Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Ağustos '12

 
Kategori
Kitap
 

Bostancı Leylak Kokar Her Bahar

Bostancı Leylak Kokar Her Bahar
 

Aşkın nesi var ise ma’şuka fedadır
Mevlana
BOSTANCI LEYLAK KOKAR HER BAHAR
BİRİNCİ BÖLÜM
Erzincan-1900’ler
Derler ki, aşk gözlerde başlarmış. Ama Nazif, gözlerini hiç göremeden, bal renkli kuyuların derinliklerine hiç dalamadan aşık olmuştu Afife’ye. Askeri okuldan yaz tatili içinbabasının evine geldiğinde, üvey annesinin kardeşi olan bu güzel genç kıza vurulmuştu bir anda. Tam anlamıyla, ilk görüşte aşktı başına gelen. Afife, ablasını ziyaret amacıyla oradaydı ve yakışıklı askerin saklayamadığı ilgisi, onu, o yaşlardaki genç kızların, hülyalarla bezedikleri, anlaşılmazheyecan dalgalanmalarının yaşandığı dünyalara doğru engellenemez bir güçle sürüklerken, bir o kadar da utandırıyordu. Nazif ise en çok da, içinde belli belirsiz bir masumiyet barındıran bu çekingenliği seviyordu.
Hep yerde olan o iri gözleri süsleyen, elmacık kemiklerine kurşuni gölgeler bırakan uzun kirpikler, ince kıvrımları olan gül renkli dudaklarda dolaşan, yeniyetmelere özgü titreyişler, delikanlıyı geceleri uyutmaz, uykuya yenildiği kısa zamanlarda da, düşlerinde rahat bırakmaz olmuştu. İşi zordu Nazif’in doğrusu !Gün boyu, sevdiğinin bir gülüşü uğruna peşinde koşturup dururken, bir yandan da, evdekilere hiç bir şey belli etmemek için uğraşıyordu.
Nazif’in babası miralay Mırza bey, civarın en sayılan eşrafındandı. Atına atlayıp,
sokaklarda dolaştığında, her gelen geçen selam verir, karşılaştığı herkes, hatrını sormadan
geçmezdi. Bu, aslında biraz da korkuyla karışık bir saygıydı açıkcası. Çünkü Mırza
bey, sert görünüşü, her zaman çatık olan kaşları, davudi sesiyle, insanlarda ürkütücü bir
duyguya neden olsa da, özünde dürüst, cesur bir insandı. Kalbi de, görüntüsünden daha
yumuşaktı.
Karısı, bu heybetli adamı ilk gördüğünde, boyuna bosuna, sert hatlarla çevrelenmiş yüzüne hayran kalmış, evlilikle ilgili düşüncelerini süsleyen kişinin o olduğuna çok çabuk kararvermişti. Zekiye, Mırza beyin, Nazif’in annesinden ayrıldıktan beş sene sonra evlendiği ikinci karısıydı. Böyle yakışıklı, zengin, tanınmış birisiyle evli olmanın getireceği nimetlerin güzelliklerini aklından geçirerek daldığı düşlerden, uzun sürmeden,kocasının ona karşı ilgisizliğiyle, hakikatlere doğru incitici bir geçiş yapmak zorunda kalmıştı genç kadın.
Kızkardeşi kadar güzel olamamıştı hiç bir zaman. Afife’nin güzelliği dillerdeydi. Kumral saçlarını omuzuna döktüğünde, evdekiler onu hayranlıkla izler, emektar kalfa Pariyan, dört bir yanını, bakır tavada kızdırdığı üzerlik dumanlarıyla kokuturdu. Nazarları alıp götürürdü bu dumanlar. Çok çekinirdi kem gözlerden oldum olası! Biraz da kendi payıymış gibi görürdü bu güzelliği, öyle inanırdı. Ne de olsa, annelerinden çok emeği vardı üç kardeşin üzerinde de. Seneler boyunca, hepsine gözü gibi bakmış, koruyup gözetmiş, çerkez terbiyesi altında, bütün geleneklerini öğreterek, itinayla eğitmişti her üçünü de. Çocuklar da, en çok Pariyan’dan çekinir, bir emir gibi yerine getirirlerdi her sözünü. Sert yataklarda yatmayı, her zaman vücutlarını dik tutmayı, lokmalarını uzun uzun çiğnemeyi, hep ondan duymuşlardı. Pariyan’ın, iki kızkardeş için de, çeşitli güzellik reçeteleri mevcuttu her zaman. Saçlarının yumuşaklığını nasıl sağlayacaklarını, tenlerinin parlak görünmesini nasıl becereceklerini birer birer anlatmıştı.
Kızlar on bir, on iki yaşlarına geldiklerinde, artık her ikisinin de büyümeye başladıklarına kanaat getirerek, daha küçücük bir çocukken, ninesinden duyduğu ve senelerce hafızasının derinliklerinde, kendi bile farkında olmadan sakladığı bütün bilgiler, sanki yüzyıllardır zindanlarda hapsedilmiş bir insanın coşkusuyla, günışığına doğru koşuyor, uzun bir tünelin ucunda görünen aydınlığa, bir an önce ulaşmak istiyorlardı.
Pariyan bile şaşırıyordu kendine. Tüm bunları bildiğinden haberi yoktu çünkü. Ninesinin anlattığı her şey, artık teker teker geliyordu aklına. Öyle zeki bir kadındı ki, okuma yazma bilmemesine rağmen, hepsini en ince ayrıtılarına, gramına, damlasına kadar
hatırlayabilmeyi başarıyordu. Zaten, bir tek nineciği olmuştu hayatta. Ne anasını, ne babasını tanımış, on yaşına kadar ninesi büyütmüştü onu. Ne kadındı! Köyün en yaşlısı, en bilgesi. Herkes derdini ona danışır, dermanı onda arardı. Üstelik, bu yaşlı kadının da hepsine bulacak bir çaresi olur, kimseleri geri çevirmeye gönlü razı gelmezdi. Köyde, sabah güneşinin gölgesinin, pencerelerine vurduğu evleri, günün her saati dolar taşar, gelen giden eksik olmazdı hiç. Pariyan küçücük yaşında, yazları yayık ayranı, kışları kaynar koyun sütü taşırdı misafirlere gün boyu. Ninesi, ”tanrı misafiri” dediği bu insanlara, hizmette kusur edilmesini hiç istemez, zaman zaman sırf bu yüzden, çok sevdiği torununu bile azarlardı. Zavallı çocukcağızın doğmadan yazılmış kaderi buydu demek! Hep hizmet etmişti ömrü boyunca! Ninesi öldükten sonra ortada kalan küçük kız, tam da böyle birini arayan zengin bir hanıma, köy muhtarı tarfından götürüldüğünde, korkudan kalbi küt küt atıyordu. Bu korku, evdeki yaşlı babaannenin yumuşak bakışlarıyla buluştuğunda kaybolup gitti. Küçük kız o evi de, insanlarını da benimsedi kolaylıkla ve ömrü boyunca onlara sadık kaldı. Çoğu kere kendi hayatını unutup, beyefendi için, hanımı için yaşadı. Ama bu durum ona hiç bir zaman tuhafgörünmedi, olması gereken bir şeydi çünkü. Ona evlerini açan, sevgi veren insanlara karşı, kalbinde en büyük köşeyi kaplayan vefa duygusunu korudu daima. Kendinden bir iki yaş küçük olan evin kızıyla beraber büyüdüler. Yeri geldi arkadaşı oldu onun, yeri geldi ablalık yaptı. Evlendiğinde de, onunla beraber yeni evine taşınıp, oraya da çabucak bağlandı. Üstelik, buradaki itibarı da gayet yerindeydi. Ne de olsa, gelin hanımın en yakınıydı ve ona göre davranılıyordu genç kıza. Hiç bir zaman kendini besleme olarak hissetmedi. Kimse de, ona o gözle bakmadı zaten. En mutlu günlerini, Peyker hanımının çocuklarına bakarken yaşadı. Kendi çocuklarıymışcasına sevdi her üçünü de. Öyle ki, annelik duygusunu onlarla tatığından belki de, evlenmeye yanaşmadı. İsteyenleri olduğunda, daima kendisine fikri sorulur, o da reddederdi düşünmeden. Bu evdeki rahatı bulabilir miydi bakalım! Hem, bebelerinden ayrılamazdı ki! Çocuklar da, büyümelerine rağmen, Pariyan’ı her zaman aynı şekilde saydılar. Tek bir gün bile incinmedi hiç birinden.
Pariyan, küçük yaşından beri hapsettiği bilgilerden hiç habersiz, içgüdüsel olarak,
bunlardan özellikle birini yıllarca kendi kendine uygulamıştı uygulamasına ya, bunu yapmasının sebebini bile bilmiyordu.Yaşı epeyce ilerlemiş olmasına, yaşıtları kırış kırış bir yüzle dolaşmalarına rağmen, kendisinin hala pürüssüz olan cildinden konu açıldığında, kafkasların tenlerinin her daim böyle pür’ü pak olduğunu söyleyip övünse de, aslında, her akşam yediği meyvaların kabuklarını yüzünde gezdirmeyi, iki eli kanda olsa dahi ihmal etmemesinin, bu duruma sebebiyet verdiğinin farkında bile değildi. Bir nevi alışkanlıktı onun için. Belki de, çocukluğunda ninesinden görmüş ve kafasına kazınmıştı bu görüntüler. Evdeki bütün günlük işlerini tamamlayarak, bacakları sızım sızım sızladığından, o kadar merdiveni tırmanamadığı için, alt kata taşıttığı odasına çekilir, namazını kılıp, saatlerce dua ederdi. Dualarının ardından, çektiği tesbih de epey bir süre aldıktan sonra, kilerden çıkarıp, ova ova yıkadığı meyveleri, yavaş yavaş soyup yemeye başlardı. Bu davranışı,yıllarla beraber bir seremoniye dönüşmüştü adeta.Sırasıyla, namazı, duaları ve de tesbih çekmesinin bitiminde, meyveleri yiyerek, kabuklarını da yüzüne sürmesi. Hatta, ev halkı bile, bu durumu öylesine kabullenmişlerdi ki, içlerinden biri unutup da kalfayı soracak olsa, diğerleri derhal atılır, ” Pariyan kalfanın odasına çekilme vakti, bilmez misin! ” diyerek, uyarırlardı onu. İşte, yaşlı kadının tek yaptığı güzellik uğraşısı sadece bundan ibaretti. Ama zaman ilerleyip, büyüttüğü ve çok da sevdiği çocuklar artık genç kızlık çağına adım attıklarında, kalfanın bilgi
mahzeninin demir parmaklıklı ağır kapısı da açılmış oldu.
