Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Aralık '10

     
    Kategori
    Dilbilim
     

    Bilincin evrilmesinde kültürün rolü

    KÜLTÜR; 

    İnsanın düşünce yapısı içersinde karar alma mekanizmalarını ve olaylara yaklaşma biçimini etkileyen temel faktör, o bireyin dili ile yakından alaka içersinde olup, konuştuğu dille atalarının düşünce şekline benzer bir tasarlama ile bir nevi karakteristik yan ortaya kor. İnsan düşünce yapısı, tek yönlü değerlendirilecek bir yeti olmadığından insanın yaşam biçiminin de bütünü göz önüne alınarak analiz edilmesi daha doğru sonuçların bulunmasında bilimsel bir temel olacaktır. Dil, kültürün içersinde yer alan bir unsurdur ve dil den önce dili kendi çatısında bulunduran kültürü ve onu var eden diğer öğeleri ortaya koymak gereklidir. Kültürün işlevinin ve genel olarak insan yaşamına bilinç açısından yaptığı etkinin ortaya konması, dilin çözümlemesin de şarttır. 

    “Kültür, kelimesi edebiyat kelimesine nazaran daha geniş bir mana taşır. Edebiyat dışındaki bütün güzel sanatlar, resim, musiki, dans, heykel, mimari kültür sahasına girdiği gibi, güzel sanatların dışında insanoğlunun elinden çıkma eşya, yiyecek, içecek, elbise, silah, alet vesaire de kültürün sahası içine girerler” [1] 

    “Toplumların biyolojik olarak değil de, sosyal olarak kuşaktan kuşağa aktardığı maddi ve maddi olmayan ürünlerin bütünü, sembolik ve öğrenilmiş ürünler ya da özellikler toplamı”[2] 

    Tarihsel bir süreç içinde insanın tüm yapıp etmelerini etkileyen, onu diğer toplumlardan farklı kılan, nesilden nesille aktarılan, aktarıldığı kuşakların bilinçlerini etkileyip atalarının düşünme sistemlerine özdeş yapıda düşünmeye imkân veren, töre, örf, adet gibi bir dizi kabulleniş, hayat görüşü, yaşama şekline “kültür” denir. Toplumsal olarak insanların hayat görüşlerini değiştirmesi, farklı normlara göre hayatlarını sürdürmeleri uzun zaman dilimlerinde ortaya çıkar, kısa zaman zarfların da kökten bir değişime gitmek nerdeyse olanaksızdır fakat olağan dışı olayların ve beklenmedik toplumlar arası meydana gelen büyük etkiler bunun dışında olmakla beraber kurtuluş savaşı sonrasındaki inkılâplar buna örnek gösterilebilir. Dolayısıyla normal seyredip, gelişen dünya ile beraber ortaya çıkan bir kıtadan diğerine rahatlıkla haberdar olmayı, kültür denizinde eriterek ilerleyen toplumlarda ani norm değişimleri görmek olanaksızdır çünkü toplumsal yapıda ki değişiklikler çok yavaş bir devinimle ortaya çıkar. Her insanın düşünce yapısı yaşadığı sosyal çevrenin kültürel kıvrımlarının pek de ötesinde değil. 

    Toplum denen bir sınıf kavramının temelinde, belli ilkeler, kabullenişler ve genel olarak yaşayış biçimleri birbirinden faklı olmayan insan kümelerinden meydana geldiğini söylemek yanlış olmaz. En genel hatlarıyla inanç, hukuk, ahlak ve sanat vb. bu ilkelerin meydana gelişin de temel niteliği taşıyan unsurlar olarak karşımıza çıkar ki bir toplumun ortak değerleri aslında farklı insan tiplerinin bu unsurları kendi yaşam biçimin de özümsemesiyle anlam kazanır. Öyle ki toplumun tüm bireylerinin bu içselleştirmesinden meydana gelen sentez çok kuvvetli bir bağ olarak, farklı karakter havzaları olan insanları birbirine kenetler. İşte bu ilke, kabulleniş ve normlar bir zincir halkası, görevi görerek insanları aynı çatı altında birlikte yaşamaya sevk eder. 

