Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Ekim '13

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Bursa öykü forumu

Katılımcılar

Ali İpek-Öykücü-Şair-Film Yönetmeni-Devlet Memuru

Pelin Yılmaz- Öykücü-Avukat

Serap Gökalp-Öykücü

Şaban Akbaba- Öykücü- Romancı- Öğretmen

Şafak Pala- Öykücü- Bursa Nilüfer Belediyesi  Kültür ve Sosyal İşler Müdürü

Nursel Aras-Öykücü-Romancı-BUYAZ Başkanı-Öğretmen

     Şaban Akbaba- Hoşgeldiniz sevgili dostlar. Bugün zamanımız yettiğince öyküyle ilgili her konuya değinmeyi amaçlıyoruz. İlkin Bursa öykücülüğü ve öykücüleri ana başlığı altında Bursa doğumluları, Bursa’da yaşamış olanları, Bursa’ya ilişkin öykü yazmış olanları ve halen Bursa’ da yaşayan öykü yazarlarına değinerek başlamak istiyorum. Onların çalışmaları, kitapları, ödüllerini anacağız.

     Bursa’ya dair en eski yazınsal metinler, Bithynia valilerinden Plinius’un imparator Tranius’a yazdığı “Mektuplar” ve ondan sonra Bithynia prokonsulü Caius Arbiter Petronius’un yazdığı Satirikon‘dur.

     Arap-Bizans etkileşimi sürecinde yazına dair adı anılması gereken iki sözlü kültür veriminden söz edilebilir. Bunlar, Adülvahap Sancaktari Destanı ve  Abdalan-ı Rum adı verilen gezici dervişlerin söylenceleridir.

     Osmanlı dönemi Bursa’sında öyküye dair en belirgin mekânsal verimlerden biri de Keles Kocayayla şenliklerinin halk yazını bağlamında ürettiği sözlü ve yazılı verimlerdir.  Alp Erenler (Abdal Musa, Abdal Murat, Geyikli Baba ve Alevi söylenceleri), âşıklar (Bursalı Âşık Halil,17.yy.yine Âşık Halil,18.yy.) ve Ozanlar (Şahan baba) bu bağlamda oldukça önemli bir yer tutar.

VEFEYATNAMELER:

     Aynı zamanda birer yazın yapıtı olarak da değerlendirebileceğimiz 16-17. yüzyıllardan başlayarak yazılan vefeyâtnamelerin (ölmüşler biyografisi) kültür tarihimiz içindeki yeri yadsınamaz. Bu yapıtlarda Bursa’da yaşamış, Bursa’da ölmüş devlet yöneticilerinin, din ve tarikat büyüklerinin, şair, yazar, hattat ve müzik insanlarının yaşamları, yapıtları ele alınıp incelenmiştir.

     Türün ilk örneği  Molla Câmi’nin yazdığı Fütuhu’l Mücâhidin li-TervihiKulubi’l Müşahidin’dir(15.yy). Yirmiyi aşan Bursa vefeyetnâmelerinden günümüze kalan ve önemli sayılanlardan bence öykü kültürüyle ilişkilendirilmesi gerekenleri şunlardır: Ravza-i Evliya: Baldırzade Seisi Şeyh Mehmed, Bursa’nın alınışından 17. yüzyılın ortalarına kadarki dönemde Bursa’da ölen tasavvufçuları, bilim insanlarını ve şairleri anlatan bir biyografi yapıtıdır. Bazı Menakıb-ı Meşayıh-ı Salife: Derviş Hasan(18.yy.). Dönemin tasavvufçularından, yazarlarından ve söylencelerinden söz eder. Hulasatü’l Vefayat:Gazizade Abdullatif. Yazın diliyle yazılmış iyi bir Bursa monografisi olarak kabul edilmektedir.  Zübdetü’l Vekayi Der Belde-i Celile-i Bursa: Bakırcı Raşit Mehmet(13.yy.). Daha çok Osmanlı tarihiyle ilgilenmiş, padişahları, şehzade ve sadrazamları anlatmakla birlikte; birçok bilim insanı, tasavvufçu, şair, hattat, müzisyen, meddah ve doktorlar hakkında da bilgiler vermiştir. Gülzar-ı İrfan: Mehmet Fahreddin(13.yy.).Bursa vefeyatnâmeleri içinde içerik ve biçim olarak en geniş kapsamlı olanıdır. Padişah Abdulmecid adına yazmış ve Padişah Bursa’ya geldiğinden kendisine sunmuştur. Yine yazınsal değeri daha çok vefeyetname geleneğine bağlı kalmasıyla ilgilidir. Yadigar-ı Şemsi: Mehmed Şemseddin Efendi(14.yy.).Tekkeler, şeyhler ve otuz kadar postnişin üzerine yazılmış bir vefeyatnâmedir.