Kızlar soğukta dışarı çıkıp, elleri çatlamış bir halde eve döndüklerinde, Pariyan bu ellere bakıp çılgına dönerdi. Her ikisine de bir güzel çıkıştıktan sonra, doğruca mutfağa koşup, gliserin yağı, pudra ve limon suyuyla hemen bir merhem yapar, ”Bunu her gece sürün” diye tutuştururdu ellerine. Kış akşamüstleri, sobada kestaneleri közlerken, bir yandan da, yaz güneşinde kuruttuğu kayısıları, yağlı süte yatırıp, hazırladığı kremin yapılışını anlatırdı onlara. Hamam günleri, saçlarını, parlamaları için çam terebentinle durulatırdı her ikisine de. Sonra da, kalfanın, bahçedeki kokulu güllerin suyunu kendi elceğiziyle damıtıp, karanfil ve taze taze topladığı adaçayı yaprakları katıştırarak günlerce beklettiği özel losyonu sürünürdü kızlar. O misler gibi koku bir hafta kalırdı üzerlerinde. Pariyan onları durup durup koklar, içine çektiği bu keyifle, ” Benim misk-i amber kokulu güzellerim!” diye severdi ikisini de. Evi bir odadan bir odaya günlerce dolaşan o hafif rayiha, geceleri de, pencerelere sarınmış hanımellerinin buram buram havasına eşlik ederdi belli belirsiz.
Ve, tüm bunları en iyi yansıtan da Afife’ydi. Görenler, saklamayı beceremedikleri bir hayranlığın gölgesini yansıtırlardı gözlerine, genç kıza baktıkları vakit. Biçimli vücuduna bembeyaz ellerine, pembemsi ışıltılar saçan tenine, endamınabakıp bakıp da, iç geçirirlerdi. İşte bu yüzden de, daha on dördüne gelmeden, evleri görücülerle dolup taşmaya başlamıştı çoktan.
Ablası kıskanmazdı kardeşini, çok severdi tam tersine. Yaşça büyüklüğüne rağmen, henüz isteyeni olmamasına da aldırmazdı fazlaca. Kardeşinin güzelliğine ulaşamayacağının çoktan farkına varmış, kendindeki özelliklerin üzerine gitmeye çalışarak, başka bir yol çizmişti. Bunda en büyük pay da Pariyan kalfanındı. Genç kızla sıkçayaptığı sohbetlerde hep aynı öğüdü vermişti ona;
_Esge golisari agurini basdi dane fasduvar bayagura! ( Güzelliği uzaklarda değil, kendinde ara! )
Zekiye’nin sesi güzeldi. Şarkılar söylemeye, çerkez mızıkası çalmaya başlayıp, ev halkını, hanımlar arası toplantılarda ahbapları, eşi dostu eğlendirerek, mahallede ufak çaplı da olsa bir şöhret bile yakaladı zaman içinde. Sesinin avantajını tatlı dili ve güleryüzlülüğüyle birleştirmeyi becerince, epey sevilen biri olup çıktı. Kemerli büyük burnunu, dışarı fırlak gözlerini, kocaman ağzını, sıcakkanlılığıyla perdelemeyi başararak, herkesin kalbini kazanmayı bildi kolaylıkla ama en çok istediği kişinin, kocası Mırza beyin kalbi asla ona ait olmadı. Yakışıklı miralayını bağlayamadı bir türlü kendine. Ne yaptıysa, ne ettiyse nafileydi! O taptığı gözleri, tek bir kere bile kendine sevgiyle baktıramadı.
Sabahları tan ağarmadan kalkıp, beyinin gümüş eğerlerini parlattı saatlerce. Elleri çatladı, sızladı ama o aldırmadı. Bıkıp usanmadan devam etti seneler boyu. Zamanla bu iş, genç kadında bir alışkanlık halini aldı. Sanki Zekiye bunu yapmayı unutsa, dünya duracaktı. Sonraları tuhaf, tarif edemediği bir zevk aldığını farketti bu işten. Gümüşler parladıkça, onun aşkı da parlıyor, yenileniyordu. Sevdasını canlı tutmak için her defasında daha bir hevesle koyuldu çalışmaya ama onca yıl bir gün bile, Mırza bey ağzını açıp da tek laf etmedi. Farkında değil gibiydi hiç bir şeyin. Genç kadını en çok yaralayan da, işte bu umursamaz tavırdı. Şarkılar söylerken, kahkahalar atarken, bu duygu içten içe hep yüreğini sızlatıp durdu. Sevilmediğini bilenlere has o durgunluğu, göstermelik neşesinin,
gözden uzak köşelerinde gizledi. Bu yaşadıkları yorucuydu çoğu kez. Yine de, şikayet
etmezdi hiç. Kocasının yanıbaşında yaşamak, onun nefesiyle mutluluğu hissetmek her zaman yetiyordu genç kadına. Mırza beyineadamıştı kendini sadece. Her güneşin doğuşunda, onun için uyanır, gün boyu kocasını düşünür, onun istediği yemeği pişirtir, elbiselerini onun sevdiği renklerden seçer, oğlunu kendi oğlu bilirdi. Mırza beyin yüzündeki en ufak memnuniyet belirtisi, Zekiye’nin yüreğini çarptırırdı bin çeşit heyecanla. Ailedekiler,
”Gamsızdır Zekiye,” derlerdi,aralarında genç kadından söz ederken, ” bir şeye aldırmaz! ”Bu şekilde düşünülmesini kendisi istemiş, her zaman öyle davranmıştı. Kırgınlıklarını kimselere, en yakınlarına dahi belli etmedi hiç. Fazlaca güzel olmadığından, onun ne nazlanıp kapris yapmaya, ne küsüp darılmaya, ne de alınganlığa hakkı vardı. Nedense, bu tür garip bir inanca kapılmış ve bu düşüncelerle sınırlamıştı kendini. O her daim gülen, neşeli kahkahalar atan, eğlenceli bir kadındı. Öyle bir kimliği tercih etmiş, öyle davranmıştı. Kimi kez, kocasının ilgisizliği dayanılmaz acılar verince genç kadına, gücendiğini ne ona, ne evde çalışanlara belli etmez, feci bir baş ağrısını bahane ederek odasına çekilir, orada kendiyle başbaşa saatler, hatta koca bir gün geçirirdi. Bu Zekiye’ye çok iyi gelen bir çeşit terapi gibiydi.Yalnızlık anlarında, yatağının
yanındaki nefti kadife döşemeli, arkalıklı koltuğuna oturur, hiç kıpırdamadan uzun zaman kalırdı. Sessizliğin, gizli fısıltıları kulağına taşıyan sesini dinlemek zevk verirdi genç kadına. Her şeyi düşünürdü uzun uzun. Bu düşünceler onu sakinleştirir, huzura erdirirdi. Kocasının yüzü hep gözlerinin önünde olurdu o vakitlerde. O heybetli adamın, çocuksu gülümsemesini hayal eder, kendi yüzünde de, farkına varmadığı bir gülüş belirirdi. Günlük olayları aklından çıkarır, beyninde sadece Mırza beye karşı hissettiği aşkın barınmasına müsade ederdi. Bu aşkın vurcu duyguları, vücudunun her yerinde gezinirken o her şeyi unutur, kocasına olan kırgınlığı, yerini yeniden sevgisine bırakır, çekilip giderdi. Akşama doğru koltuğundan kalkar, tuvaletini tazeler, saçına tekrar şekil verip,
üzerindeki elbiseyi değiştirerek, aşağıya inerdi. Gözü pencerede kocasının yolunu beklerken, yüzünde hep bir tebessüm olurdu mutlaka.
Mırza bey anlardı karısının çırpınışlarını, farkederdi.Ama ne diyeceğini, nasıl davranacağını kestiremiyordu bir türlü. Bu karmaşadan kurtulmanın yolunu, hiç tepki göstermeyerek bulmuştu kendince. Oğlunun annesine duyduğu aşk bambaşkaydı lakin geçinememişlerdi. Sinir hastalığı vardı karısının. Yine de katlanırdı ya her şeye, o istememiş, terkedip gitmişti her ikisini de. Oğluyla yalnız günler geçirdiği uzun yıllardan sonra araya girenler olmuş, Zekiye hanımı istemişlerdi ona. İyi bir aileden geliyordu genç kadın, ev hanımlığına da diyecek yoktu. Oğluna annelik yapacağı şüphesizdi. Mırza bey kabul etmişti tüm bunlara aklı yatınca ama sevememişti karısını bir türlü.
Hayatı boyunca aşka meşke fazlaca rağbet etmemişti. Zaten, gönül işlerine vakti de olmamıştı Mırza beyin hiç. Gençliğinin çoğu senelerini askerlikle geçirmiş, yaşadığı zorlu zamanlar, kalbini de nasırlaştırmıştı.Tek bir kez aralamıştı yüreğinin kapılarını, o da
ilk karısı, oğlunun anasınaydı. Sevmişti Nimet’i, her bir derdine katlanacak kadar hem de! Ama karşılığında sevilmemişti ne yazık ki! Hiç bir zaman, arzuladığı değere ulaşamamıştı karısının kalbinde. Nimetin gözü, Mırza beyi görmemişti ki hiç. O hep kendiyle, hastalıkları ve kafasında hiç yoktan yarattığı kuruntularla meşgul olmuş, yatağından da, odasından da, evlilikleriboyunca, ancak parmakla sayılacak kadar az sürelerle çıkıp, kocasının yanına gelmişti. Buna da razıydı Mırza bey, tek karısı evinde kalsın, onun varlığını hissetsindi defakat olmamıştı.
Kaderin tuhaf bir cilvesiyle, aynı olayları, bir başka biçimde, ikinci karısıyla yaşamaktaydı şimdi. Allahı var, Zekiye’den bir günden bir güne ters bir söz işitmiş, bir kusurunu yakalamış değildi. Nazif’i, de kendi yavrusu gibi basmıştı bağrına. Hatta,
bazı zamanlar, Mırza bey oğluna kızdığında, hep o arka çıkmış, öz annesiymişcesine, çocuğu kollamıştı. Bunları inkar edemezdi, hakkını ödeyemezdi karısının. Üstelik, ondan
güleryüzünü de, şefkatini de esirgemediği gibi, ne bir şikayetini, ne de sızlanmasını duyurmamıştı. Yine de, Mrza beyin, kimi zamanlar karısının yüzündekituhaf manaya gözleri takılır, o kırıklığı farkettiğinde, kalbini bir ürperti sarardı. Kaç kez ona tatlı bir iki
söz etmeyi, saçını okşamayı geçirmişti içinden, lakin yapamamıştı. Tek becerebildiği, kadıncağıza karşı her zaman saygılı davranmaktı. İşte bu konuyu asla ihmal etmemiş, her daim itina göstermişti. Zekiye’ye tek bir gün dahi sesini yükseltmiş, onu incitmiş değildi. Bu yönden vicdanı rahattı ve bu rahatlıkla gönlü ferahlıyor, kendini vazifesini yapmış bir insan olarak görüyordu.
