gün geçtikçe, onlardan pek farkı kalmayacak hale geldi. Dünyaya bakışı tamamıyla değişirken, basit sıradan bir insanın dünyayı 

yorumlaması ile aynı paralel de kalıyordu. Yıllarca bir kez olsun memleketine gitme girişiminde bulunmadan yaşlandı, miskinleşti, silikleşti. 

Dünyası küçüldükçe küçüldü. Bilim adamlığına yakışmayan abuk sabuk şeyleri savunur oldu. İlericiliğinden, demokratlığından zerre kadar eser kalmadı. Bu konuda atacak barutu kalmadı. Bağnazlığı ve gericiliği hat safhaya ulaştı. Dünyaya tek pencereden at gözlükleri ile bakar oldu. 

Yüzüstü bıraktığı sarımsak diyarı memleketi Taşköprü’den, yalçın İsfendiyar Dağları’ndan, Yaralıgöz Dağı’ndan, Gökırmak’tan ve Kızılırmak’tan kendisi de aynı akıbeti görürken, onlardan bir selam olsun gelmez oldu. Köklerinden kopup, başka bir ortamda kök salmaya çalışan bir insan beton zemine kök salmaya çalıştıysa da, bunda başarılı olamadı. Açıkta kalan narin kökleri ezildi, kurudu, yok oldu. İçi boş bir ceviz gibi ordan oraya yuvarlanıp durdu. 

Faturası kabarık olan bir bedel pisipisine ödenirken, bilim adamlığı ve entelektüel görünümünden arta kalan tek yansıma: sakalları, şapkası, kalın camlı gözlükleri ve genç bir kızın göğsünü avuçlarcasına hep elinde tuttuğu, tek dostu piposuydu. 

Ah ne yazık ki ona tükendi, yok oldu. Bilim dünyasının şavklı bir ışığı bir daha ışıldamamak üzere söndü. Bitti. Bir insan, bir deha, bir aydın bitti! 


Aydın Yılmaz 

Amsterdam, 01 Ekim 2006 aydinhecibi@yahoo.com 

 

 
Toplam blog
: 102
: 447
Kayıt tarihi
: 17.12.10
 
 

Sevgili okuyucular; oluşturmaya çalıştığım bu blog vasıtası ile boş zamanlarımı değerlendirip, ço..