    ŞEHRENGİZLER:

     Şehrengizleri de bu bağlama katabiliriz. Bunlar XVI. yüzyıldan itibaren divan yazınımıza kazandırılmış manzum kent övgüleridir. İlk örneklerini Piriştineli Mesihi ve Balıkesirli Zâti vermiştir. Şehrengizler mesnevilere benzese bile daha çok kentin tarihi, toplumsal, coğrafi yapısı ve doğası üzerine yazılmış nesnel, gerçekçi, bu dünyaya dair, öyküsel anlatımlarla süslü yapıtlardır. İstanbul, Edirne, Yenişehir, Gelibolu ve diğer birkaç kent üzerine yazılmış toplam 48 şehrengiz bilinmektedir. Bunların yedi tanesi Bursa şehrengizidir: Şehrengiz-i Bursa adıyla: Üsküplü Kılıççızade İshak Çelebi(16.yy), Aşık Çelebi(Seyyid Pir Mehmed(16.yy), Kadı Çalıkzade Mehmed Mâni(16.yy), Konya Kadısı Bursalı Nazuk Abdullah(17.yy), İsmail Beliğ(ikinci şehrengizi), Bursalı Halili(Sarı Halil,18.yy),tarafından yazılmıştır. Şehrengiz-i Cilve-i Resa ve Ayine-i Habun-ı Bursa: İsmail Beliğ(18.yy), Şehrengiz-i Burûsa: Lamii Çelebi(15.yy.) tarafından kaleme alınmıştır.

     Bu yapıtların bir yanıyla öyküye yaslanan özelliği nedeniyle Bursa öykü kültürüne katkı yaptığı düşünülebilir, bütün bu nedenlerle Bursa’da öyküye dair yerleşik ve köklü bir kültürden söz edilebilir. Nitekim yazınımızdaki ilk “öykü” örneği de Bursa’dan çıkmıştır. Fuad Köprülü’ye göre yazınımızdaki ilk öykü  Vahdii’nin Hikayet-i Anabacı’sıdır.  Bu  öykünün 16. yüzyılda Bursa’da yazıldığını düşünürsek Bursa’nın öykü tarihimizde ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu daha iyi anlarız.

 CUMHURİYET DÖNEMİ:

     Cumhuriyet dönemine geçildiğinde, Bursa doğumlu ilk ciddi öykücü olarak Burhan Arpad ismiyle karşılaşıyoruz. (İlk öykü kitabı; Şehir, 1940) Sonra öykücülüğümüzde modernleşmenin  öncülerinden Nezihe Meriç ismiyle…(İlk öykü kitabı; Bozbulanık, 1953), İbrahim Balaban (Tahliyeci Yusuf, 2000), Hakkı Özkan (İlk öykü kitabı; Bedava, 1955.) ve  Celal Sılay (Zorunlu Somut, 1969).

     Öykücülüğümüzün yeniden yapılanmaya durduğu 1980’li yıllarda   Köy Enstitüsü mezunu, 1930 doğumlu Nadir Gezer adı vardır. Hanife Nine’den Öyküler kitabıyla iyi bir çıkış yapmış ve 1981 yılında Nevzat Üstün Öykü Ödülü’nü almıştır. Bir Deli Ağaç’la Pınar Kür isminden sonra Cemil Kavukçu(Patika adlı dosyasıyla Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü,1987)  öykücülüğümüze damgasını vuruyor.