Mırza beyin, hayatta, oğlundan sonra en çok sevdiği şey, gözü gibi baktığı, doru atı Paşabey’di. Atının üstüne atladığında, dünyanın en mutlu insanı olur, her sorundan kaçıp uzaklaşır, kendini dağlara vurduğunda, bambaşka bir adam olup çıkardı tamamen. Zekiye’nin de kıymetlisiydi Paşabey. Nasıl olmasın ki, kocasının bu ata duyduğu
sevgiyi en iyi o biliyordu. Bazan ahıra gidip, doru atın tüylerini uzun uzun okşar, onun yerinde olabilmek, Mırza beyinin o müstesna sevgisine erişebilmek için yalvarırdı sessiz
mırıltılarla.
Afife çok farklıydı ablasından. Güzelliğinin verdiği şımarıklığın, belli etmediği, şatafatlı hareleri başının üzerinde dolaşırken, karakterinden gelen çocuksulukla birleşiyor, güzeller güzeli Afife’ye tatlı bir kibirlilik veriyordu. Evin en küçüğü, kız kardeşlerin en güzeli, ailenin en kıymetlisiydi o! Etrafındaki herkes, hatta her zaman kararlığından taviz vermeye yanaşmayan annesi bile, Afife söz konusu olduğunda, daha farklı davranmaya meyleder, kızıyla ilgili kararları hep daha yumuşak olurdu. Çok zeki bir kızdı. Kendine karşı duyulan bu zaafı, devamlı lehine kullanmayı bilmiş, her isteğini kolaylıkla elde etmeyi becermişti. Zekiye gibi, bir erkeğe kendini feda etmek, hiç de ona göre değildi. Ziyaretlerine gidip, yanlarında uzunca bir zaman kaldığında, bunu daha da yakından görerek, defalarca ablasıyla konuşup, uyarmıştı onu.
_Abla, çok taviz veriyorsun enişteme! Gerçi, pek sayarım onu lakin sen de ablamsın! Kendini ağırdan satsan ya bir parça!
Genç kadının kızkardeşine cevabı, her defasında hemen hemen aynıydı;
_Bakma sen Afife, belli etmez ya, Mırza beyim pek sever beni, bilirim ben!
_Böyle sevmek olur mu ki abla! İnsan hiç belli etmez mi sevdiğini, nasıl şeymiş o öyle!
Sonra, daha da tesirli olması için, pek sevdiği bir atasözünü söylerdi ablasına;
_Kanada varjuy uy ma varja! ( Sevme seni sevmeyeni! )
Zekiye ise gülümseyerek, hep aynı şeyleri tekrarlardı. İnanmak isterdi kendi de bunlara.
_Ah, Afife sen daha genceciksin! Sevdanın bin hali vardır ki, benzemez hiç birbirine! Vakit geçtikçe, sen de anlarsın.
_Onu bunu bilmem ben, erkek dediğin hanımını el üstünde tutmalı!
_Doğru dersin, lakin Mırza beyim de öyledir, kalbimi kırmadı ki tek gün. Yüreğini ferah tut sen, o kıymetimi bilir benim!
Genç kız bu laflar üzerine başka bir şey söylemez, için için acırdı ablasına. Fakat, Zekiye’nin duyguları her şeyin üstündeydi, kimseyi dinlemeye de niyeti yoktu, bu kız kardeşiolsa bile!
Nazif’in aşkı, okuluna döndükten sonra daha da şiddetlenmiş, kara sevda halini almıştı. Artık, Afife olmadan yaşamayı aklının ucundan bile geçirebilmesinin yoktu mümkünatı.
Onun, bazan umut verircesine dudak kenarıyla ufacık bir gülüşü, sonra yine o eski çekingenliğine bürünüşü, gözlerinin önünden bir an bile çekilmiyor, gecesini ve gündüzünü dolduran ve günden güne derinleşenbir rüya halini alıyordu. Okul
arkadaşları durumuna bir anlam veremedikleri gibi, suallerine de cevap alamamaktan
şikayetçiydiler bir hayli.
Evlilik çağına gelmiş kızların anneleri için, doğrusu kaçırılmayacak kısmetti Nazif. Pek
yakışıklı, efendi bir gençti. Askeriokulun da gözbebeğiydi aynı zamanda. Babasının serveti de, iştah kabartacak cinsten olunca, Mırza beye, civarın ileri gelen ailelerinden haber uçurulurdu sık sık. Ama oğlu okulu bitirene kadar, bu işlere hiç niyeti yoktu. Hele, Nazif olsundu da, şöyle çakı gibi bir asker, ondan sonra düşünürdü evliliği.
Afife’nin ailesi çok uzun seneler önce göç etmişlerdi Kafkasya’dan. Soyları, oraların on bir prens sülalesinden birine dayanıyordu ki, bunlara aldar denirdi. Kaleleri, tam altmış adet köyleri vardı topraklarında. Yanlarında çalışanlar, ırgatlar ve kölelerle çok büyük bir sülale oluşturmkataydılar. Dedesinin, ömrünün kalanını başka bir yerde geçirmek istemesinin altında, oradaki koşulların git gide daha da kötüleşmesi, çarlık yönetiminin, müslüman halk üzerindeki baskısını her geçen gün arttırması da vardı.Yaşlı adam, durumun ileride daha da kötüleşeceğini sezinlemişti geleceği görme öngörüsüyle ve bu zor kararı vermişti. Ne kadar haklı olduğunu kanıtlayacak tek şey ise, sadece zamandı.Ailesi kararını sorgulamadılar bile, o ne derse olmalıydı. Çerkez adetlerinde, atanın hiç bir isteği yerde bırakılmaz, hiç bir dediği es geçilmezdi çünkü. Sıkıntılı dönemler vardı önlerinde şimdi. Doğup büyüdükleri yerlere veda etmek, farklıbir hayata başlamak hiç kolay değildi ama başardılar tutunmayı, birbirlerine destek vererek.Yeni hayatlarına alışmaları, tahmin ettiklerinden de kolay oldu. Çünkü, dünya görüşü olarak da, yeniliklere açık insanlardı. Burası da ülkeleriydi onların. Maddi sorunları yoktu. Kafkasya’dan getirdikleri para, uzun zaman tüm aileyi geçindirecek, oradaki rahat yaşamlarını aynı şekilde sürdürmelerine yetecek miktardaydı. İkinci kuşak hayata atıldığında ise, artık her şey, hayatın olağanakışıyla beraber sürüp gitmeye başlamıştı çoktan.
Afife’nin babası Hulusi, kendileriyle aynı zamanda göç eden uzak akrabalardan birinin kızıyla, yirmisinde evlendi. Ailenin tek oğluydu ve çoluk çocuğa karışma vakti gelmişti artık. Babasının torun kucaklama arzusunu yerine getirmeli, soylarını sürdürmeliydi. Hulusi’nin karısı Peyker, henüz çocuk yaşta gelin olmasına rağmen, ailenin bütün yükünü omuzlayacak kadar güçlü bir kadındı. Ev işlerini üstüne almakla yetinmeyip, Kapaklıkaya’daki çiftliklerinin idaresi konusunda, kocasının bir numaralı yardımcısı olmuştu. Evliliklerinin ilk yıllarında, etliye sütlüye karışmamıştı fazlaca. Ne de olsa, yeni gelindi ya, bir müddet susup oturması lazım geliyordu. Bir oğlan, iki kız doğurunca peş peşe, biraz da, buna mecbur kaldı genç kadın. Ama her zaman, gözü kulağı işlerde, aklı fikri, çiftliğin yönetimindeydi.
Ne yapıp ne edip, olan biten her şeyi öğrenir, bu konular üzerinde kafa yorardı kendince uzun uzun. Senelerle birlikte, kayınpederi iyice yaşlanınca, bütün yükü kocası aldı
üzerine. Hulusi,yapıyordu gereken her şeyi yapmasına ama bu tür işler için
yaratılmamıştı o. Bazı akşamlar, eve, beti benzi atmış bir halde döner, işten güçten,
sorunlardan bıkıp usandığından dem vurur sık sık, hanımına dert yanardı. Kadıncağız kocasını desteklemek için, önce ona bazı konularda akıl vermeye yeltendi. Baktı ki,
fikirleri işe yarıyor, düşünceleri yerinde, kocasıyla beraber o da çiftlikte dolaşmaya,
işlere müdahale etmeye başladı. Önceleri, çalışanlar garipsedilerse de bu durumu, çabuk
alıştılar. Hatta, her işi hanıma sorar oldular bir süre sonra. Bu gelişmelerle çiftliği yönetmeye başlayan, herkesin, ”gelin hanım” diye çağırdığı genç kadın, yeri geldiğinde, at üstünde etraftadolaşarak işçileri kontrol edip, her meselenin halledilmesini sağlayacak
derecede, kocasından da, kayınpederinden de, daha fazla kabiliyete sahipti. Bütün hayatı
boyunca da, bu güçlülüğünü elinde tutarak, hem çoluk çocuğu, hem kocası, hem de çalışanlar üzerinde büyük bir hakimiyet kurmuştu. Çocukların yetiştirilmesi hususunu büyük ölçüde, çok güvendiği Pariyan’a bırakmış, kendi isteği doğrultusunda kadını yönlendirerek, onların eğitimlerini sağlamıştı. Ama asla kabullenemeyeceği, evlatlarında görmeye tahammül edemediği durumlarda da, müdahalede bulunup, otoritesini hissettirmişti her zaman. Çocukları, her nekadar buralarda geçerliliği olmasa bile, prens sülalesinden gelmekteydiler ve her ne olursa olsun, her zaman bunun ağırlığıyla davranmaları gerekirdi.
Anılarında, annelerini en sert tavrıyla yaşatacakları olaylardan biri, küçüklüklerinde başlarına gelmişti çocukların.Evlerinin önünde, köydeki diğer arkadaşlarıyla hep birlikte oyun oynuyorlardı. Anneleri oradan geçerken, kulak misafiri olduğunda konuşmalarına, Mehmet’in oğlanlardan birisine şöyle dediğini duydu;
_Biz beyaz ekmek yiyioruz evde biliyor musun, siyah ekmekten daha güzel !
