Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Ocak '11

 
Kategori
Öykü
 

Çok Yaşlıyım

Yaşım yetmiş değil. Yüz yetmiş de değil elbet. Yaradana çok şükür işim de hala bitmiş değil. Evet yaşım tam yüz yedi. Köyümün en yaşlı delikanlısıyım. Adım mı? Tedil derler bana bu diyarda. Allah kimseyi elden ayaktan düşürmesin, çok şükür ben düşmedim. Kurban olduğum Allah bundan sonra da düşürmez inşallah. Başkasına bağımlı olarak yaşamak oldukça güç ve onur kırıcı olsa gerek. Bir asrı deviren yaşlı bir çınarım ben. Doğup büyüdüğüm İç Anadolu bozkırında boylu boyunca uzanan bu kurak topraklar; her ne kadar çınarların büyüyüp gelişmesine el vermese de, ben akıllılık edip, köklerimi zamanında çok derinlere salmasını bildim. Hayat suyumu köklerimle derinliklerden aldım ve kana kana içtim. Sağlıklı yaşamaya özen göstermeyi her daim yeğledim. Size bir sır verecek olursam, hani yeri gelmişken; söylemesi ayıp, fakir soframda altın kaymaklı yoğurdumu hiç eksik etmedim. Hep doğal olan besinlerle beslendim ve yaşamımı bu güne değin idame etmeye çalıştım. Diğer yapay ve pahalı olan besinlere de zaten benim gücüm yetmiyordu. 

Dediğim gibi hala işim bitmiş değil. Varsın yaşım yüz yedi olsun. Öyle ya işim niye bitsin ki, ayaktayım ve hala nasırlı olan ellerim sımsıkı kavrıyor ve tuttuğunu al aşağı edip, koparıyor. Yuvarlak kafamdaki saçlarım kar beyazı oldular ama dökülmediler. Devamlı gülümseyen biri olduğumu söylerler. Bende bunun farkındayım. Etrafıma hep gülümseyen gözlerle bakarım. İnsanın güler yüzlü olması tabii ki asık surat olmasından çok daha iyidir. Hayatımdan oldukça memnunum. Çok şükür herhangi bir sorunum yok. Şimdiye kadar gül gibi geçindim. Zaten hayattan fazla bir talebim de olmadı. Var olanla yetinmesini ve mutlu olmasını bildim. 

Ayaklarım mı? Öyle ya insan bu kadar yaşlanınca ayakları da ne alemdeler diye merak edilir. Sağlığım yerinde. Ufak tefek sıkıntıları saymazsak, vaziyet berkemal sayılır. Ah benim vefalı ayaklarım. Beni hiç bir zaman yarı yolda koymadılar. İstediğim yere götürdükleri gibi gerisin geri getirmesini de bildiler. Boyuma posuma da diyecek yok hani. Övünmek gibi olmasın “filinta gibiyim”. Hele de bir Halep kumaşı çizgili lacivert takım elbisemi giymeye göreyim, elimde bir Oltu taşı doksan dokuzlu tespihimi de sallandırdım mı, vallahi de billahi de yaşım seksenlere, yetmişlere iniyor. Kendimi adeta zaman tüneline girmiş gibi hissediyorum. Cefakar ayaklarım, hiç ayrılmadığım ve çok sevdiğim bu topraklarda beni gezdirip, köyümün her köşesini bana kolaçan ettiriyor. Merakımın giderilmesine yardımcı oluyorlar. Dostlarımı yakınlarımı görmeme, köylülerimin iyi ve kötü günlerinde onların yanlarında yer almama yardımcı oluyorlar. İyi günleri olan düğünlerinde, artık halaya katılmasam da, bedenen ve ruhen onların yanında oluyor, onlara varlığımla moral veriyorum. Sağ olsunlar onlar da bir hayli ilerlemiş olan bu yaşıma ve dolayısı ile şahsıma saygıda kusur etmiyorlar. Ben de onlarla olan birlikteliğimde nefesimin daha bir açıldığını ve rahatladığımı hissediyorum. 