     Diğer isimlere gelince…  Füruzan Toprak (Dövme,1986), Semra Özdamar (Sessiz Çığlıklar,1986), M. Kamil Doruk (Antik Sevgililer,1987), Zebercet Coşkun (Altın Kale’nin Esrarı,1988), Neşe Karel (Yalnız Kadın Irmağı,1991), Mehmet Zaman Saçlıoğlu (Yaz Evi,1994),  Haluk Cengiz (1994’de Ömer Seyfettin Öykü Yarışması İkinciliği), Muhsine Arda (Hesap öyküsüyle Ömer Seyfettin Öykü Yarışması’nda ikinciliği),  Kemal Selçuk (Ağaç Adamlar, Ömer Seyfettin Öykü Yarışmas Birinci Ödülü), Bursa doğumlu Serap Gökalp (2007 yılında, Petrol-İş Sendikası Birinciliği, Madenci Öyküleri Yarışması İkinciliği, Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri  Üçüncülüğü, 2009 yılındaysa Orhan Kemal Öykü Ödülü  İkinciliği) adlarını görüyoruz.

     Bursa doğumlu olmayıp Bursa’yla ilgili öykü verimleyen isimlere gelince… Reşat Nuri Güntekin, Ebubekir Hazım Tepeyran, Sait Faik, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Oktay Akbal, Ahmet Şerif Şerefli, Erhan Bener, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Ahmet Uysal, Ahmet Alptekin, İnci Aral, Emine Sevgi Özdamar, Semra Özdamar, Şükrü Bilgiç,  Oyhan Hasan Bıldırki , Alper Akçam, Yücel Balku, Aysel Ekiz, Ferhat Güler’ dir.

        Halen Bursa’da yaşayan ve öykü verimleyen isimler de şunlardır: Nadir Gezer, Metin Önal Mengüşoğlu, Şaban Akbaba, Erdem Katırcıoğlu, Şenol Yazıcı, Nursel Aras, Şafak Pala (2009 Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülü Mansiyon), Nurhan Şahinkaya, Aysel Karaca,Pelin Yılmaz (Orhan Kemal Özel Ödülü 2010- Saatli Maarif Takvimi dosyasıyla),  Serap Yenilmez, Esra Ersoy, Beyza Ersoy, Ali İpek  Ayrıca Ahmet Emin Atasoy’un Bursa’dan Esintiler(2008) adlı Bursa’yla ilgili yirmi beş öyküden oluşan ve Bulgarca basılan  öykü derleme kitabını da anmak gerekir.

Bir biçimde Bursa’yla ilgili olan öyküler ve o öykülerin yazarları konusunda şu bilgiler kayıtlardadır:

Tanrı Misafiri- Reşat Nuri Güntekin, İpek Mendil- Sait Faik , Vurma Fatma- Halide Edip Adıvar, Selam- Sabahattin Ali, Sus Payı- Refik Halit Karay , Günahsız Katil- Samim Kocagöz, İznik’li Leylek-  Haldun Taner ,Yaşamaya Bak-Yüksel Pazarkaya, Allah’ın Dediği Olur -Işıl Özgentürk, Elvan Anahtarını Nasıl Düşürdü?- Orhan Duru ,72. Koğuş- Orhan Kemal, Mavi Mor, Yolum Yolum Dikenli Yolum v.d.- Nadir Gezer,  Yasak, Kâğıt Anne v.d.- Şaban Akbaba, Sokaklar, Evler, Pencereler- Haluk Cengiz, Hürriyet Deyince, Abdullah Parlak, Türkmen Kızının Ardından- Adil Yılmaz, Değirmen- Hüseyin Özkan,  Yazgan Niyazi- Erdem Katırcıoğlu , Cevşen- Yücel Balku , Kaçanlar ve Kovalayanla v.d.- Alper Akçam , Ağaç Adamlar- Kemal Selçuk, Mimozada Elli Gram, v.d.- Cemil Kavukçu,  Yakası Beyaz Kürklü Taba Rengi Kaban- Murathan Mungan,Turhan Nasıl Çıldırdı- Ahmet Müfit Müftioğlu , Şeftali Çiçekleri v.d. Oyhan Hasan Bıldırki , Şahit-Sadrettin Çanga,  Dönüş v.d. Nursel Aras , Kiraz Mevsimi v.d. Aysel Karaca, Han Fotoğrafları- Yavuz Bubik,Yitik Şehir-Serap Yenilmez , Gezginin Aşkı vd.- Pelin Sızı, v.d. Şafak Pala, Meşin Tavuk v.d. Esra Ersoy, Binbir Bursa Masalları- Beyza Ersoy.