Küçük oğlan, ağzı açık bakıyor, ” Yaaaaa! ” sözü çıkıyordu ağzından sadece. Darlık
zamanlarıydı. Henüz büyük şehirlerde hissedilmese de, Anadolu’da halk, sıkıntı içinde yaşıyor, çoğu yiyecek bulunmuyordu. Beyaz un hem pahalıydı, hem de çok nadir olurdu oralarda. Hemen hiç bir eve girmediğinden de, pek kıymetliydi. Tazeyken neyse ya,
soğuduktan sonra, içine saman da karıştığından, iyice sertleşip, diş kesmeyecek bir hale dönüşen, mısır tohumundan yapılmış bir çeşit ekmek bulunurdu sofralarda sadece. Peyker çok önceden, üç beş çuval un tedarik ederek, ambara koyduğundan, aile için şimdilik
herhangi bir mesele yok gibi görünüyordu ekmek konusunda. Övünmeyi hiç sevmeyen Peyker, oğlunun dediklerini duyunca, kan beynine sıçradı. Derhal Mehmet’i çağırdı
yanına ve öyle bir azarladı ki, neye uğradığını anlayamadı zavallıcık. Beş gün boyunca da, hiç birinin ne beyaz ne siyah ekmek yemelerine müsaade etmedi. Onun çocukları asla kibirli olmamalı, kimseye karşı büyüklenmemeliydiler. Bu anı, hepsinde öylesine iz bırakacaktı ki yıllar içinde, ellerine her ekmek alışlarında, bir parça burukluk eşliğinde hatırlayacaklardı.
Çocukların üçü de, annelerinden çok Pariyan’la vakit geçirip, onun sıcaklığıyla büyüdüklerinden, daha ileriki yaşlarında bile, tüm sırlarını onunla paylaşmışlar, tüm sorunlarını onunla çözmeye alışmışlardı. Ne de olsa, kalfa hepsine karşı yumuşak davranır, hatta şımartırdı bile. Anneleri ise, çocuklar için babalarından daha fazla çekindikleri, baskın bir karakterdi. Bu güçlü kadın, evlatlarının, büyüdükçe, kendisine hiç benzemediklerini farkederek, hayal kırıklığına uğruyordu. Büyük kızı vurdumduymaz, oğlu, babası gibi naif, Afife ise, daha da farklıydı kardeşlerinden ama o da almamıştı annesinin hiç bir huyunu. Çocuksu, şımarık bir hali vardı. Onları belli bir disiplin içinde yetiştirmesine rağmen, niye böyle olduklarına bir anlam veremeyen kadıncağızı, çocuklarının, onun gücünün bir parçasına dahi sahip olamamaları korkutuyor, hayatın bin türlü zorluğuyla baş edip edemeyecekleri endişesi, her an kafasını kurcalıyordu.
Nitekim, Zekiye annesinin bu endişelerinin bir anlamda doğruluğunu kanıtlamıştı daha şimdiden. Kocasının sevgisi öylesine işlemişti ki benliğine, tüm hayatını etkisi altına almıştı. Başkaca hiç bir şey umurunda değildi. Kendini unutup, Mırza bey için yaşamaya
başladığının, kendisi bile farkına varamıyordu. O kadar olağan geliyordu ki bu durum ona. Sanki, dünya kurulalı beri bütün kadınlar, kocalarına her türlü fedakarlığı göstermiş, sevgi bulamasalar da, daima beklemişlerdi. Oysa ki, en yakın örnek ana babasıydı. Hulusi karısına sevgi göstermese, saygı duymasa, Peyker aynı şekilde bir tavrı benimsemezdi asla. Kızı bunu bilirdi bilmesine ya, görmezden geliyordu. Mutluluğu böyle bulmuştu o! Her ne pahasına olursa olsun, kocasının yanında geçirecekti tüm ömrünü, kararını vermişti çoktan.
Ailenin tek oğluolan Mehmet’in aklı edebiyatta, şiirdeydi. Okuyanların, hayranlıklarını gizleyemedikleri dizeler yazar, hassasiyetini, inceliğini bu şekilde dışarı vurmayı tercih ederdi. Küçüklüğünden beri, hep kadınların hakim olduğu bir evde büyümüştü delikanlı. Sessiz sakin bir adam olan babası, daha çok, odasına çekilip, yazar, çizer, bol bol kitap okurdu gün boyu. Annesiyse, otoriterliğiyle, takındığı keskin tavırla, oldum olası ürkütmüştü Mehmeti. Onları büyüten Pariyan kalfaya gelince, o da başka bir alemdi. Anneleri gibi sertlikle değil ama tatlı diliyle ne yapar eder, her dediğini kabul ettirirdi çocuklara. Kızkardeşleri de, mizaç olarak farklılıklarına rağmen, birer kadındılar sonuçta. Daha küçük yaşlarından itibaren, delikanlı, onların da ağırlıklarını koyacak yapıda olduklarını anlamıştı.
Nitekim Afife, güzelliğinin ve çok sevilmesinin nimetlerinden yararlanmayı başararak, ön plana çıkarmayı bilmişti kendini. Mehmet, en yakın Zekiye ablasını bulurdu kendine. Ailenin diğer kadınlarına has özelliklere pek sahip değildi o. Şen şakrak, neşeli biriydi sadece. Genç kadının içindeki, güçlü kabul edilme arzusunu, o yaşında anlayabilmesi imkansızdı Mehmetin. Gerçi, büyüdüğü zaman da farkedemeyecekti bunu. Kimseler anlayamazdı kikolay kolay!Zekiye sandıklarda saklamayı bilmişti bu duygusunu her zaman.
Evde çalışan kadınlar bile, kendi bölgelerinde hakimiyet kurmuşlardı. Mutfaktaki
Nuriye kadın, yanında yöresinde kimseleri görmek istemez, kazara biri gelip de, işine
karışacak olsa, ” Çıkın hadi buradan, şu garametli kafamı karıştırmayın!”diyerek,
kıyametleri koparırdı. Canı bir şey isteyip, ya da şöyle bir göz atmak için mutfağa
uğrayamaya yeltenenin vay haline!Elinde kocaman bir kepçeyle, yuvasını koruyan bir arslan misali kükreyen Nuriye kadını görür görmez, can havliyle kendilerini zar zor atarlardı dışarıya. Bu durum, bir tek beyle hanım için geçerli değildi. Onlar da, zaten pek uğramazlardı mutfağa. Bir de, herkesin sevgilisi güzel Afife, bu istisnadan yararlanabilirdi. Bu da, en çok gençlerin işine yarardı. Arada bir canları reçel çekip de, akıllarına, mutfağın raflarında sıra sıra duran rengarenk reçel kavanozları düştüğünde, Zekiye’yle Mehmet, doğru Afife’nin yanında alırlardı soluğu. Kızı ikna edip, doğruca mutfağa yollayan iki kardeş, geriden olan biteni izlemek için, kendilerine en uygun yeri seçme telaşınadüşerlerdi sonra. Afife en tatlı haliyle, Nuriye kadının yanına gider, önce bir hal hatır sormakla başlardı işe;
_Nuriye teyzem, halin keyfin nasıl?
Yaşlı kadın, pek sevdiği kızcağızı karşısında görünce sevinir, şakır şakır başlardı konuşmaya;
_Tatlı diline kurban olam kızım!Senden gayrı sual edenim yoktur.
_Aaa, olur mu teyzem, hepimiz seni sevmez miyiz!
_Eksik olmayasın melek kızım.
Kadıncağız böyle dedikten sonra, hazır kendini bir dinleyen bulmuşken, hastalıklarını bir bir sayıp dökmeye başlardı;
_Ah yavrum, şu belim nasıl sancıyor bir bilsen!Kopasıca ayaklarım benim değiller sankim, geceleri duramıyorum sancısından.
Kadıncağızın sızlanmalarını, Afife ses çıkarmadan dinlerken, kapının dışından olanları seyredenkardeşleri sabırsızlanmaya başlarlardı. Bunu farkeden genç kız, yaşlı kadına içtenlikle sarılır, ” Eski topraksın sen teyzem, bir şeycikler olmaz!” dedikten sonra, ”Nuriye teyzem, canım bir reçel çekti ki!” diye, kavanozlara imrenerek göz gezdirmeye başlardı. Nuriye kadın, genç kızın bakışlarına dayanamaz, bir taraftan ocağın başında, yeni kalaylanmış bakır tenceredeki yemekleri karıştırırken, Afife’ye, büyük bir lütufta
bulunuyormuşcasına bir vakarla, müsaade ederdi.
_Bari, al acık da, tadına bak!Madem canın çekti!
Afife, ”Sağ ol teyzem.” der demez, hemen rafa atılır, eline geçen kavanozu kucakladığı gibi koşarak kaçardı mutfaktan. Artık, kısmetlerine ne düşerse!Kah, yakut tanesi gibi parlayan vişneler, kah, zümrütler kadar gözalıcı incirler, ya da, hafif acımsı bir turunç!
Üç kardeş kavanozun başına çöker, kaşıklarlardı reçeli. Nuriye kadının kulakları, bu reçel ziyafeti sırasında sık sık çınlar, ”Hayrolsun, hayrolsun!” diye, habire yanan kulaklarını tutardı.
Evde, Mehmet’in başındaki kadınlar bu kadarla kalsa yine iyi! Nuriye kadından daha
dırdırcısı da yaşıyordu içlerinde, ortalık işlerine baksın diye eve alınan Düriye. Yaşı küçüktü ama maşallah, bir çene vardı ki kızda, durmak nedir, susmak nasıldır, bilmezdi.
Etrafında kimseyi bulamazsa, kendi kendine söylenir, bu evin işinden yorulduğunu, bıkıp usandığını belli ederdi her haliyle. Ara sıra, kızlar onu yardım için odalarına çağırdıklarında, canı istemezse, bir adım bile atmaz, ”Ben geleyim de, onca işi kimler yapsın!” derdi. Kimi kez de, Pariyan kalfa ayaklarını ovmasını istediğinde, burnunu şöyle bir kıvırarak, yapıştırırdı lafı;
_Aman kalfa, bundan kelli ne fayda, kocamışsın gayrı!
Bu konuşmaları yüzünden, kızdan hiç mi hiç hazzetmezdi Pariyan. Her fırsatta onu kötülemek için bahane arar, ondan bahsedilirse, yaka silkerek, ”Amanın,” derdi, ”Düriye
mi, yarabbim düşmanıma nasip eylemesin onun gibisini! Bahtı açıkmış da, kendine böylesi kapı bulmuş! Yoksa billahi, kimseler koymaz onu evine!”
İşte Mehmet, tüm bu çeşit çeşit kadın karakterleriyle birlikte geçirirken çocukluğunu,
kendine örnek, bir babasını görmüş ve onun dinginliğini, suya sabuna dokunmayan sakin halini benimsemişti. Anneleri, iki kızından daha çok da, oğlunu düşünüp dertlenirdi kendi kendine. Onlar kızlardı sonuçta ama bir erkeğin, hele de, tek oğlunun bu kadar duygulu olması hiç de iyi bir şey değildi ona göre. Erkek, güçlü, otoriter olmalı, sözünüherkese geçirebilmeliydi.Fakat oğlu böyle değildi ne yazık! Onun da yapabileceği hiç bir şey yoktu. Çocukluğundan itibaren onu istediği gibi yetiştirmek adına elinden geleni yapmış, Pariyan’la, kızlarından çok Mehmet için kafa kafaya verip çözümlerbulmaya çalışmasına rağmen, demek ki, muaffak olamamıştı. Sık sık, kalfaya bu konuyla ilgili “ Nanay karkanson ahassan! ( Yumuşak huyluya herkes yüklenir! ) ” diyerek dert yandığında, yaşlı kadın hanımına hak verdiğini belli ederdi başını sallayarak.