Sağlıklı ve dimdik ayakta olmamda, Bektaşlı Köyü’nden Yatır (ocak) Elo’nun kızı, rahmetli eşim Nure’nin de payı büyüktü. Kendisi yıllarca önce hakkın rahmetine kavuştu. Biraz sitemkarım elbet, erkence gidip beni yalnız bıraktı. Toprağı bol olsun, bir dediğimi iki etmediği gibi, bir güne bir gün gözümün üstünde kaşımın olduğunu söylemedi. Gönlümü hep hoş tuttu, ona seslenmesini bildi. Huzurumuzun, dirlik ve düzenimizin olmasına büyük önem verdi. Her günüm mutluluk doluydu. Bence mutsuz geçen her gün insanın yüreğine saplanan kırık bir cam parçası gibidir. Gün olur paramparça bir yüreğe sahip olursunuz. Keşke herkes bazı çıkmazları yenmesini bilse, biraz daha fedakar olmaya gayret etse ve birazcık olsun alttan almaya çalışsa. Sanırım o zaman fazla bir sorun kalmaz. 

Bizim bu diyarda adettendir; karı ve koca etrafa saygısızlık olmasın diye birbirinin adını söylemez. Erkekler eşlerine“Lee veya elee” diye hitap eder. Kadınlar da kocalarına“Loo” diye hitap eder. Lee ne ise de loo çok kaba bir hitap şekli gibi geliyor bana. Bu ne kelime kıtlığı. Yeryüzünde bizlerden uzak diyarlardaki insanlar birbirlerine hitap etmek için, (özellikle de kadın ve erkek arasında) ne güzel kelimeler bulmuşlar. Türkçedeki “sevgili” gibi. Bizim Kürtçemizde yok mu? Elbette var. “Ewina mın” buna ne kadar da anlamlı ve güzel bir örnektir. Ama bizde insanlar hala birbirlerine looo – leee – elee diye bağırıp dururlar. Kadınlar kocasından bahsederken de, büyük zorluklar yaşanır. Kadın kocasının adını telaffuz edemez ve onun yerine “gendi – kendisi” kelimesini kullanır. 

“Gendi li mal tüneyi. Gendi çüyî Merkez’e– Kendisi evde degil. Kendisi Merkez’e gitti.” Buradaki Merkez bağlı bulunduğumuz Bâlâ ilçesi anlamındadır. Gendi veya Türkçesiyle kendisi, kocası anlamındadır. İyi hoş da “Bay Gendi” de kim diyebilirsiniz. Velhasıl uzun hikaye, mevzuat ise bir hayli derin. El alem uzaya gittiği halde biz hala “Lele Lololardayız.” Varsın olsun diyeceğim ama, doğrusu bu işin saygı ile ilgisi var mı yok mu onu da bilemiyorum. Lele lolo denecekti de bu insanlara neden isim verildi. O zaman herkes isimsiz olsaydı. Ama öyle gelmiş öyle gidiyor. Bu konuda lafı fazla uzatmayayım. Ben de hayat arkadaşıma oldukça iyi davrandım. O her zaman benim doğan güneşim, benim sevgili “leelem” oldu. Onun huzuru için ben de elimden geldiğince çaba sarf ettim. Ona güneşin doğuşuna bakar gibi, hep gülümseyen gözlerle baktım. Onu her gördüğümde kalbim titrerdi. 

