Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Kasım '06

 
Kategori
Edebiyat
 

Bir garip Sabahattin Ali

Bir garip Sabahattin Ali
 

Siz de bilirsiniz değil mi o türküyü?

Hani bazen Beyoğlu’nun tozlu bir sokağından geçerken içerisi sigara dumanından görünmez olmuş bir türkü barın çiğ ışıklarının arasından ya da yolunuz küçük esnafın bulunduğu sanayi sitelerine düştüğünde bir atölyedeki, çırağın ya da kalfanın kirli ellerinin değdiği radyonun tozlanmasın diye süngerle kaplanmış küçücük hoparlöründen mutlaka duymuşsunuzdur. Bilmiyor olmanız olanaksızdır nerdeyse.

“Dertlerin kalkınca şaha

Bir sitem yolla Allaha

Görecek günler var daha

Aldırma gönül aldırma…”

Kimdi anımsayamıyorum şimdi. Bir gece vakti, eş dost sohbetlerinden birindeydi. Televizyoncu bir arkadaş, anlatıyor. Sinop Cezaevi’nde seksen ihtilali sırasında mahkûmmuş. Zamanında yazarımızın da yattığı bu cezaevindeki koğuşlardan birinin duvarı. Sanırım ilk elden yazarımız bahsi geçen şiirin bildiğimiz bölümlerini yazıyor. Daha sonra Edip Cansever’in çok sevdiğim şiirinde söylediği gibi “karanfil elden ele”… Oradan her gelip geçen mahkûm bir dörtlük çiziktiriveriyor sonraları şiirin altına. İnsanlara okusunlar diye gönderilen Kamelyalı Kadın’ın bile üzerine bir çivi çakılarak, iğrenç bir şeymişçesine koğuşlara fırlatıldığı yıllar. Çiviyi sökebilirsen okursun. Sökerken yırtılan canım satırlar…

Evet şarkı olduğunda adına “söz” denen bu dünya güzeli şiir onundur işte. Şu soyadındaki A harfinin kimisi tarafından uzun, kimisi tarafından kısa telaffuz edildiği; yetmiş yılı aşkın zamandır edebiyatımızda gerçek bir tavır gibi duran Sabahattin Ali’den söz açıyoruz. –Kızının demesine göre kısa söyleniyor o A harfi bu arada…

“Hissedince sana vurulduğumu

Anladım ne kadar yorulduğumu

Sakinleştiğimi, durulduğumu

Denize dökülen bir pınar gibi…”

Peki ya kaç kişi ilk aşkına armağan etmedi Sezen Aksu’nun bu güzelim şarkısını. Etmeyen çok olduysa da kaç kişi yaşamadı o saflığı. Yaşarken kaç kişi böyle hissetmemiştir. Şüphesiz çoktur böyle kişiler. Ama karmaşık duyguların anlatımında şaşılacak kadar yalın olabilen bir yazardır Sabahattin Ali. Yoksa neden şu alıntılayacağımız sözleri söylemiş olsun:

“Ruhum bir heykel gibi düşüp parçalanırdı. Bu sesleri duyanlar gülüyorum sanırdı.”

Sabahattin Ali 1907’de Gümülcine’de doğar. Bilemiyoruz orada, onu, yazdıkları dışında ölümsüzleştirebilecek bir küçücük sokak adı, kararık da olsa bir büst, yaşadığı yere konulmuş bir tabela var mıdır? Yoktur herhalde.

Cumhuriyetin ilanı yazarımızın ilkgençlik yıllarına rastlar. Henüz 20 yaşındayken Balıkesir Muallim Mektebi’ni bitirir ve aynı yıl Yozgat Cumhuriyet İlkokulu’na öğretmen olarak atanır. Bu genç öğretmenin bilinen ilk yazısı burada çıkan Irmak dergisinde yayınlanır. Anadolu ve memleket gerçeğiyle erken yaşta tanışmaya başlamıştır. Çok sevdiğim bir söz vardır; hikayeler onları anlatabilecek kişilerin başından geçer… O da usul usul hikayeler biriktirecek, belki kendine tahsis edilmiş küçücük bir öğretmen lojmanının kirli penceresine bakarak daktilo edecektir onları.