    DİL VE DÜŞÜNCE; 

    Bir diğer öğe vardır ki asıl konu olan düşünce evirilmesini sağlayıp, kültürün içinde özel bir konuma sahiptir, bu dil’dir. Dil hem bir kültür öğesi hem de kültürün taşıyıcısı olarak karşımıza çıkmakta olup, bu da dile özel bir nitelik yüklenmesine sebebiyet verir; Çünkü kültürün diğer kuşaklara taşınması, kültür öğesi olarak saydığımız ahlak, hukuk, sanat vb. öğeleri aktarma görevini üstlenir. Bu öğeler kendi içersinde ne kadar önemli olsalar bile aktarılamadıktan, devamlılığı sağlanamadıktan sonra hiçbir anlamı kalmaz. Örneğin aynı Din’e mensup olan insanların farklı dil konuşması bir birleriyle iletişime geçememesi doğal olarak bir birlerini etkileyememesi söz konusudur. Fakat aynı Din’e mensup olmaları anlaşmaları için yetmez mi? İnanç birliği olduğu halde dahası aynı duygu ve düşüncelere sahip bile olsalar konuşamadıkları için bir hayat görüşü ve fikir alışverişi olamaz dolayısıyla aralarında bir bağ kurulamayıp toplumsal bir harekette bulunmaları imkânsızdır. Öyle ki insanlar aynı dine ve ırka mensup olsalar bile konuşup bir birlerini anlayamayıp, fikir alışverişi yoksa bir bütün olamamaları pek de beklenmedik değildir. Bu sebeplerledir ki dilin önemli bir unsur olması kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımıza çıkar. İşte bir birlerinden ırk olarak aynı ve inanç vb. sınıflarda aynı olan insanları tek bir çatı altında ancak ve ancak maddi ve manevi olarak bir bütünlük arz eden kültür toplayabilir. 

    “Yirminci yüzyılda dil âlimleri, psikologlar ve sosyologlar dil ile düşünce arasında sıkı bir münasebet bulmuşlardır. Bu münasebet özetle şöyle açıklanabilir: Dil, onu konuşanların duygu, düşünce ve hayal dünyalarını tayin eder.”[3] Bireylerin düşünce yapısında dilin rolü yadsınamaz bir gerçek olarak önümüze çıkar. Birey doğduğu toplumun konuştuğu dille yoğrulmuş düşünce yapısına göre filizlenip kendi zihin tasarımlarını kurar; bu demek değildir ki toplum nasıl fikirlere sahipse çocukta ona sahip. En genel mana içersinde tasarlarsak, bir konuyu ele alış biçimi, yorumlama tarzları aynıdır fakat her olayda aynı fikre sahip olacağını düşünmek hayalî bir temel taşır çünkü hiçbir insan topluluğu yoktur ki hepsi de kesin sınırlar içersinde aynı düşünsün. Özetle, konuyu ele alış biçimi ile konu hakkında vardığı yargı bir birlerinden büsbütün ayrı iki önerme olmaktan öteye geçmez. Birey konuştuğu dilin şekillendirdiği düşünce yetisiyle hareket eder, konuyu ele alış, yaklaşım tarzını benimser fakat her zaman ve her olay karşısında aynı yargıya varacak demek ilmi olmayan temelsiz bir akıl yürütmeden öteye geçemeyen fikir silsilesidir. Fakat şu yadsınamaz bir gerçek olarak ortaya konmalıdır; konuşulan dil her ne kadar zengin sözcük havzasına sahip ise o denli engin düşünce denizleri mevcuttur. Bu dilin insan düşünce yetisinde ki etkin rolünü açık olarak gözler önüne sermektedir. 

     

    TÜRK KÜLTÜRÜ VE TÜRKÇE; 

    Türkçe bir dil olarak Türk kültürünü en az zedelerle bu güne kadar getirmiş dünyanın en eski dillerindendir. Türkler tarih boyunca kendi boyunduruğundaki kavimlere ne kadar Türkçe kelime aktardıysa, İslam dinini benimsedikten sonra onu öğrendiği medeniyetlerin dillerinden birçok kelime Türkçeye geçmiştir. Birçok Arapça ve farsça kelimeye nazaran kendi özünü kaybetmemiş, bu diller de çok yüksek edebi eser niteliğinde eser yazacak kadar uzmanlaşmış fakat Türkçeyi hiçbir zaman unutmamıştır. Bu Türkçenin sondan eklemeli bir dil olmasıyla açıklanabilir. Türkçe kök kelimenin üzerine ekler getirilmek suretiyle yeni kelimeler türeten sondan eklemeli bir dil olduğundan, kelimenin kökü hiçbir zaman değişmemekte kendi saflığını koruyabilen ender dillerden biridir. 