Güneşin doğuşunu ve de batışını oldum olası çok severim. Çobanlık yıllarımda; güneş ile ayın bu nöbet değişimlerini kaçırmamaya çalışırdım. Bunu hala da yapıyorum. O nedenle hayat arkadaşım Nure de benim için güneşin doğuşu gibiydi. Gökyüzünde bakır bir tepsi boy göstermeye görsün, yüreğimin yağı hepten erir, ben eririm, kendimi kaybedercesine sermest olurum. Bu olay saatlerce sürsün isterim. Güneş bal rengi güzelim nur ışınlarını dakika dakika daha çok mavi gökyüzüne salar. O an tüm sorunları ve yoksulluğumu unutur, dünyanın en mutlu insanı olurum. Her şeye boş verir ve kendimden geçerim. Ahh akşamları da bir başka olurum. Bal rengi ışınlar benim bulunduğum topraklarda irili ufaklı tepelerin ardında kaybolurken; suyun, denizlerin ve okyanusların bulunduğu yerlerde ise, bu büyüleyen güzellik su kütlelerinin ardında oluşuyormuş. Hayatımda hiç deniz görmediğim için bunu tasavvur bile edemiyorum. Anlatıldığına göre böylesi yerlerde güneşin batışı ve doğuşu daha bir başka oluyormuş. Bir de en güzeli tanrılar diyarı Nemrut Dağı’nda. Geçenlerde anlatıyorlardı; güneşin doğuşuna Nemrut Dağı’nda şahit olmak için insanlar ta dünyanın diğer ucundan, avuç dolusu paralar harcayıp, kafileler halinde geliyorlarmış. Tanrılarla bu olaya şahit olmak çok farklıymış diyorlar. Bilmiyorum gidip göreniniz var mı? Bizim burada, yani Camili Köyü’nde çoğu insan hala (az ilerimizde bize bir yararı olmadan akıp duran) Kızılırmak’tan bahsederken veya oraya gittiklerini söylerlerken: 

“Em deherin deniz – Biz denize gidiyoruz” derler. Belki bu da çorak yürekli insanımızın denize, suya dehşetli özleminin, ölçüsüz bir şekilde de olsa, dışa vurumudur. Özlemlerimizi sıralamaya kalkarsak altından kalkamayız. Bu 

konuda insanların birer dipsiz kuyu oldukları hepimizin malumu. İyiye ve güzele olan özlem kutsal olsa gerek. Çirkinliklere özlemin sonu pek hayırlı olmuyor. Benim bu güne değin hiç kimseye, bilerek verdiğim herhangi bir zararımın olmadığı kanaatindeyim. Niye olsun ki. Bundan benim kârım ne olacak. Varsın herkes gönlünce yaşasın. Allah herkese iyiliğince versin. Başka ne diyeyim. Evet ne diyorduk? Güneşin batışından söz ediyorduk. Bal rengi, altın ışınlar yerini gümüş renklerine yavaş yavaş bırakırken de bir hoş olurum. Gökyüzünde apansız oluşan aynamsı kocaman gümüş tepsi de beni tüm benliğimle bir başka türlü alır götürür, uzun süre kendime gelemem. Kimseler duymasın ama arasıra bu aynada kendimi görmek için parmaklarımın üzerinde yükseldiğimi de itiraf etmeliyim. Bir gören olsa ne kadar utanıp, mahcup olacağım. Bu yaşımda çocuklar gibi ayak parmaklarımın üzerinde yükselmeye çalıştığımı, arada sırada zıplamaya çalıştığımı gören olsa ne derim ben. Allah’tan şimdiye değin kimsecikler görmedi. Aslında fazla korkmama da gerek yok, elbette söyleyecek bir şeyler bulurum. Ama yine de görmeseler iyi olur. Daha olmadı gerçeği söylerim. Belki de gülüp geçerler. Kimileri de bunadığımı sanır. Yaşım bir hayli ilerlemiş olduğu için herhalde, bu kadarını da hoş görenler de olur. Mutlu bir evliliği geride bıraktığıma daha önce değinmiştim. Bu evlilikten benim de kızlarım oğullarım oldu. Adlarını Şeker, Naile, Yeto ve Mirza koydum. Her baba gibi ben de onları çok ama çok sevdim. Zaman su misali akıp gitti. Çocuklarımın hepsi evlendi, çoluk çocuğa karıştı. Onlara verdiğim sevgiyi, şimdi torunlarıma veriyorum. Elimden geldiğince onlar için kararımca didinip durdum. Elimden çobanlık geliyordu. O nedenle hayatım boyunca çobanlık yaptım. Sürü sahiplerinin koyunlarını önüme katip, o tepe senin bu tepe benim koyunlarımla dolaşıp durdum. Binlerce kez köyümde bulunan Gri Sor, Hewşi Velo, Şeweteq, Kemikli Kuyu, Qolit Tepesi, Paşa Dağı, Pur Yaylası, Gri Kulling ve diğer yerlere gittim. Buraları deyim yerinde ise “avucumun içi gibi bilirim”. Nerede ne var ne yok hepsini bilirim. 