Mehmet’ i her gören çok sever, ona hayran kalır, nezaketi, kibarlığı, hali tavrı, tanıyanların her zaman takdirini kazanırdı. Otururken içeri bir çocuk bile girse, nazikliği dillerde olan bu delikanlı, derhal ayağa kalkar, saygısını gösterirdi. Bu tür davranışlarıyla da, saygı görürdü gittiği her yerde. Nezaketi öyle nam salmıştı ki etrafta, bir halk ozanı, onu tanıdıktan sonra, kişiliğini öven ve yıllarca söylenen bir methiye bile dillendirmişti.
Epeyce şüpheci bir karaktere sahip olması, delikanlının tek kötü huyuydu. Hatta, bu,
zaman zaman öyle ileri boyutlara giderdi ki, aileden birinin bile, herhangi bir davranışından şüpheye kapılır, kuruntularla boğuşurdu günlerce. Bunun o dönemde fazlaca üstünde durulmasa, pek önemsenmese bile, gün gelecek delikanlının zararsız gibi görünen bu mizacı, ona çok büyük bir hata yaptıracak, hayatını tamamıyla değiştirece, ömrünün sonuna kadar devam eden, yağmur öncesi başlayan romatizma sızıları gibi, vicdani sızılara yol açacaktı.
Herkes tarafından bu kadar beğenilen, çoluk çocuğa, gençlere örnek gösterilen böyle bir delikanlı, üstüne üstlük, bir de yakışıklıysa, ona sevdalanmayacak kaç genç kız olabilir! Mehmet’in de, pek çok hayranı vardı tabii ki. Ela gözlü, kumral, uzun boylu genç adamın hülyalıbakışlarıyla karşılaşabilmek uğruna çok şey feda edebilecek, civarın en güzel kızları, onun kasabaya indiği günleri dört gözle bekler, camların ardından, bahçe duvarlarının arkasından, aşık yüreklere has iç çekişlerle, delikanlının geçişini gözlerlerdi. Ona olan duyguları, bir düğünde, delikanlının yaptığı rog kaft (bir çeşit çerkez dansı ) ile doruk noktasına ulaşmıştı. Dans esnasında, çevik bedenini zerafetle kullanışına, alnına hafifçe değen perçemine, dudaklarına yerleştirdiği mahçup tebessüme hayran kalanlar, bu manzarayı kaçıranlara, olanları ballandıra ballandıra anlattıklarında, görmeyenler de, görenlerle aynı beğeniyi paylaşmışlardı.
Hepsinin, gençliğin avare kıpırtılarıyla çarpıp duran kalpleri, günlerce o ela gözlerin hayaliyle avunurdu. Bu kalplerden biri de, civarın zenginlerinden Hasan ağanın, oraların en büyük konağının cumbalarından, kendisini farkettirmeden, taptığı adamı görmeye uğraşan kızı Muhlise’ydi. Her defasında, diğer kızların, ya oyalı tülbentlerinin bir ucunu camda görür, veyahut uzun eteklerinin hışırtısını bir bahçenin derininden duyar, yüreği
kıskançlıkla daralırdı. Oysa, en güçlü aşk sadece onun kalbinde var olmuştu! Onun dışında kim, canını bile verebilirdi ki bu aşk uğruna, bir tek o! Başkasına yar olmayacağına dair kaç kez yeminler etmişti kendi kendine. Sevdiğine yazılmamışsa, kimselerle evlenmeyecek, aşkı kalbinde, evinde yaşlanacaktı. Peki, diğerleri onun gibi miydiler! Genç kız kadar seviyorlarmıydı sanki Mehmeti ! Hayır, sadece Muhlise, her fedakarlığı göze almıştı sevdası uğruna!
Bazı günler, komşu kızlarıyla biraraya geldikleri sohbetlerinin en çok konuşulan konusu, elbette ki, Mehmet’di. Genç adamın yakışıklılığı, bakışlarının güzelliği, gülüşünün asaleti, kızların arasında saatlerce söylenir, onun adı bile, hepsinin gözlerini bir andaparlatıverirdi. Yalnız Muhlise sessiz kalır, ilgisiz görünmeye çalışır, sevdasını belli etmekten çekinirdi. Ona ait kalmalıydı aşkı! Sadece kendisi damarlarına çekmeli, yalnız o bilmeliydi.
Muhlise güzel miydi, değil miydi, bunu söyleyebilmek zordu. Söylenebilecek en belirgin şey, belki de. yüzündeki dupduru ifadeydi. Saydammış gibi görünen cildi, tüm duygularının içinde toplandığı koyu gözleri, hiç değiştirmediği vakur duruşu, güzellikten daha çok, büyük bir etkileyiciliği yansıtıyordu. Mehmet’i ne zaman sevmiş olduğunu kendi kendine sorardı çoğu zaman. Konağın bahçesindeki gözlerden uzak kameriyeye
oturur, eline nakışını alır ama saatler geçtiğinde, bir iğne bile batırmadığını farkederdi işlediği masa örtüsüne. Onca geçen saat boyunca tek yaptığı, sevdiğine duyduğu aşkı hatırlamak, bunun ne zaman başladığını düşünerek, o ilk heyecanın zevkine varmaktı. Fakat bu sorusunun cevabını da hiç bir zaman bulamıyordu. Sanki, doğduğu günden beri
sevdası kazılıydı yüreğinde. Sanki, burnu gibi, kolları gibi vücudunun bir parçasıydı. Sanki kişiliğinin oluşması gibi, sevgisi de gün be gün büyümüş, bünyesinin güçlendiği ölçüde o da güçlenmişti. İçindekikoskoca aşk duygusuyla omuz omuza geçirmişti bunca yılı. Artık, Mehmet’in aşkından çok, bu duyguya bağlanmıştı belki de. Bu yüceduygu onu sarıp sarmalamış, kalbindeki karların üzerinde hiç sönmeyen ateşler yakmayı başarmıştı. Ela gözlü genç adamdan çok, onun yarattığı aşkın alevli duygusuydu Muhlise’yi bu denli etkileyen. Sebepsiz ağlamalarının, dalgınlığının, gülüşündeki hüznün tek nedeni, dermanını bulamadığı bu duyguydu. Çaresini arıyordu genç kız. Zihninde eviriyor, çeviriyor fakat nafile yere yoruyordu kendisini. Tek çare Mehmet’in sevgisiydi. İşte o zaman, yeryüzü değişecek, etraf değişecek, her şey başkalaşacaktı. İşte o zaman, ebediyete dek mutlu kalacaktı Muhlise.
Mehmet’in bu sevdadan haberi yoktu ama her zaman böyle sevilmenin hasretini çekmiş
kendini anlayacak, hassas ruhlu bir kadının hayali süslemişti evlilikle ilgili düşüncelerini.
Muhlise bunu bilseydi, gururunun kırılması pahasına hislerini açıklardı mutlaka. Çünkü bu dünyada, Mehmet’i kendisinden daha fazla kimsenin sevemeyeceğine gönülden inanıyordu. Fakat böyle yakışıklı, kasabanın tüm kızlarının ölüp bittiği birinin, bu tür
hayallere kapılabileceği, aklına bile gelmezdi. Çünkü o kimi isterse hemen alabilirdi. En güzellere, en iyilere, en zenginlere layıktı. Hal böyleyken de, kendi şansı ne kadardı acaba! Bu düşünceler beynine üşüşünce, karamsarlığın karartıcı havası gelir çöreklenirdi üzerine. Tonlarca yükün ağırlığını hissedercesine bir yorgunluğa kapılırdı. Muhlise’nin bilmediği ise, şansın bazan kendiliğinden geldiğiydi! Hiç çağrılmadan, davetsiz, öyle bir sürprizle!
Afife, sevda çekenlerin dertlerini hiç anlayamazdı. Hatta, bunlar eğlenceli birer hikayeydi onun için. Sağda solda, güzelliğine vurulanlardan sıkça bahsedildiğini duydukça kendi kendine güler, sonra da, unutur giderdi. Uzun boylu meşgul etmezdi zihnini bu hikayeler. O sadece mutlu, zengin ve rahat bir hayat isterdi. Kendisine tapan bir koca, bol bol şımartılmak. Hem Mehmet’in, hem de Afife’nin kaderleri, bu anlamda
birbirine benziyordu. İki kardeşin de düşlediği kişiler çok yakınlarındaydı. Onlara kalan, sadece uzatıp ellerini, diğer elleri yakalamaktı.
Nazif’in açıkca belli ettiği ilgisi kıpırtılar oluşturmuştu genç kızın kalbinde ilk kez. Beğenilmeye çok alışkın olduğu halde, genç bir erkekle, bu kadar yakınlaşmak, değişik hisler yaşatıyordu genç kıza.Nazif’in kendisine sevdalandığını anlıyordu. Gözlerinden,
bakışlarından çok belliydi bu. Sanki aşk, delikanlının üzerinden, bir şelaleden boşalan başıboş sular misali akıyordu. Afife de beğeniyordu içten içe Nazif’i. Bir erkekten ilk defa böyle hoşlanıyordu hayatında ama çok büyük bir utangaçlık yaşıyordu onu her görüşünde. Elleri buz kesiyor, yüreğini ateşler basıyordu. Sonra hemen, Pariyan’nın sözleri geliyordu aklına. ” Genç kızlar ağır olurlar, kaldırmazlar gözlerini yerden! Maazallah, dedikodular çıkar!” İşte bunları düşününce, hemen uzaklaştırıyordu kendini duygularından.
O öğleden sonra, belki de, hayatındaki en önemli anı yaşayacağını, kapıya gelen
çerçinin sesini duyduğunda, bilmesi imkansızdı Muhlise’nin. Ve bu, öyle bir hatıraydı ki, en üzgün, en acılı zamanlarında, hatırladığında, tüm benliğini, bir iki saniyelik, hiç
unutamadığı o ürperti saracaktı. Ev işlerine bakan Ayşe’yle birlikte, bahçe kapısına çıkmıştı. Çerçi, bu civarın en zengin konağından kazanmayı umduğuparaların
hayaliyle, mallarını ortaya dökmüş, satabilmek için bin türlü dil döküyordu. Ayşe ayakta
beklerken, genç kız da bir şeyler seçiyor, bakınıyordu. Birden, kaldırımdan gelmekte olan birisi çekti dikkatini. Oydu, sevdiği adam ona doğru yaklaşıyordu! Mehmet’i farkettiğinde, her şey siliniverdigözünden. Titremesine engel olmak için, bacaklarınıiyice birbirine yapıştırdı. Avuçlarının terini, belli belirsiz, elbisesinin eteklerine siliverdi.