     Oldukça dikkat çekici yazarlar, şairler yetiştiren Bursa’da 1890 yılından beri yazın dergileri de yayımlanmaktadır. Ancak yalnızca öykü yayımlayan bir dergisi olmamıştır Bursa’nın. Halen yayımlanmakta olan Akatalpa, Patikalar, Eliz, Bursa Araştırmaları, Olimpos ve Çinikitap gibi dergilerden yalnızca Patikalar, Olimpos ve Eliz zaman zaman öyküye yer vermektedirler.

      Dergi demişken şimdi yurt çapında öykü dergiciliği konusunu Pelin Yılmaz’dan dinleyelim.

     Pelin Yılmaz- Edebiyatın popüler kültür içinde boğulmamak için direndiği günümüzde gerçek edebiyatseverler için dergiciliğin çok önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. Sayıları az da olsa, Türkiye’nin her tarafında, dikkatle dergi takip eden öykü okurları olduğunu biliyorum. Ben de bir öykü okuru olarak, henüz kitabı çıkmamış ya da benim henüz kitabını okumamış olduğum bir yazarı dergilerdeki öykülerinden keşfetmeyi ve “İşte, bu da benim yazarlarımdan biri artık” demeyi seviyorum. Pek çok kitabın yayınlandığı bir ortamda yazarlarını keşfetmenin en güzel yolu bu bana kalırsa.