Yıllarca adımladığım köyümün bu topraklarında börtü böcekle dahi arkadaş oldum. Abartmak gibi olmasın, yeri geldi, kurtlarla dost oldum. Sağ olsunlar bu güne değin bana hiç ilişmediler. Efsunlu falan değilim elbet. Şansım yaver gitti de diyebilirim. Öyle kurtların ağzını bağlama falan gibi bir uğraşım da olmadı. Ne haddime, ben kim kurt ağzı bağlamak kim! Nasıl bağlıyayım, olacak şey mi? Hangi taşın altında solucanlar yatar, hangi kuytulukta keklikler yuva yapar, dirhem dirhem de aksa hangi derede tatlı bir su sızıntısı vardır bilirim. Bu tepeler, ovalar ve kırlar bir zamanlar benden sorulurdu. Karınca yuvalarına hele bayılırım. Aman Allahım ne kadar çalışkan yaratıklar. Sürekli hareket halindeler. Oradan oraya dur durak bilmeden, yılmadan gidip geliyorlar. Bence dünyada tüm canlılar olmalı. Hayvanların olmadığı bir dünyada insana da yer yok demektir. Her ikisinin kaderi bir yerde birbirine bağlıdır. Bu bir denge sorunu olsa gerek. Köyümüzdeki tüm ova, tepe ve dereler benden sorulurdu derken, sakın pes ettiğimi sanmayın. Fakat o günler istesem de istemesem de geride kaldı. Her şeyi zamanında ve yerinde sonlandırmak lazım. Benim çobanlığım bizim siyasilerin makam koltuğu değil ki, ben de ömrümün sonuna kadar ona yapışıp kalayım. 

Bir çobanın en iyi arkadaşının kavalı olduğunu hepiniz bilirsiniz. Kaçınılmaz olarak benim de öyleydi. Şimdilerde çobanların en iyi arkadaşının el telefonları olduğunu duyduğumda çok şaşırmıştım. Ne kadar da garip, telefonla bir çoban nasıl arkadaş olabilir. Anlamak oldukça güç. Kavala üflemesini bilirsen, bunun apayrı bir dünya olduğunu göreceksiniz. Kavalın iniltilerinin o tepeleri, dağları nasıl deldiğini görürsünüz. Çobanlığın en sevdiğim yani da insanın kendisi ile barışık bir şekilde kendi kendisi ile baş başa kalmasıdır. Yüreğini dinlersin. Hayal kurar her şey ve herkesi ayağına getirir, istediğin gibi yorumlarsın. Bunun ardından sihirle öttürdüğün bir kaval dünyalara bedeldir. Böylesine bir güzelliği tasavvur etmek oldukça güç. İçini alabildiğine döker; var olagelen tüm sıkıntılarından, kaygılarından, umutsuzluğundan, kötümserliğindendünyanın en iyi lavanta kokulu sabunları ile yıkanmışçasına arınırsın. Nefesin kavalın sihirli deliklerinde dünyanın en iyi seslerine dönüşerek ortalığa yayılır. İnsan kendisini bir hoş, daha doğrusu çok hoş hisseder. Şaraba ve opyuma hiç gerek yoktur. Kendini bambaşka bir alemde bulursun. Koyun sürüsü gözlerini sana doğrultup, melul melul bakarken, kavalını ve melodilerini can kulağı ile dinlerler. Koyunlar dünyanın en iyi dinleyicileridir. Zorunlu olmadıkça kaval çaldığın sırada saygısızlık edip, hiç ses çıkarmazlar. Ben onların müzik kulaklarının çok çok iyi olduğuna inanıyorum. Köpekler her ne kadar sadık olsalar da, onların koyunlar kadar müzik kulaklarının olduğuna inanmıyorum. Çünkü arasıra da olsa o mutlaka havlamadan edemez. 