Boğazının kuruluğunu yutkunarak gidermeye çalıştı ve sadece bekledi. Nihayet, yalnız
düşlerinde dokunabildiği o yüz yanıbaşındaydı. Ağır ağır geçip gidiyordu, gökyüzünden,
sessizce kayan yıldızlar gibi! Muhlise bir heykel kadar hareketsizdi. O anlarda her şey durmuş, hayat sadece ela gözlerde devam etmekteydi. Sonra, Mehmet uzaklaşınca, her şey eski haline döndü tekrar. Çerçinin sesi kulaklarındaydı hala. Eve dönerken,ayaklarının altı pamuklu yığınlarla doluymuşcasına bir hisle yürümekteydi. Yerlere değil de, yumuşacık pamuklara basıyormuşcasına. Yüzünde bir gülümseyiş, yanaklarında
belirgin bir kızıllıkla dolaşıp durdu ortalarda gün boyu. Bu tuhaf hali dikkatini çekenlerin sorularına karşılık olarak aldıkları yegane şey, sadece mutluluk yüklü iç çekişler oldu.
Mehmet kendinde bir farklılık hissediyordu ama tam da bilemiyordu bunun nedenini. Yoldan geçerken, çerçinin yanında, genç bir kızla karşılaşmış, yüzünü göremese de, hafif
hafif esen rüzgarın getirdiği o iç gıcıklayıcı kokusu içine işlemiş, başını döndürmüştü. Oradan, hiç ayrılmak istememiş, yine de, hareketinin yanlış anlaşılabileceği endişesiyle, uzaklaşmak zorunda kalmıştı. Lakin, şu genç hanımın, çiçeklerle adetarakseden ve delikanlının aklından bir türlü çıkaramadığı kokusu, nereye giderse, gelip buluyordu genç adamı. Başında dönüp dolaşıyor, yanından bir türlü ayrılmıyor, hiç mi hiç yalnız bırakmıyordu. Çiftliğin ardındaki tepelere çıkıp, sigarasını tüttürürken, geceleri koyu siyah gölgelerle bezenen göz kamaştırıcı gökyüzüne bakarken, evlerinin arkasındaki çiçek tarhlarının arasında gezinirken yanıbaşındaydı daima.
Mehmet bu sihirli kokunun sahibini pek merak etmeye başlamıştı. Onu Hasan ağanın
konağının önünde gördüğünü hatırladığında, kızı olduğunu tahmin etti ve o günden sonra,
konağın önünden her geçişinde bakışları hep konağın kızıyla buluşmayı arayıp durdu. Delikanlının bu isteği ancak bir kaç hafta sonra gerçekleşecek, o gün iki hassas kalbin biraraya gelişi, kumruların eşliğinde kutlanacaktı.
Nazif sevdiğine kavuşamadan, hiç bir şeyi yoluna koyamayacağına inandırmıştı
kendini. Ne okulunda başarıyı yakalayabilecek, ne mutlu olabilecek, ne de, hayatı güzel geçecekti. Nazif’in yaşamı muzzam bir köşktü veköşkün anahtarı da Afife’deydi. Eğer,
bu anahtarı birlikte kullanıp, kapıyı açabilirlerse, bütün mükemmellikler onlara sunulacaktı. Genç adam öylesine inanmıştı ki buna, gözü ne derslerini, ne okulunu
görüyordu. Sanki, o öğretmenlerinin gözdesi olan talebe gitmiş, yerine bambaşka birisi
gelmişti. Delikanlı, yüreğini sıkıştıran, onu bunaltan bu meseleyi çözemeden huzura eremeyeceğin anladığında, bir iki gün izin alıp evine, Afife’sini görmeye koştu.
Zekiye’yle, kardeşi ahbap ziyaretinden döndüklerinde, Nazif geleliiki saat olmuştu. Zekiye gerçek oğlunu görmüşcesine büyük bir sevinç içindeydi. Telaşla yemek
hazırlıklarıyla ilgileniyor, bir taraftan da, Nazif’e derslerini soruyor, havadisler veriyordu. Afife ise, ne yapacağını bilemeden dolaşıp duruyordu ortalıkta. Hiç ummadığı bir anda, delikanlıyı karşısında görünce, ona olan özleminin ne kadar fazla olduğunu farkederek, şaşkınlığa uğramıştı. Bu özlemi birden farketmek, değişik hisler yaşatmaya başladı genç kıza. Önce bir telaş, hemen ardından tatlı bir mutluluk hissi, en son heybetlice bir huzur! Karmakarışık tüm bu duygular, birer birer gelip gidiyordu Afife’nin başından. Kalbinden resmi geçit yaparak geçiyorlardı. Geçerlerken de, her şeyi değiştirip, başkalaştırıyorlardı.
Fakat yaşamış olduğu bu duygu patlamalarını yüzünden anlayabilmek mümkün değildi. Hiç bir şey yansımıyorduiçinden dışarıya. Nazif’e karşı tutumu ise, yine aynıydı. Genç adam bir umutla gelmişti eve. Afife’yi görecek, aşkını itiraf edecekti ama kızın uzaklığı karşısında birden ümitleri kırılıverdi. Eskisi gibi davranışlara maruz kalınca tüm hayalleri tuzla buz oldu. Düş kırıklığının derin çukurlarına düşerek, hiç uyumadan geçirdi geceyi. Sabaha kadar düşündü. Ne yapabileceğini hesapladı, kararlar verdi ve sabah güneşi daha doğmadan, o bundan sonraki hayatının güneşini yakalamaya and içmişti kendi kendine.
Sabah kahvaltısı bitince, babasının dışarı çıkmasını, Afife’nin odasına çekilmesinibekledikten sonra, doğruca Zekiye’nin yanına koştu. Derdinin çaresini bulsabulsa, bu mubarek kadın bulabilirdi. Yıllarca ona annelik yapmış, gerçek annesini aratmamışdı. O evde onu anlayacak biri varsa, Zekiye’den başkası olamazdı. Nazif annesini bahçede sabah kahvesini içerken yakaladı. Hemen, yanındaki sandalyeye oturup, girdi konuya vakit kaybetmeden;
_Valide hanım, bir derdim var benim.
Zekiye, delikanlının halini görünce telaşa kapılıp, üzülmüştü, sordu hemen;
_Neyin var oğlum, hasta mısın yoksa?
_Yok yok. Afiyetteyim hamdolsun, derdim başka.
_Nen var oğlum, söylesene, telaşlandırma beni !
_Ben sevdalandım valide hanım! Lakin, bildiğiniz gibi değil !
Annesi rahat bir nefes aldıktan sonra gülümseyerek baktıNazif’e;
_Ah oğlum, ben de mühim bir şey zannettim de, pek üzüldüm. Gençlikte olur bunlar
evladım!
_Öyle değil valide hanım. Bu ciddi bir mesele. Ben Afife hanımla izdivacı düşünüyorum
müsaadeniz olursa.
Zekiye şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemeden sustu bir zaman. Nasıl da anlayamamıştı
bunu. Nazif’le, Afife’yi yan yana, gözünün önüne getirince, birbirlerine ne çok yakışacaklarını düşündü. Bundan daha uygun bir çift olamazdı herhalde. Genç kadının mutluluğunun bir nedeni de, bu evliliğin Mırza beyle kendisini yakınlaştıracağına olan inancıydı. Nazif heyecan içinde, Zekiye’nin ağzından dökülecek kelimeleri bekliyordu.Yağmura hasret topraklar gibi kurumuş dudaklarının ihtiyacı vardı bir kaç umutlu söze. Üvey annesinin gözlerine dikmiş bakışlarını, duymak istediklerini orada arıyordu am o gözler, sevdiğininkilere benzemiyorlardı. Bal renkli dalgalar savrulmadı Nazif’in yüreğine.
Kadıncağız öylesine iyi anlıyordu ki genç adamı. Aynı dert onun acılı kalbini de vuruyor, başka ne varsa kendinin dışında, hepsini söküp atıyor, sadece aşkı yerleştiriyordu. ”Meraklanma,” dedi Zekiye, ” beybabanla konuşurum ben, hal yolu buluruz evvelallah! ” Nazif’in dimağı, üzerlerine su serpilen çiçeklerin ferahlığı misali bir rahatlamaya bürünmüştü bu cümleyle. Fakat, mecnular gibi sevdiğinin, Afife’sinin ne hissettiğini, nasıl düşündüğünü bir türlü anlayamamanın huzursuzluğu kemiriyordu benliğini bir taraftan da. Çok belirginbir tereddütle sordu;
_Acaba Afife hanımın fikri nedir?
_Yoklarım ben ağzını oğlum, tasa etme dedim a!
Nazif emindi, annesinin elinden geleni yapacağına. Bu güven içinde dışarıya çıktı. Şimdi Afife’yle karşılaşmak istemiyordu. Hele bir konuşsun ablası, hele bir işler konsun yoluna, o vakit beraberce geçirecek çok saatleri olurdu elbet. Ah, bir razı gelseydi onunlaevlenmeye. Tüm kainatı getirip, ayakları dibine bırakırdı Afife’sinin. Ömrü hayatını adardı uğruna.
Zekiye’nin, Nazifin, kızkardeşi için en iyi koca olacağından hiç şüphesi yoktu. İkisini de çok yakınen tanıyordu. Bu dünyada, Afife’yi, oğlundan daha mesut edebilecek başka hiç kimse yoktu. Tek şaştığı, o güne kadar nasıl olup da, kendisinin bu evliliği düşünüp, gerçeğe dönüştürememiş olmasıydı. Zihni hep Mırza beyiyle meşgul bulunduğundan,etrafında olan bitenlere çok uzak gözlerle bakmıştı her zaman. Şimdi bu evlilik gerçekleştiğinde, Mırza beyle aralarındaki bağ güçlenecekti. Zaten, evliliğin ulviliği de, buradaydı. Kendisinin kız kardeşi ve kocasının oğlunun birleşmesi, onları da sonsuza kadar kopmayacak bağlarla bağlayacaktı. Nazif’in aşkı, sankiZekiye’nin aşkının çok büyük bir aynaya yansıması gibiydi. Mırza beye beslediği tüm duygular, artık Nazif’in de yüreğini yakıyor, daha yoğunlukla, Afife’ye doğru, Zekiye’nin güzeller güzeli kardeşine doğru uçuşuyorlardı. İntikam kokulu bir aşktı bu. Daha doğrusu, genç kadına öyle geliyordu. Bunu düşünmek ona zevk veriyordu. Bütün insanlarda var olanama bazan, derin duygu dünyalarında korunarak, hiç ortalıklara çıkmayan öç alma hissini açık eden bir zevkti duyduğu. Sanki, Afife’nin aşkı, ablasının, bir anlamıyla karşılıksız kalan mutsuz sevdasının intikamını almaktaydı Nazif’den. Eğer Zekiye, üvey oğlunu bu kadar sevmese, hiç sahip olamadığı yavrusunun yerine koymasa, tüm gücüyle mani olurdu ikisinin bir araya gelmelerine.Ama hem kızkardeşini, hem de Nazif’i öyle seviyor, onların mutluluğunu o kadar duyuyordu ki içinde, birleşememelerine yüreği elvermezdi. Belki de, onun desteğiyle gerçekleşecek bu evlilikle beraber her şey daha güzel yaşanacaktı Zekiye ve Mırza bey arasında. Pencerenin önündeki koltukta otururken, böyle binlerce düşünce gezinip duruyorduaklında. Planlar kuruyor, sonra bozuyor, yenilerini yapıyordu hemen ardından. Dışarıdan, Mırza beyin gür sesini duydu, kahyaya emirler yağdırıyordu her zamanki gibi. Hemen kalktı oturduğu yerden, saçını başını düzeltip, elbisesinin kırışıklıklarını elleriyle ütüledi.