    Türkler dünya da en eski kavim olup yetmiş iki kavimle yaşayan bir millet olarak milli benliklerini, kültürlerini korumayı başarmaları Türkçenin yapı itibariyle bozulmaya fazla müsait olmayan matematiksel bir yapıya sahip olması ile açıklanabilir. Bunun yanında yabancı kökenli kelimeler de Türkçede var olmasına karşın bunların Türkçeden atılması ve saf Türkçe yapmaya kalkmak tamamen ilimsiz kör bir düşünceden başka bir şey değildir; çünkü Türk tarihi boyunca kazanılmış değerleri yadsımak Türk kültürü açısından yararlı bir sonuç doğurmamakla beraber bir zaman ki divan şairi Nef’i ve birçokları, kaside ve gazellerinde dönemin İran ve Arap şairlerinden daha üstün eser vermiş olan Türk sanatkârları yadsımaktır. İşte bu noktada Türklerin en büyük karakteristik özelliği olan bulunduğu ortamla hızlı kaynaşma, yeni olaylara göre ani akılsal tepki geliştirebilme ve geliştirdiğini pratik saha da hızlıca uyguladığı bariz olarak görülmektedir. Aynı konu da bir diğer hususta gelecek olan kuşaklara bu bilginin aktarılmamasından doğan kopukluğun milli benlikte açacağı derin yarayı sarmanın imkânsız oluşudur. Kültür şiiriyle, mimarisiyle, romanı, heykeli, musikisiyle, halk oyunlarıyla, giyilen elbisesi, Yörük çadırıyla ve bunun gibi birçok hususta bir bütün, milli bir harstır. 

    TÜRK HARSINDA NİZAM-I ÂLEM; 

    “Türkçenin bir diğer özelliği de geometrik yapıya sahip olmasıydı öyle ki Türkçenin gramerini yapan Fransız Jean Deny Türkçenin ses düzenini küp ile gösterme ihtiyacı duymuştur. Eski Türk sanatı halısıyla kilimiyle kübiktir.” [4] 

    “Acaba şekillere bu düzeni vermekle Türk dili arasında bir münasebet yok mudur? Ben olduğunu sanıyorum Türk meşhur bir deyimle ‘nizam-âlem’ cidir.”[5] 

    Dünya’ya düzen vermeye geldiğini hissetmesi, türkün milli şuuru ile temel olarak ilgilidir ki silahsız düşmanına silah çekmemesi, Çanakkale savaşın da iki siper arasında kalan İngiliz askerini beyaz bayrakla siper dışına çıkıp onu aradaki ateş hattından sipere götürmesi bir kültürün ama asırlar boyunca pekişmiş bir kültürün göstergesi değil de nedir. Düşmanına bile savaş esnasında örnek olup kendisinden övgüyle bahsettirebilen tek millet olma şerefi, türkün suçsuz yere ezilen insanlara kalkmayan o elini yüce ecdadından saf devraldığı ince bilincin ta kendisidir. 

    “Massignon, İslam felsefesine ilmine ve musikisine Türk asıllı fikir adamlarının nizam verdiğini söyler. Kelimelere aldanmayalım, onları düzenleyen zihniyete bakalım.”[6] Diyerek Türkler de ki nizam anlayışının perçinlemiş bulunmaktadır. Aynı nizam Osmanlını devlet düzeninde de açık bir şekilde göze çarpmaktadır çünkü hala bir mimar Sinan’ın yaptığı caminin içindeki sistemi günümüz gelişmiş teknolojisiyle bile yapmak o kadar zorken Sinan onu günümüzden kaç yüzyıl önce yapmıştır. 

     

     

    SÖMÜRGECİ ANLAYIŞIN TÜRK KÜLTÜRÜNE ETKİLERİ; 

    Dünya üzerinde Pazar yaratma ve ya ham madde sağlanmak üzere bazı dengeler üst kültlerin çıkarı ile eksen değiştirip kendi kültür merkezinden uzaklaştırılırsa, üzerinde bazı emeller gerçekleştirilmek istenen toplumun milli hissinde ne gibi sonuçlar doğurur? Kültür insanlardan bir toplum kavramını medya getirme de bir sarmal olarak değerlendirilebilir. Toplumu toplum yapan insanların kitleleri değildir. Aksine insan kitlelerini aynı çatı altında birleştiren milli histen başka bir şey değildir. Türk kültürün en büyük işlevi hepimiz birimiz için, birimiz hepimiz için düşüncesiyle toplumu sıkıdan sıkıya bağlaması olmuştur. İmkânsız denen savaşlar işte bu düşüncenin can bulmasıyla kazanılır, Türk kültürü tarihin bilinen noktalarından beri sıkıntı ve vatanını kaybetme hırsıyla bir bütün haline gelmişler zoru başarmış milletlerin en üstüne adlarını yazdırmıştır. 

    Dünya devi olmayı düşünen bir takım dayatmacı devletlerin Türkiye üzerinde ki kültür köprüsünü yıkma çabaları 7 Ağustos 1925 yılında resmiyet kazanmıştır. Osmanlının yıkılma sürecinden faydalanmak isteyen Rusya kırım ve Kafkaslardaki Türkleri fırsattan istifade kendi hâkimiyetine aldı çünkü Stalin şunu çok iyi biliyordu, ilerideki muhtemel Türk birliğini engellemek Türkçeyi yıkmaktan geçiyordu. Her bir orta Asya Türk devletinin eline farklı alfabeler vererek anlaşması önlenip istenildiğinde parçalanması kolay olacaktı. Bu kültür katliamına 7 Ağustos tarihi ile resmi bir şekilde Türkiye’ye en yakın olan Azerbaycan’a Latin alfabesi vererek böl, parçala, yut taktiğini ilk adımda uygulamaya başladı. Diğer Türk devletlerinde de aynı politikaları oynamaya devam eden Stalin ardından Türkmen, Karakalpak, Kırgız, Türkleri de zorla Latin alfabesine geçirildi. Fakat en önemlisi şu; hepsine farklı sürümler Latin alfabesini verdi ki anlaşma sağlanamasın 