Çobanlık aslında keyifli bir meslektir. İşin elbette en iyi tarafı, daha önce de söylemeye çalıştığım gibi doğa denilen uçsuz bucaksız harikalar diyarı ile baş başa oluşundur, tabii doğa ve de kendinle barışıksan. Akla hayale gelmeyecek çeşitte canlı ile içiçesin. İnanmayacaksınız ama, zamanla insan tüm bu canlıların hepsinin dilinden anlar hale geliyor. Kuşların sabahın erken saatlerinde birbirlerine neler söylediklerini, nasıl kur yaptıklarını anlar hale geliyorsun. Cırcır böcekleri yırtınırcasına ötüp, sonunda da ölüp giderler. Tırtılların iki büklüm yolculuk serüvenlerinin nereye olduğunu bilirsin. Bizim bu diyarda ağaç olmadığı için, onları kakıyacak ağaç kakan kuşları da yoktur. O nedenle bu kuşlar hakkında ne yazık ki pek bilgim yok. İnsan gördüğünü duyduğunu bilgi olarak edinir. Kokarcaların el emeği ve kör gözlerinin nuru olan uğraşıları da görülmeye değer. Toprağın nasıl da altından girip, üstünden çıkarlar. Toprağı nasıl da havalandırırlar. Aman Allah’ım bu ne şaşılası denge. Karıncalar aldıkları komutları kulaktan kulağa fısıldarlar. Tarla fareleri nasıl da askeri bir disiplinle nizami bir şekilde selama dururlar. Ateş böcekleri adeta yanıp, sönerek; gecenize nasıl ışık karalar. Doğadaki her kıpırtı ve hareketi en iyi şekilde gözlemlerken, gözünüzden hiç bir şey kaçmaz. Her şeyi adeta kalbinizle, özünüzle görür hale gelirsiniz. Başlarda insan kulaklarını tırmalayan bu gürültülü yaratıklardan rahatsız olsa da, sonradan bu ötüşler, bağrışlar çağrışlar ninni gibi gelir. Her şeye alışıldığı gibi ona da alışılır, onsuz hiç olunmaz. 

Bir çobanın ev eşyası geçici de olsa bir eşeğin sırtına yüklediği heybesindedir. Yiyecekleri, su testisi, keçesi, aynası, tası ve tarağı; yani tüm gereksinimi bu heybenin gözlerindedir. Kırlar ise onun evidir. Kırlarda yemek yemenin tadına doyum olmaz. En katıksız yemek, yavan ekmeğin dahi (ciğerlere alınan temiz oksijenin de etkisi olsa gerek) tadına doyum olmaz. Hepiniz bilirsiniz (belki de bizim yöreye aittir), çocuklar parmaklarını alt dudaklarında götürüp getirerek “tibe tibe enbeşe, nani çole çi xwaşşe – tibe tibe kırlarda yenilen ekmeğin tadı ne kadar da güzel, leziz” tekerlemesini söylerlerken, elbette bir bildikleri vardır. Gün ışığında elle ikiye bölünen domatesin parıltısının şavkı, güneşin ışınlarının etkisi ile gözlerinizi kamaştırır. Kaymaklı yoğurdun, taze sağılan köpüklü sütün tadını anlatmak kabil değildir. Gün boyunca sürünün peşinde dolanır durur, yorgun argın düşersin. Akşama kadar koyunlarına çeşitli komutlar verirsin. Islık çalarak onları iştaha getirirsin. Hele de bir akşam olduğunda, ooh keyfine diyecek yoktur. Aynı tadı alacaklarını bilseler, krallar dahi senin yerinde olmak için can atarlar. Çoban olarak hiç bir lükse gereksinimin yoktur. Para, araba, ev, arsa, yat, kat, sinema, tiyatro, opera, bale senin için hiç bir anlam ifade etmez. 

