Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Ocak '17

 
Kategori
Edebiyat
 

Ben Mahmut Yesari

Ben Mahmut Yesari
 

Acaba Mahmut Yesari kendi hayatından bahsetmek istese neler yazardı? Dolayısıyla, ben onu anlatacağıma, kendi kendisini anlatsın istedim ve sözü öncelikle ona bıraktım:

“Ben Mahmut Yesari. Tam adımla Yesarizade Mahmut Esat Hayrullah. Bana mektepte Esat derlerdi, fakat evdekiler ve akrabalarım Mahmut diye çağırırlardı. Askerlikte de Mahmut Esat Efendi oldum. Ayrıca nüfus kaydımda bir göbek adım da vardır: Hayrullah.

1895 yılının bir Hızırilyas sabahı, büyük teyzemin Emirgan’daki yalısında gözlerimi dünyaya açmışım. Dünya bahara girerken doğduğumdan mı nedir? Neşemi hiç kaybetmedim. Zaten hayatta en fazla da kaybetmekten korktuğum şey buydu.

Hamidiye marşının bestecisi olan dedem Ahmet Necip Paşa, ben doğmadan yıllar önce vefat etmiş. Babam Miralay Fahrettin bey ise, evde ve muhitinde tam bir otoriteydi. Göğsünde kordon, belinde kılıç, eve heybetli bir girişi vardı ki, kapıyı açan emirberler, uşaklar tirtir titrerlerdi, evin havası durgunlaşırdı. Ödemişli Ümmüoğulları’ndan olan annem de çok zeki ve marifetli olup elinden her iş gelirdi.

Çocukluk yıllarımda Emirgan ve sonrasında Vezneciler’de yaşadığımız evler yanınca, bir süre Yeniköy’de oturduktan sonra, uzun yıllar ikamet edeceğimiz Kadıköy Bahariye’deki üç katlı eve yerleştik. Mustafa Afif ağabeyim Dünya Savaşı’nın başladığı yıl, Kafkas Cephesi’nde şehit oldu. İstanbul Lisesi’nde yatılı okurken, Gıdık dergisinde Mahmut Esat imzasıyla karikatürler çizmeye başladım. Büyük dedelerim, Osmanlı âlimi Kazâbâdî Ahmet Efendi’nin torunu Hattat Yesari Mehmet Esat (doğuştan sağ tarafı felçli olduğundan solak anlamına gelen Yesari aile ismimizi ondan almışız) ve oğlu Yesarizade Mustafa İzzet Efendi’lere çekmiş olmalıyım ki resme ilgim vardı, el yazımın da güzelliğinden bahsederdi herkes. Güzel Sanatlar Okulu’nda iken 1.Dünya Savaşı patladı ve yedek subay olarak Çanakkale Cephesi’ne gönderildim. Orada, Anafartalar siperlerinde onu, “Korku bilmeyen adam”, Mustafa Kemal’i tanıdım. Miralaydı, bizim fırkanın vaziyetini incelemeye gelmişti, sıçan yollarında ona yol gösterirken, ben aylardan beri siper hayatına alışmış olduğum halde titrerken, o boyunun uzunluğuna rağmen, ayaklarının ucuna basarak doğrulur, siperlerin üzerinden düşman siperlerine bakardı. Daha sonraları hava değişikliği ile İstanbul’a geri döndüm ve Depo Alayı’nda görevlendirildim. Şiire de hevesim vardı ama düz yazıda karar kıldım. O dönemde yazdığım ve ilk sergilenen adapte tiyatro eserim “Harap Yurt”’tan sonra aynı sene içinde yani 1921’de, ilk telif piyesim “Yarasalar” da Muhsin Ertuğrul’un katkılarıyla, sergilendi.