Bu arada, kocası içeri girmişti bile. Mırza beyinin yakışıklılığı doldurunca odayı, karısının gönlüne de bir aydınlık doluverdi. Yüzüne kendiliğinden yerleşiveren bir gülümsemeyle, ”Hoş gelmişsin bey!” dedi.
_Hoşbulduk hanım.
Kocasının yüzü, kendininkinin aksine biraz asık görünüyordu. Belli ki, yine bir şeylere kızmış, birilerine sinirlenmişti. Kadıncağız becerebildiği en tatlı sesine bürünüp, en sakin
halini de takınarak, kocasının karşısına oturdu;
_Besbelli yorgunsun Mırza bey, lakin sana diyeceklerim var.
“Buyur söyle.” derken, kocasının gözleri, elindeki siyah tesbihin üzerindeydi. Hanımı biraz çekinerek ama sesindeki tadı da devam ettirerek başladı konuşmaya;
_Bizim Nazifizdivaca niyetlenmiş.
Mırza bey hiç ses etmemiş, gözleri yine siyah tesbihinde sormuştu sadece;
_Kiminle?
_Afife’ye kaptırmış gönlünü, gençlik işte!
_Pek severim Afife’yi, bilirsin. Lakin her şey adabıyla olmalı. Gidelim valide hanımların
ziyaretine de, isteyelim bari! Oğlanın mektebi de az bir vakte bitecek zati. Yaparız
hayırlısıyla düğünlerini inşallah!
Zekiye gevşemişti aldığı cevapla. Doğrusu ya, bu kadar kolay ikna olacağınıhiç mi hiç düşünmemişti kocasının. Afife’ye de söyleyip, Nazif’e müjdeyi vermek kalıyordu
geriye sadece.
Afife’ye bu konuyu açtığında, genç kızın sessizliğini korumasıyla beraber, yüzündeki ateş rengi, yanaklarındaki deste destepembeler dikkatinden kaçmamıştı ablasının.
Genç kadın gidince, Afife odanın içinde dolaştı bir süre. Duvarlara, yerlere, pencerelere
daha önce hiç görmemişcesine, başka gözlerle baktı uzun uzun. Tüm vücudunu küçük bir
kuşun çırpınışları sarmıştı sanki. Kendisini çok sevdiğini hissettiği bir adamlaevlenecekti. Bu da, genç kızın en çok arzu ettiği şey olmuştu çocukluğundan beri. Beyaz atlı prensini, onu çok ama çok sevecek biri olarak hayal etmiş, düşlerinde o şekilde ağırlamıştı. Ve şimdi, hiç de ümit etmediği bir zamanda gerçeğe dönüşüyordu her şey. Senelerce kurduğu hayalleri, bir pencerenin ardında beklemiş, artık o pencerenin dantel
perdeleri açılıyor ve aradan, aşıklara has çizgilerle dolu Nazif’in yüzü görünüyordu. Afife bu yüze gülümsedi düşlerde son kez.
Gece yatmaya hazırlanırken, gaz lambasının hafif ışığında, kapısını altından atılan zarfı hayal meyal seçtiğinde, kalbi çarptı yeniden. Muhakkak, Nazif’dendi bu mektup. Koşup, hemen aldı zarfı. Gül kurusu ipeğimsi bir kağıda, her halinden çok özenilerek yazıldığı belli olan her bir kelime, okudukça, genç kızı aşkın büyüklüğüyle ürpertti;
Afife’m, Şu biçare bedenim, gül goncası dudaklarınızdan çıkacak tek bir kelamla, ebediyen
bahtiyar olacaktır. Ruhum ta arşa kadar kanatlanıp uçacaktır. İltifatlarınıza nail olabilirsem, inanınız bu naçiz kulunuz, alemdeki en mesut insan zannına kapılacak,
her daim emrinize amade kalacaktır. Meleğim, cüretimi mazur görünüz. Bendeniz,
size beslediğim derin manalar yüklü hissiyatımı bu kağıt parçasına döktüm. Affınıza
sığınırım, kulunuz Nazif.
Ve binlerce yıldır, acımasız görkemiyle salınıp duran yeryüzünde, milyarlarca insanın
kurduğu düşlerden, ilahi bir yardımla sıyrılabilen Afife’nin hayali, bir ay sonra
gerçeğe dönüştü, Nazif’le Afife nişanlandılar. Genç adam mutluluğun ne demek
olduğunu daha önce bilmediğini ancak şimdi anlayabiliyordu. Meğerse, hep beklediği mutluluk, nişanlısının avuçlarının içinde, sağ elinin incecik parmağındaki altın
halkadaymış! Bunu her düşündükçe, kendi yüzüğüne bakıyor, onu okşuyor, kimselerin kendisini görmediğinden emin olduğu tenha köşelerde, hafif bir buse konduruyordu
o taptığı altın halkaya. Sanki o yüzük nişanlısının dudakları, yanakları, gözleriydi. Tüm
hasretini alıp götürüveren bir büyüydü.
Mehmet, duyduğu andan itibaren hep özlediği kokuyla ikinci kez karşılaştığında, bir
şekerci dükkanında, annesinin en sevdiği lokumlardan alıyordu. Tarçınlı, naneli, güllü
şekerlemelerin arasında, birden çok farklı, başka hiç bir şeye benzemeyen o tanıdık koku
dolanmaya başladı etrafında. Başı hafif hafif dönüyor, saçlarının arasından ter damlaları
yavaş yavaş süzülüyordu. Arkasını dönünce, iki kadın gördü. Daha yaşlı olanı şekerleri inceleyip, bir ikisinin tadına bakmakla meşgulken, diğeri başı önünde öylece duruyordu.
Mehmet yüzünü göremese de, onun konağın kızı olduğunu anladı. O güzel kokulu kızdı!
Günlerdir özlediği kokunun sahibi karşısındaydı nihayet. Bir an, ikisi öyle kalakaldılar,
diğer insanların hiç biri orada değilmişcesine. Sonra yanındaki kadın kolundan tutup, genç kızı çekiştirerek uzaklaştırdı. Mehmet de kendine gelmişti. Yaptığını yakıştıramıyordu bir türlü efendiliğine. Terbiyesine hiç uymayan bir tavır içine girmiş, genç bir hanımın karşısına dikilip, onu rahatsız edebilecek tarzda bakmıştı .Büyük bir utanç sardı her yanını, derhal ayrıldı dükkandan. Sokaklarda yürürken, pişmanlık içindeydi. Ana babası haber alsalardı yaptıklarını, ne büyük üzüntü duyarlardı kimbilir! Böyle kendi kendine kederliyken, o genç kızın kokusu geldiğinde aklına, hemen her şeyi unutup, kalbini tarifsiz bir neşe kaplayıveriyordu. Yüzünü bile doğru dürüst görmediği bir genç kızın bu etkisi, şaşkınlığa uğratıyordu Mehmet’i.
Muhlise eve doğru yürürken, yine aklındaki tek şey ela gözlerdi. Allah’ın sevgili kuluydu ki, sevdiği adamla kısacık bir zaman diliminde ikinci defadır karşılaşıyor, o tatlı gülüşü ikinci defadır görebiliyordu. Kısacık da olsa, bu karşılaşmalar ona ömür boyu yeter,sonsuza kadar kalbini avutabilirdi. O günden sonra daha da içine kapandıgenç kız. Zaten, pek şen şakrak biri olmamıştı hiç bir zaman. Son günlerde ise, neredeyse hiç
konuşmuyor, bütün günü odasında uzanarak, ya da camın önünde, sessiz sedasız, saatlerce oturarak geçiriyordu. Hali tavrı, yüzünün solgunluğu annesinin nicedir dikkatini çekiyor, içten içe üzülüp duruyordu kadıncağız. Hasta mıydı allah korusun bu kız, neyi vardı! Sonunda Muhlise’yle konuşmaya karar verdi. Bu böyle olmayacaktı. ”Yavrum nen var senin?” diye sordu, her zamanki gibi, odasında, kendi kendine saatlerdir oturan kızına.
_Yok anne, tasalanma sen, iyiyim.
_Ne iyiliği be kızım, şu haline bak, rengin ruhsarın kaçtı!
_Sağlığım yerinde hamdolsun anne.
_Peki ya, derdin ne o zaman? Söyle yavrum, en yakınınım ben senin.
Muhlise hiç cevap vermiyor, sicim gibi akan gözyaşlarıyla, sessiz sessiz ağlayıp duruyordu. Annesi, kızının bu halini pek de hayra yormadı. Hasta değilse, sakın ola bu kız içten içe sevdalanmasın birine!Gençtir, kavak yelleri eser başında, olur mu olur! Hiç ürkütmeden ağzından laf almalı, yapılacak ne varsa, tez elden yapmalıydı. Mazallah, etrafa yayılırsa bu iş, duyulursa, itibarları ne olurdu! Koskoca Hasan ağanın konaklarda büyümüş kızı düşüverirse ellerin diline, nasıl kurtulurlardı bu beladan!
Kızının yanına oturdu, saçlarını yavaş yavaş okşarken, ”Yavrum,” dedi, ”Muhlise’m,
söyle bana çekinmeden, yoksa bir sevdiğin mi var? Olur kızım bunlar, hiç utanma! Belki elimizden bir şey gelir de...”
Genç kız annesinin sözleriyle, sanki o acılı dünyasından bir anda silkinmiş, gerçeklere dönmüştü. Birdenbire zihni öyle seri bir şekilde çalışmaya başlamıştı ki, muhayelesinden
bir kaç dakika içinde bin türlü düşünceyi arka arkaya geçirdi. Tabii ya, babası sözü geçen adamdı. Hali vakti yerindeydi, o el atarsa bu işe, halledilmesi için bir ümit doğabilirdi pekala.
Bu küçücük ümit uğruna bile, Muhlise her şeyi göze alabilecek bir haldeydi. Ne gururu, ne ana babası, hiç bir şey, o ela gözlerle karşı karşıya geldiği andaki hislerinden daha mühim gelemezdi artık ona. Mehmet’le evlenebilmek için yapamayacağı bir şey olmadığını çok kuvvetle biliyordu. Annesine derdini açmaya, aklından geçenlerin akabinde karar verip, hemen anlatmaya başladı.