Hırs denilen illetten tamamiyle uzaksın. Göğün mavisi ve yeryüzünün muhteşem ihtişamı sana yeter de artar da. Dedim ya kavalın, koyunların, köpeğin, çulha kilimden yapılmış heybeni taşıyan eşeğin ve bin bir çeşit canlı yaratıkla baş başa tabiatın uçsuz bucaksız, sımsıcak, burcu burcu mis amber kokulu kucağındasın. Bir iki de çoban arkadaşının gelmesi ile oluşan sohbet ortamıyla birlikte her şey toz pembeleşir. Dünya yıkılsa umurunda değildir artık. Akşam üzeri iştahla yenilen yemeğin ardından, yakılan ateşin kenarında oturup, akşamın serinliğinde yavaş yavaş ısınmanın tadına ise tanrı sizi inandırsın doyum olmaz. Bu ateş efsanevi “newroz ateşi” gibidir. Geçen dakikaların getirisi olan hayallerde genç kızlar, delikanlılar, yaşlı ve genç tüm insanlar bu ateşin üstünden atlarlar. Kutlanan bir şeylere tanık olur ve hayal dünyasına dalar gidersin. Belli bir zaman sonra kendin de kervana katılır, sende ateşin üzerinden atlamaya çalışırsın. Bu atlamaların birinde kazara bir yerlerini bu kutsal ateşte yaktıktan sonra gerçek dünyaya dönersin. 

Tabiat ananın kucağında kuşlar ötüşleri ile dünyanın en iyi müziğini yaparlar. Pür dikkat kendini verip dinlersen; yorgunluğundan eser kalmaz. Uçan kelebeğin kanat çırpması, yılanların kendilerine has kavisler çizerek sürünmelerinden çıkardıkları ürpertici sesler, baykuşların uğursuz denilen; oysa hiç de öyle olmayan yankılı çığırışları insanı adeta büyüler. Beton yığını büyük evler, insanı bunaltan daracık sokaklar, çöp yığınları, bakımsız fakir kediler, seyyar satıcılar, kapkaççılar, arabalar, klakson sesleri, egsoz dumanları ve diğer kirlilikler söz konusu değildir. 

Fakat yaşlandım. Yolun yarısını çoğu insan bir defa geride bırakırken, bana iki kez bırakmak nasip oldu. At sırtında saçlarımı dalga dalga savurup rüzgarlara karışamam artık. Bir tepeyi nefes nefese koşamam. Bir çırpıda ayağa kalkamam. Gece geç vakitlere kadar eş dost sohbetlerine katılamam. Aşık olamam, o tepe senin bu tepe benim deyip, çobanlık yapamam artık. Aslında yapamayacaklarımı sıralamanın bir anlamı yok. Kendimle çelişiyorum. Daha biraz önce filinta gibi olduğumu söylemiştim. İnkar etmiyorum, yine öyleyim. Ama işin aslı yine de yaşlılığın getirdiği engellerin büyükçe oluşudur. Onlarca yıl önce bedenimdeki bir sıyrık veya yara taş çatlasın üç gün zarfında tez elden kabuk bağlayıp, iyileşirdi. Oysa şimdi iki üç haftada iyileşirse buna şükrediyorum. 

Yaşam dediğimiz kavram; tecrübeler birikiminden oluşmaz mı? Ne kadar tecrübe edinirsen, yaşamdaki risklerini de o denli asgariye indirme şansın vardır. Her yaşlı insan tecrübeli insandır anlamına gelmez. Bazan insan çok yaşamasına rağmen “tıntın” da kalabiliyor. Ben bu konuda kendime 

güveniyorum. Ben Camili Köyünün en yaşlısıyım ve bununla gurur duyuyorum. “Ez edi kalım, pır kalım, westiyam. Ez kale Camliye mı. – Ben artık yaşlıyım, çok yaşlıyım, yoruldum. Ben Camili’nin yaşlısıyım.” 

“İç Anadolu’ daki Kumkent’ ten öyküler” 

 

 

Aydın Yılmaz aydinhecibi@yahoo.com 

Amsterdam, 10 Mart 2007 aydin1960@live.nl 

 

 

 
Toplam blog
: 102
: 447
Kayıt tarihi
: 17.12.10
 
 

Sevgili okuyucular; oluşturmaya çalıştığım bu blog vasıtası ile boş zamanlarımı değerlendirip, ço..