Mütareke seneleri geldi ve benim gibi sayısı yirmiyi aşan subay arkadaş terhis olup Kadıköy sokaklarında avare avare dolaşmaya başladık. Hepimiz de gençtik ama dört, dört buçuk harp senesi, bizi çökertmiş, ihtiyarlatmıştı. Sonraki yıllarda, bir yandan Diken dergisinde karikatür çizerken, piyes tercüme ile adaptelerime devam ediyor, Yarın dergisinde tiyatro eleştirileri yazıyordum. 1922 yılında ilk evliliğimden oğlum Afif dünyaya geldi, ancak o yedi aylıkken eşimle anlaşamayıp boşandık. Bir sene kadar sonra Reşat Nuri Güntekin ile dönemin ünlü dergisi Akbaba’ya rakip olarak Kelebek dergisini çıkartmaya başladık. Dergide ilk romanım “Bir Namus Meselesi” tefrika edildi.

1925 yılında yayımlanan Çoban Yıldızı romanımla tanınmaya başladım, sonrasında dönemin gazete ve dergilerinde makaleler, anılar, hikayeler ve tefrika romanlar yazdım, 1927 yılında Çulluk romanım yayımlandı. 1928’deki Harf Devrimi sonrası Ankara’ya gittim ve Larousse tercümesinde çalıştım. Aynı yıl, yeniden evlendim, ancak bir süre sonra ikinci eşimden de boşandım. 1932 yılından itibaren Kadıköy’den ayrılıp, en büyük emelim olan hür ve müstakil yaşamak arzusunun peşinde, Sirkeci ve Beyoğlu çevresindeki otel ve pansiyonlarda yaşamaya ve yazmaya devam ettim. Su Sinekleri, Bahçemde bir gül açtı, Tipi Dindi gibi eserlerimi bu dönemde yazdım.

1935 yılında, buna herkes gibi kendim de şaşırdım ama kırkından sonra üçüncü evliliğimi Bab-ı Ali’de tanıştığım, güzelliğiyle de ünlü 24 yaşındaki yazar Cahit Uçuk’la yaptım. Bir sene sonra verem teşhisiyle Yakacık Sanatoryumu’nda 4 ay kadar yattım. Sanatoryum günlerinde Sürtük adlı piyesimi tamamladım ve İstanbul Şehir Tiyatro’sunda başarıyla sergilendi. Sonraki yıllarım kâh Kanlı Sır, Yakut Yüzük, Dağ Rüzgarları, Sağanak Altında, Bir Aşk Uçurumu, Gece Yürüyüşü gibi eserlerimi yazarken, kâh beni tedavi etmeye uğraşan doktorum İhsan Rıfat Bey’le köşe kapmaca oynayarak, gazeteci dostum Hikmet Feridun Es’e de bir karşılaşmamızda söylediğim gibi “Tıb’bı tekzibetmekle” geçti. O dönemde, ikimizin de kendi yollarımıza gitmesinin en doğrusu olacağına inandığımızdan Cahit Hanım’la karşılıklı anlaşarak boşandık. Yakacık Sanatoryu’muna son yatışımda ise, II.Dünya Savaşı’nın bittiği gün, 16 Ağustos 1945’te hayata gözlerimi yumdum. Sanatoryum’a ziyarete gelen oğlum Afif’ten son isteğim defter, kalem, cetvel ve makas olmuştu.”

-Mahmut Yesari’nin kısa ama üretken yaşamı, hep bana bir hüznün eşliğinde, romanlarındaki karakterleri hatırlatmıştır. Akraba olduğumuzu idrak ettiğim yaşlardan itibaren, roman, hikaye ve bulabildiğim makalelerini iştah ve merakla okudum, bundan da büyük keyif aldım. Baba mesleği olan gazetecilik ve yazarlığı seçen, dönemin yerli filmlerine senarist olarak imzasını atan oğlu Afif Bey ise, İstanbul Hatırası adlı eserinde; Kadıköy’deki eski kış akşamlarını, artık kaybolan gezgin satıcıları, bozacıları, turşucuları ve seslerini betimlerken…” Gariptir, mesleklerini babadan oğula devreden bu gezgin satıcılar, meslekleri gibi, seslerini de babadan oğula aktarıyorlar: Şimdiki gezgin satıcıların sesleri de, çocukluğumda duyduğum seslerin aynı!...” diyordu. Adeta Afif Yesari’nin roman, hikaye ve makalelerini okurken, babası Mahmut Bey’in eserlerinde rastladığımız aynı sesi, sıcaklığı, hayatın içinden gelen konuları ve nüktedanlığı görmemiz gibi…