Bir yıl sonra, kazandığı bir bursla, o yılların Cumhuriyet ülküsü ve heyecanıyla dolu Türkiye’sini bırakarak Almanya’ya gider. Tam iki yıl yaşar orada. Bir tren yolculuğu sırasında Upton Sinclair’in Oil adlı romanını okumasıyla yaşam görüşünde değişiklikler oluştuğunu fark edecektir Ali ve oradan döndüğünde yavaş yavaş sosyalist bir dünya görüşünü benimsemeye başlayacaktır.

Daha sonra Nazım Hikmet’le ilk tanışma. Resimli Ay dergisinde yayınlanmaya başlayan yazılar. Gariptir. Bir dilin en büyük şairlerinden biridir Nazım Hikmet; yetiştirdiği, ustalık yaptığı Orhan Kemal, Kemal Tahir gibi isimler de sanat alanında önemli yerlere gelmişlerdir. Sabahattin Ali de bu ustadan nasibini alan sanatçılar arasına girecektir.

O günlerin heyecanıyla koca bir roman düşü şekillenivermiştir bile: Kuyucaklı Yusuf. Marketlerde para üstü karşılığında verilen şimdiki romanlar kadar satış yapmaz Kuyucaklı Yusuf. Ama roman tekniği açısından bakılınca enikonu başarılı bir romandır.

Ali’de artık çokça öne çıkmaya başlamış olan gerçekçilik sonraları öykücülüğümüzde yeni bir soluk olarak tanımlanacaktır.

Artık Anadolu’nun çeşitli yerlerini gezip dolanan, dönemin deyişiyle “solcu” bir Almanca öğretmenidir o. Bir çok ortaokulda çalışır. Ola ki bugün bile izini sürmeye kalksanız oralarda bir ortaokulun onun anısını yaşattığını göremezsiniz. Kimler öğrencisiydi, şimdi ne yapar onu derslerde dinleyen o çocuklar, hayatlarına bir şeyler kattı mı onların. O zamanın küçüklerinin şimdiki çocuklarından çoğu Sabahattin Ali’nin kırklarda yazdığı Kürk Mantolu Madonna romanını şarkıcı Madonna’nın romanı sanıyor; farkındalar mıdır bunun? Bilgimizin dışında olan sorular, acı sorular hepsi.

Bu öğretmenlik yılları sırasında İstanbul’a dönüşlerinin birinde sürekli peşinde olan sivil polise rastlar yine. Adam burada da peşini bırakmamıştır Ali’nin. O gün hava sıcaktır. Yazarımız elinde iki bavulla iyice yorgun, bitap düştüğünden polisinin yanına yaklaşarak nasıl olsa eve kadar peşimden geleceksin, bari yardım et, diyecektir. Adamsa, peki madem, insanlık öldü mü diye cevaplayacaktır onu.

1933’de bir şiir yüzünden gencecik yaşında tutuklanır. Sinop ve Konya cezaevleri. O vakit, Cumhuriyetin onuncu yılı nedeniyle çıkan aftan yararlanır. Bir yıl işsiz gezer. Daha sonra tekrar memur olmak için talepte bulunduğunda “bağlılığını ispatlaması” istenir. Bu sefer yine bir şiir yazar ve kurulu etkileyerek tekrar memurluğa alınır. Askerliğinden sonra da devlet konservatuarına dramaturg olarak girecektir.

Ardından artık sırasıyla hikaye kitapları akıp gelecektir Ali’nin. Değirmen, Kağnı ve Ses bir yıl arayla yayınlanır. Hepsinde de bugün halen aynı hevesle okunan bir dolu hikaye… Kırklara gelindiğinde Yeni Dünya, Sırça Köşk ve İçimizdeki Şeytan gelir. Yazarların o yıllarda ne kadar kolay cümlelerle yazdığına ya da gamzeleri olup olmadığına bakılmamaktadır. Ve yazdıklarıyla gitgide sivrilmektedir Sabahattin Ali.

Bu “çocuklara yıkıcı propaganda” yapan “sakıncalı öğretmen” 1945’te daha göz önünde olsun diye bakanlık emrine alınır. O da çılgınca bir karar verip istifa ederek hayatını yazıdan kazanmaya başlar. Savaş yıllarıdır artık. Namuslu her aydının yapması gerektiği gibi eleştirmekten geri duramamaktadır. Fakat mimlenmiştir bir kere. Sürekli takip edilmektedir artık. Geri durmaz. Rıfat Ilgaz ve Aziz Nesin’le birlikte Marko Paşa adlı bir gazete çıkarır. Mizah ağırlıklı bu gazete geleceğin Gırgır’larının Leman’larının babasıdır. Fakat bu gazetede çok ağır eleştiriler yazar. Sanat tarihimiz açısından bakıldığında satış anlamında da, içerik anlamında da çok önemli bir yayındır Marko Paşa. Baskılar o denli artmıştır ki, parasızlık, polis… Dergi kapatılır.

