Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Haziran '08

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Buraların; akrebi, yılanı, çıyanı eksik olmaz

Buraların; akrebi, yılanı, çıyanı eksik olmaz
 

Her yaz olduğu gibi o sene de, iki haftalık kamp için, ülkenin en büyük tatlı su gölünün yanı başındaydık.


Her yılın on beş günlük dilimini, tabiri caizse, koca şehir karmaşası içerisinde geçen sıkıntılı yaşam tarzımızın kayıtlarından çıkarıp atmak, doğayla başbaşa geçen, o iki haftayı, yaşam arşivimizin ayrı ve daha bir güzel dosyasında saklamak gibi, maalesef bugün itibarıyla yitik duruma düşmüş alışkanlıklarımız vardı.


Gruptaki kişi sayısına göre, her biri 8-10 kişilik iki çadır kurduk. Kamp alanımıza, araçlarımız son iki kilometrelik parkurda hareket edemediği için, bu son kısmı, yürüyerek ulaştık. Birkaç kişi, tekrar araçlara gidip, kalan erzakı da alıp gelmek durumunda kaldı. İki hafta süresince, çok acil bir durum olmadığı takdirde, şehir merkezine gidilmeyeceği için birtakım temel ihtiyaç malzemelerimiz, oldukça yer ve gramaj tutuyordu.


Yemyeşil bir ormanın, mavi sedir, kayın ve fındık ağaçlarının arasından yol bulup, tek kol halinde; yeşilden maviye yürüyorduk. Ve bir süre sonra olanca dinginliği ve muhteşemliği ile Beyşehir Gölü ayaklarımızın altına seriliverdi.


O ilk yorgunluğu atmak, sıcaktan kavrulmak üzere olan bedenlerimize; biraz sonra kuracağımız çadırlar, ocak ve diğer teskilat için güç ve enerji depolamak adına, kendimizi gölün masmavi ve o sıcak yaz günü olmasına rağmen serin ve tatlı sularına bıraktık.


Maviyle vuslat uzun sürdü. Hiçbirimiz çıkmak istemiyorduk sudan dışarı. Ve daha sonra iki büyük çadır kuruldu el birliğiyle. Hemen oracıkta müthiş bir tandır ocağı inşa edildi. On beş gün boyunca, bu ocak, ne gastronomik mucizelere şahit olacak, sahit olmak da ne kelime, yakacak, yanıp tutuşacaktı.


Kalan erzakı almak için yeniden araçların yanına giden grup da gelmişti. Bir çuval patates, bir çuval ekmek, hatırı sayılır kilolarda un, tuz, domates, salatalık, zeytin, karpuz, kavun ve içecek. Oltalar, zıpkınlar, av tüfekleri, şişme botlar, kap-kacak ve ilk yardım malzemeleri. Özellikle de zehirlenme, böcek sokması ve sivrisineklere karsı kullanılacak medikal setler.


Çadırlar kurulup, tüm malzeme ve teşkilat yerli yerine yerleştiğinde, güneş batmak üzereydi ve hiçbirimizde konuşacak derman dahi kalmamıştı. Hele o göl suyunun sahile, hafif hafif dalga vuruşlarına karışan çekirge ve kurbağa sesleri, sazlıkların hışırdayışı ve çok yakından gelen baykuş çığlıkları, öyle bir senfonik ninni oluşturuyordu ki o yorgunlukla birleştiğinde, gözünü açık tutabilene aşk olsun.


Alelacele bir şeyler atıştırıp iki büyük çadırı paylaştık. Yaz akşamlarının göl serinliğini iyi bildiğimiz için uyku tulumlarımızın içine girdik. Bu arada gözlerim yarı kapalı yarı açık uykuya dalmak üzereyken, yaşı benim iki katım olan bir kampdaşımı gördüm.


Başında hala kocaman siperlikli şapkası durmaktaydı ve elinde koca bir bidonla, ay ışığında, öne eğilmiş, çadırların etrafında dönüp duruyordu.


“<ı>Hayırdır ağabey, şaman ayini mi yapıyorsun, dur bekle ben de geleyim, Göktengri aşkına dedim.”


“<ı>Yok evlat” dedi gülümseyerek. “<ı>Buraların akrebi, yılanı, çıyanı eksik olmaz. Gerçi yılanlar genelde su yılanı ve zehirsizdir ama bazen de ormandan akıp gelir engeregi. Akrebine ise hayatta efelik yapılmaz.


Kazım Ağabey, çadırlarımızın etrafına, elindeki bidondan mazot döküyordu. Zehirli mahlukat, o mazotun kokusuna yanaşmayacak, biz de savunma kalkanımız sayesinde sabaha sağlam kalkabilecektik. Öğrendik....


Birkaç dakika sonra bizler uyumuş, tepedeki mehtap ile yalnız kalan koca göl, en şehvetli sevişmelerinden birini daha yaşamaya başlamışlardı. Baykuş, kurbağa ve çekirge çığlıklarına hiç aldırmadan. Onlar zaten onlardandı. Bir bizdik yabancı, çığlıklar çığlıklara karıştı...


(Kamp notları devam edecek)

 
Toplam blog
: 898
: 3759
Kayıt tarihi
: 09.06.06
 
 

İzmir'de yaşıyorum.    Çok uzun yıllar öncesinden başlayıp, hiç ara vermeden bugünlere kada..