Mahmut Yesari’nin hazin vefatından sonra, döneminin edebiyat insanları, kendisinin Türk Edebiyatı’na olan katkısını yazılarında layıkıyla belirtmişler.

Örneğin Peyami Safa; Yesari’nin ölümünün Türk edebiyatı ve gazeteciliğini benzeri az bulunur bir incelik ve fazilet örneğinden mahrum bıraktığını belirtmiş, Vala Nurettin; onun insanın ruhunda seyahat ettiğinden bahsetmiş, Halit Fahri Ozansoy; onun Flaubert gibi “realizm ile romantizmi bir potada” erittiğini, birçok romanlarında kişilere ve toplumun acılarına karşı duyduğu iç sızısının elle tutulacak kadar hissedilebileceğini, bunların, kendisini de yaralayan acı gözlemlerin bir sonucu olduğunu söylemiş; Refik Halit Karay ise; Mahmut Yesari’nin onun nesli içinde tek “doğuştan romancı” olduğunu, “içinden geleni, geldiği gibi yazdığını” belirtmiş.

Ben Mahmut Yesari’yi her hatırladığımda, onu bir kış gününde Meserret kıraathanesinin buğulanmış camları arasında, kalabalık masaların birinde, tavla seslerine aldırış etmeyerek, küçük, çizgili, ince mektep defterine çabuk çabuk yazı yazarken görüyorum, onu Kadıköy’de Su Sinekleri eserinde betimleyeceği sinema hastası kızlar, delikanlılarla kürek çekerken görüyorum, onu Çulluk romanına konu edeceği Cibali’deki tütün fabrikasında çalışırken görüyorum, onu Atilla İlhan’ın bir şiirinde en tenha rakıların en kuytularından sırılsıklam tefrikalar çıkarırken görüyorum, onu Yakacık Mektupları’ndaki çam ağaçları içindeki sanatoryumda, elinde defter, aklında bir sonraki romanının konusu, odasının penceresinden Aydos Tepesi manzarasına bakarak kaçınılmaz sonu beklerken görüyorum…

Çetin Altan ustanın Atilla İlhan’ın vefatından sonra yazdığı ve tüm yitik edebiyatçılarımıza seslenen makaleden bir alıntı ile bitirmek istiyorum:

“Sağken böylesine yoğunlaşmış bir sevgiyle ilgiyi; ekranlarda da, manşetlerde de görme olanağı yoktu. Öldükten sonra ise görebilme olanağı yoktu. Yeryüzünden geçerken, öz mayasından geriye ışıklar bırakarak kaybolmuş insanlara karşı, Kozmos’un bir “kara mizah” çimdiğiydi sanki bu hazin adaletsizlik…

İyi insanlar da geçti bu topraklardan… Taptuk Emre’ler de geçti, Kaygusuz Abdallar da geçti, Kul Nesimi’ler de geçti, Nedim’ler, Şeyh Galip’ler, Recaizade’ler, Tevfik Fikret’ler, Hüseyin Rahmi’ler, Mahmut Yesari’ler, Yakup Kadri’ler, Reşat Nuri’ler, Nazım Hikmet’ler, Orhan Kemal’ler, Yahya Kemal’ler, Necip Fazıl’lar, Orhan Veli’ler, Cahit Sıtkı’lar, Cemal Süreyya’lar da geçti…”

 
Toplam blog
: 17
: 487
Kayıt tarihi
: 22.03.16
 
 

Okur yazar, Kadıköy'lü... ..