Hayatında memurluktan başka iş görmemiş ünlü yazar mecburen kamyonculuk yapmaya başlar.

1948’te yazdığı bir yazı yüzünden tutuklanır yine. Artık çaresi yoktur. Kaçacaktır. Dostları, arkadaşları, eşi, çocuğu… Eşi Aliye hanım için belki de çok sevdiği yeşil mürekkepli kalemiyle yazdığı o mektup. Hep en sevdiğimiz şarkılara türkülere söz olmuş dizeleri geliyor aklıma. İçi acıyor insanın.

Kocaman bir devletin, kimsesiz, yapayalnız, kaleminden başka bir şeyi olmayan aydınlık bir adamla bu denli çok uğraşması hayret vericidir. Biz neden hep böyle yaşıyoruz? Değerini bilmediğimiz o kadar çok yazar, şair ve sanatçının ölüleri arasındayız. Şişli’den Zincirlikuyu’ya kadar eller üzerinde taşınmıştır mesela Orhan Kemal’in cenazesi. Ama bir ekmek parası için hiç sevmediği halde onlarca film yazmıştır büyük yazar. Kemal Tahir ona keza; erotik hikayelerden tutun da aslından daha başarılı Mike Hammer romanlarına kadar bir çok şey yazmıştır. Ama nafile. Hepsi acılar çekerek, parasızlıklarla boğuşarak yaşamışlardır. Bu anlamda bugünün değer bilmezliği acı veriyor.

Sabahattin Ali’nin dostları, arkadaşları onun gidişinden on gün geçtikten sonra artık meraklanmaya başlamışlardır. Haber gelmemektedir. Bir sabah uyanıp gazetelere baktıklarındaysa ünlü yazarın kemikleri parça parça edilmiş, sadece içlerinde bir dolu beyaz telle birlikte saçlarının bozulmadığı görülen cesedeinin resmiyle karşılaşırlar. Kemikleri parça parça edilmiş, başı ezilmiştir. Bugünün deniz kıyısına roman yazmak için çekilen yazarlarını düşünüyor insan. Zulüm gördü diye yurt dışına kaçıp üstü örtülü reklamını yapanları…

Acıdır. Hep acı. Anlamak mı gerekir de bir türlü almaz mı insanın aklı, vicdanı bir türlü kabullenmez mi? Hep insanları için, ülkesi ve dili için yaşamış bir yazardır Sabahattin Ali. Küçücük öykülerinden bile (Hasanboğuldu, Gramafon Avrat) kocaman filmler çekilmiştir.

Belik her satırında yakalandığında ölüsü o buz gibi kalmış adamdan arta kalan sıcacık hikayeler, hayatlar vardır. Tüm halleriyle insanı konu almasa şunları der miydi hiç: “Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir. Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz?”

Bizler bugün sadece o devirlerin insanlarına pek de layık olmamış hikâyeciler olarak onun şu dizelerini anımsayıp, o idealizm duygusunu, o insan sevgisini, o memleket sevdasını düşünerek buruk gülümseyebiliyoruz. Eğer onu yeni kuşaklara okutabilsek, bu bile kârdır.

Bir gün kadrim bilinirse

İsmim ağza alınırsa

Yerim soran bulunursa

Benim meskenim, dağlardır dağlardır


Hele şu sözlerini duymak, yıllar sonra onun sadece eskimeyen bir yazar olduğunu değil bir çok değerin de nasıl bu kadar zaman içersinde belleklerimizden ve kalplerimizden silinip gittiğinin en güzel örneği değil mi?

“Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer. Bir gün Almanlar’ın pabucunu yalayan, ertesi gün İngilizler’e takla atan, daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik… Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük. Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmadık. Han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Milletin derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. Bu ne affedilmez suçmuş meğer!”

Evet üstat, meğer ne affedilmezmiş!

 
Toplam blog
: 4
: 1725
Kayıt tarihi
: 13.11.06
 
 

1977 - İstanbulBilgisayar programcısıdır. 1992'den beri yazıyor.1995: ilk şiiri yayınlandı.1999: Hay..