_Ah, anneciğim, pek mutsuzum! Öyle bir sevda geldi ki başıma!
Bunu söylerken, biraz önce yağmur gibi akan gözyaşlarından kalan son damlalar yanaklarından aşağıya doğru kayıyorlardı.
_Üzülme sen evladım! Her derdin dermanını da verir kurban olduğum Allah! Sen hele de bakayım bir yol bana, sevdiğin kim?
_Mehmet, anne.
_Mehmet, şu çift çubuk sahiplerinin oğlu mu?
Muhlise başını sallamakla yetindi cevap vermek yerine. Annesinin yüreğine su serpilmişti bu ismi duyunca. Şimdiye kadar çektiği sıkıntılar boşunaydı demek! Keşke daha önce anlasaydı da kızının derdini, boş yere kuruntulara kapılmayaydı. Mehmet iyi
aile çocuğuydu. En az kendileri kadar namlıydılar onlar da. Kızı için en münasip kısmetti.
Aferin şu kıza, en iyi kocayı nasıl da mimlemişti kendi kendine. Bu işi hal yoluna
koymak pek basit olacaktı. Ayağa kalktı, kızını yüreklendirmek istiyordu söyledikleriyle;
_ Mehmet’i bilir tanırız, doğrucası beğenirim de. Sau lappu!( yağız genç! )Hiç dertlenme kızım, bu iş olur. Senden alasını bulacak değiller ya onlar da. Beybabanla da konuşayım bir, amma sen bunu oldu bil, haydi rahat rahat uyu!
Muhlise hafiflemişti, annesiyle dertleşmek ona öyle iyi gelmişti ki. Emindi onun her şeyi halledeceğine. Kocasıyla konuşur, ikna etmenin bir yolunu bulurdu mutlaka. Gerçekten de, her şey beklediği gibi gelişti. Kısmetli anka kuşları, Muhlise’nin başında
gezinmekteydiler o günlerde ve onların sayesinde civarın bütün genç kızlarının dilindeki
ela gözlü, yakışıklı Mehmet, Muhlise’nin alnına yazılıyordu.
Kızın babasının aklına yatmıştı bu iş. Zaten, karısı ne isterse bir yolunu bulup, onu ikna ederdi. Büyük kızının evliliğinde de öyle olmamış mıydı! Hem, buralarda Mehmet’den daha iyi damat da bulamazlardı ne kadar arasalar ama bu konuda uzun uzun düşünmek gerekti. Hasan ağa sağlamcı adamdı. İyice düşünüp taşınmadan, hesap kitap yapmadan hiç bir işe adım atmazdı. Hele ki, böyle hassas bir konu olunca, kızı işin içine girince, her şey daha da iyi bir şekilde kotarılmalıydı. Her yapılacak, konuşulacak konu ince ayarla hesaplanmalıydı. Böyle olunca da, adam günlerce düşüncelere dalıp, ne yapıp yapamayacağını kafasında kurdu. Karısı her akşam eve döndüğünde bu konuyu açıp, onu sorularıyla sıkıştırıyor, verdiği akıllarla buram buram terletiyordu. Kızının hali ise, adamcağızı çok üzüyordu. Muhlise günden güne sararıyor, babası her gördüğünde, gözaltlarına yeni morluklar eklenmiş olduğunu farkediyordu. Kızcağız hiç bir şey konuşmuyor, sormuyordu ama bakışlarında öyle bir beklenti vardı ki, işte, babasının her dakika yüreğini dağlayan da oydu. Adam sıkıntı içinde karar vermeye çalışıyor, nasıl bir yol çizeceğini düşünüp duruyordu. Gidip insanlara “Kızımı alın!” nasıl derdi! Bunu dese bile, gururu, itibarı ne hale gelirdi. Öte yandan, Muhlise’nin üzüldüğünü görmek de kahrediyordu onu. Acaba araya iki tarafın da saydığı birilerini mi koysa, veya bir şekilde ağızlarını mı yoklasa, bilemiyordu. Bu sıkıntı içini yiyip kemiriyordu ama neyse ki, kurtulması hiç de zor olmayacaktı.
Mehmet fazla uzun boylu düşünmeye gerek duymadı. O zaten, konağın kızıyla ilk karşılaştığında, başka hiç bir yerde duymadığı kokuyu ilk kez duyduğunda vermişti
kararını. Fakat o zaman kendisi bile farkında değildi bunun. Ancak ikinci karşılaşmalarında onunla evlenme kararında olduğunun ayırdına varabilmişti. Böyle bir karar aldığına göre, bir an önce uygulamaya koymalıydı bunu zaman geçirmeden.
Bir iki gün içinde, Mehmet’in ailesi, Muhlise’yioğullarına istemek üzere, konağının kapısını çalmışlardı. Mehmet’in kararlılığı, Hasan ağayı düştüğü sıkıntılardan kurtarmıştı bir anda. Hayatı boyunca hiç dile getirmese de, damadına karşı her zaman gizliden gizliye bir minnettarlık duydu yaşlı adam.
Muhlise, yaşadığı sonsuz mutluluğun gerçekliğinden bir türlü emin olamıyor, ikide bir annesine, Mehmet’le nişanlandığını doğrulatmak ihtiyacı duyuyordu. Her vesileyle bir
konu açıp, artık nişanlı olduğunu, hem de Mehmet’in nişanlısı olduğunu annesinden duyabilmek için türlü türlü yollar deniyordu. Bunu işitmek, öyle muazzam bir haz duygusuyla sarsıyordu ki genç kızı, bu, daha önce hiç yaşamadığı, şimdi ise, doyumsuzluğuyla onu esir alan ruh halinden kurtulmayı hiç mi hiç istemiyordu. Hele, “Hayırlı olsun” ’a gelen komşuların, arkadaşlarının karşısında, muharebe kazanmış bir
kumandan edasıyla kahve ikram etmek, diğer kızların hasetle, imrenme karışımı bakışlarını üzerinde hissetmek pek hoşuna gidiyor, gururunu okşuyordu. Bütün bunlar gündüzleri yaşanırken, geceleri tek başına kaldığında, yatağında bu olanların etkisiyle sabahlara kadar uykusuz ama mutlu vakitler geçiriyor, yorganı üzerine çekip, oturarak yaşadığı mucizenin ne şekilde gerçekleşebildiğini düşünüyor, kendi kendine kutluyordu aşk mucizesini. Nasıl olmuştu da, Mehmet ailesini göndererek onu istetmişti! Sanki birisi, sevdiğinin kulağına,
Muhlise’nin aşkını fısıldamış, bundan haberdar etmişti. Mehmet de bu sevdaya inanmış, genç kızın hislerini anlayarak, çok sevildiğinin farkına varmış, belki de, bu büyük sevda hatırına, böylesine sevilebiliyor olmanın hatırına ona doğru uzatmıştı genç kızın çok beklediği, her an özlediği ellerini. Muhlise çok mutluydu, Muhlise hayaller içindeydi, Muhlise nişanlısını mutlu etmeye adıyordu kendisini.
Mehmet memnundu aldığı karardan. Muhlise’ye sahip olduğunda, yüzünü karısının sinesine gömecek, ve bir daha o tarifsiz kokudan uzak kalmayacaktı hayatı boyunca. Annesiyle babası da, mutluluktan havalara uçmuşlardı bu havadisle. Şimdiden çiftlikte hazırlıklar başlamış, gelin hanım için eve yeni eklemeler yapılıyordu. Hem kızlarının, hem de oğullarının kendilerine layık ailelerle birleşmeleri, karı kocayı fazlasıyla sevindirmişti. İki evlatları da, tam kendilerinin arzu ettikleri gibi birer evliliğe doğru ilerliyorlardı.
Muhlise ile Afife’nin düğünleri aynı gün çiftlikte yapıldı. Gelinlerin ikisi de pek çok
mutluydular. Ama en fazla, iki sevdalı yüreğin, Nazif’le, Muhlise’nin kalplerinin aşk
çırpınışları, artık sonsuz saadet denizinde duruluyordu.
Düğün tam anlamıyla muazzamdı. Sanki bu dört gencin en güzel günlerini mükemmel
bir biçimde yaşayabilmeleri için, kainat o gün bütün meşguliyetlerini terk etmiş, sessiz bir işbirliği içine girmişti. Ağustos ayının kavurucu sıcaklığı o akşam birden bire yerini
hafif bir serinliğe bırakmıştı. Bahçelerdeki çiçekler her zamankinden başka türlü,
muhteşem kokularını ağır ağır havaya salmışlardı. Etraftaki kuşlar bir araya gelmiş,
çiftliğin ağaçlarında yer açmışlardı kendilerine. Cıvıltıları şimdiye kadarhiç duyulmamış ahenkli müzikleri çağrıştırıyordu. Yaz gecelerinin pırıltılı konukları olan ateş böcekleri bile, daha bir ışık içindeydiler.
Pariyan’ın kimselere bırakmayıp, kendi elleriyle yaptığı yemekler, tatlılar, lezzetlerinin
zirvesindeydi. Düğünün en önemli misafirleri olan saz üstatları, en güzel şarkılarını, gelin
ve damatlar için çaldılar bütün gece. Haremlik’de manicilerin söylediği gelinleri öven maniler ve saatlerce oynatılan çengiler kadınlar meclisini iyice hareketlendirmiş, neşeye
boğmuştu. Bu arada, onlar da emeklerinin karşılığını bahşişlerle bol bol almışlar, ceplerini epeyce doldurmuşlardı. En az, bir kaç düğünün hasılatına eşdeğer bir kazanç elde etmişlerdi. Bu sebeple ağızları kulaklarındaydı hepsinin. Zengin evlerinin hali başkaydı elbet! Eğlenti böylece epey bir zaman sürdükten sonra, iki mutlu gelin de, salonun ortasına getirilip, gümüş tepsilerdeki kına, avuç içlerine, parmaklarına ve ayaklarına sürülerek, kırmızı, altın ip işlemeli bezlerle bağlandı. Davetliler de, kına tepsisinin içine ya para, ya altın atarak hediyelerini vermiş oldular. Geç saatlere kadar süren, böylesine neşeyle, güzelliklerle dopdolu geçen bir düğünle iki mutlu evlilik başlamış oldu.
( AİLEMİN HİKAYESİNİ ANLATTIĞIM ROMANIM. 1900 LERDE BAŞLAYIP GÜNÜMÜZE KADAR DEVAM EDİYOR )

 

 
Toplam blog
: 58
: 1128
Kayıt tarihi
: 26.07.12
 
 

Anadolu şehirlerine özgü o sıcaklığı havasında barındıran Tokat'da, büyük bahçeli bir evde doğdum..