    Rusya’nın böl, parçala, yut siyaseti ile Türkiye dışında devletlerde geçirdiği bu sistemle, o Türk devletlerinin kültürel yozlaşmasını sağlayacak, kuşak arası kopukluklara sebebiyet verecekti. Türk devletlerinin, tek bir çatı altında toplanması ve temasa geçmesi önlenmiş olacaktı. Dil de birlik olmayınca gönül birliği diye bir şey kalmayıp Türk milletinin birleşmesi imkânsız olacaktı. 

    1 Kasım 1928’de Türkiye’nin Latin alfabesine geçmesi ile aradaki kopukluk giderilecek ve dünyadaki tüm Türklerin anlaşabileceği bir Türkçe ortaya konmaya çalışılacaktı. Bu sayede kültür köprüsü muhafaza edilecek. Türk birliği umudu yeniden canlanacaktır; fakat bunu üzerine Stalin’in boş durmayıp Türk devletlerinde zorla Kril alfabesini zorunlu tuttu. Bunun farkına varan aydınları; 

    “Sovyetler, 1937-1938 arasında Sovyetlerdeki Türklerin lideri durumundaki, yetişmiş bilim adamı, şair, muharrir, tarihçi, Türkolog, mühendis, hukukçu, edebiyatçı olmak üzere yaklaşık 140.000 Türk aydınını katlettiler” 

    Gelişen iletişim teknolojisi, televizyon ve internet sayesinde egemen güç olmak isteyen üst kült kendi yaşam biçimini sana dayatmış onu birey için gerekli hale getirmiştir. Bireyin asıl kültüründen uzaklaştırılması, dayatmacı üst kültürle bir toplumun temelindeki, insanları bir birine bağlayan temel yapı taşlarını yerinden oynatmak o toplumun çöküş çanlarını çalmasıdır. Bu sayede insanların arasındaki o toplumu toplum yapan sarmal kopmaya yüz tutup yabancılaştırıyor. Böylece bir toplum kökten savunmasız bırakılarak her türlü tehdide davetiye çıkarıyor. Aynı coğrafya, fakat yabancı insan toplulukları! 

    Kişinin akıl yürütme ve fikirleri, hayatı yaşama biçimiyle büyük bir bağ içindedir demiştik. Diğer kültürlerin etkisi altında kalıp kendi kültür merkezinden uzaklaşmak toplum içindeki insanların bir birleri arasındaki dayanışmasını alt seviyelere çeker. Artık savunmasız kalan bu bir birinden bağımsız insan toplulukları istenilen her türlü yöne yönlendirilebilir. Günümüz savaşı asker ile olmayıp böyle psikolojik salgınlar şeklin de kan dökmeden ve daha az masrafla yapılmakta. Bu yöntem diğerinden daha verimlidir ki, kişiye farkında olmadan yön verebilmek, toplumun bekasını küçük hareketlerle kendi çıkarı ekseninde kaydırmak baskıcı ve aktarıcı diğer toplumlar için son derece etkili bir çıkar dengesini ortaya koymayı sağlar. 

    İletişim araçları dayatılmış sırasında en etkili silah olarak karşımıza çıkar ki gelişen teknolojinin yadsınmaz etkisi ile yeni nesiller atalarının yaşam biçimlerinden uzaklaştırılıp üs kült’ün etkisi ile kendinde bir eksiklik ve eziklik duygusu meydana getirilmek suretiyle beyinleri farkında olunmaksızın yıpratılmaktadır. 


    [1] M. Kaplan, kültür ve dil, dergâh yayınları, İstanbul, 23. Baskı Eylül 2007, s.11 

    [2] A. Cevizci, değerler dizisi felsefe sözlüğü, değerler dizisi yayıncılık, İstanbul, 6. Baskı Kasım 2005, s. 1048 

    [3] M. Kaplan, kültür ve dil, dergâh yayınları, İstanbul, 23. Baskı Eylül 2007, s. 121 

    [4] M. Kaplan, kültür ve dil, dergâh yayınları, İstanbul, 23. Baskı Eylül 2007, s. 124 

    [5] A. g. e. , s.124 

    [6] A. g. e. , s. 124 

     
    Toplam blog
    : 1
    : 643
    Kayıt tarihi
    : 06.12.10
     
     

    Felsefe öğrencisi..