     Benim çocukluğumda çok güzel çocuk dergileri yayınlanıyordu. Mauppassant’ın “Gerdanlık” adlı öyküsünü böyle bir dergide, çizgi roman şeklinde okuduğumu hatırlıyorum, çok etkilenmiştim. Öyküleri sevmeye dergilerle başladım. Uzun süre sadece öykü ile ilgilenen bir dergiye rastlayamadım. Edebiyat dergilerinin bir köşesine sıkışmış kalmıştı öykü. Ülkemizde öykü dergilerinin geçmişine baktığımızda hep aynı sorunlarla karşılaşıyoruz, dergiler genellikle uzun ömürlü olmuyorlar ve öykü dergisi olarak yayın hayatına başlamış olsalar bile bir süre sonra “Öykü Ağırlıklı Edebiyat Dergisi” haline geliyorlar. İlk öykü dergimiz “Resimli Hikaye” yayın hayatını sadece bir yıl sürdürebiliyor; Eylül 1927’den Ekim 1928’e kadar. Öykücülüğümüzde çok önemli bir yere sahip olan ve Salim Şengil tarafından 1947-1957 yılları arası çıkartılan “Seçilmiş Hikayeler” dergisi, tam 37 sayı direndikten sonra şiir ve eleştiri yazıları yayınlamaya başlıyor. 70’li yıllarda Sivas’ta Mustafa Balel tarafından çıkarılan, üstelik adı da “Öykü” olan bir dergi, adına dört sayı sadık kalabiliyor, yedi sayıda da ömrünü tüketiyor zaten. “Dost” ve “Yaba Öyküler” ise daha ilk sayılarından itibaren öyküye ağırlık veren edebiyat dergileri olarak çıkıyorlar. Bu konuda gerçek istikrar, Adam Öykü ile başladı diyebiliriz. 1995’den 2005’e kadar toplam 58 sayı boyunca “İlle de öykü” demiş bir dergi Adam Öykü. Onu takip eden “İmge Öyküler” ise tıpkı Adam Öykü gibi, öykü yazan ve öykü okuyan herkesin başucunda duracak, tekrar tekrar okunacak sayılar bırakarak noktaladı yayın hayatını. Fakat ömrü çok daha kısaydı, sadece yedi sayı! Öykü dergilerinin çoğu genel dağıtıma giremediği için okura ulaşması da zor oluyor. Bu yüzden takip etme imkanı bulamadığım hatta varlıklarından haberdar olamadığım bir sürü dergiye haksızlık etmek istemem ama kimisi ile hiç karşılaşamadan yayın hayatı sona eren, kimisinin sadece adını duyduğum, kimisini severek okuduğum; “Düşler Öyküler”, “Bir Bilet Gidiş Dönüş”, “Yazıt”, “Üçüncü Öyküler”, “Hece Öykü”, “Kum Öykü”, “Kül Öykü”, “Lacivert”, “Deliler Teknesi, Öykü Teknesi…”  dergilerinin adlarını mutlaka anmak gerekir. Bir ara “Eşik Cini” vardı, şimdilerde “Notos Öykü” bu boşluğu doldurmaya çalışıyor ama artık o da edebiyat dergisi olarak çıkıyor. Öyküde direnen bir dergiyi özlüyorum. Şiir dergilerini bu yönüyle hep kıskanmışımdır. Elbette bir öykücü pek çok kaynaktan beslenir, bunlardan biri de şiirdir ama bunu sağlayan şiir kitapları ve şiir dergileri var zaten. Öykücülüğümüzün “Sadece öykü” diyen bir dergiye çok ihtiyacı var. Bu dergi, yalnızca öykü yayınlayan değil, aynı zamanda bir atölye ve öykü severlerin buluşma yeri gibi çalışan bir dergi olmalı. Bu noktada bir de dergi arkadaşlığından söz etmek isterim, birbirimizi dergilerde yayınlanan öykülerimizden tanıdığımız yazar arkadaşlarım var. Bir gün bir yerde karşılaştığımızda çoktandır tanışıyormuşuz hissini yaşıyoruz. Bence çok güzel bir durum bu.

     Ne yazık ki öykü, özellikle de kısa öykü, pek tanınan bir tür değil. Öykü yazdığımı söylediğimde “Kaç yaşa hitap ediyorsunuz?” gibi sorularla ya da “İnşallah roman da yazarsınız” dilekleriyle karşılaştığım oldu. Ben aslında kısa öykünün hızlı yaşam ritmimize de çok uygun bir tür olduğunu düşünüyorum. Otobüs durağında, dolmuşta, öğle tatilinde, teneffüste… bile okuyabileceğimiz kısa öyküler okumakla bitmiyor ve son cümleden sonra okurun içinde çoğalmaya devam ediyor. Belki de bu yüzden, yazması kadar okuması da emek isteyen, kolay tüketiliyormuş gibi görünmesine rağmen hazmı zor olan bir tür olduğu için, çok rağbet görmüyor. Galiba insanlar kolay okunan, popüler olan ve kitaplıklarda göz dolduran hacimli romanları satın almayı tercih ediyorlar. Aslında ben biraz iyimser bir bakışla, bu durumun öyküyü ticarileşme tehlikesinden koruyabileceğini düşünüyorum. Bizim, öykülerimizi paraya çevirme gibi bir derdimiz yok, nitelikli okura ulaştırma gibi bir derdimiz var, işte tam da bu yüzden öykü dergilerine çok iş düşüyor. Çünkü daha en başından söylediğim gibi, sayıları az da olsa, Türkiye’nin her tarafında, dikkatle dergi takip eden öykü okurları olduğunu biliyorum.

 

     Şaban Akbaba- Evet, ne yazık ki öykü dergileri hep az sayıda oldu. Öykünün yazın sanatı içinde bir yalnızlığı söz konusu sanırım. Öykünün yalnızlığından söz etmek istemiştin Şafak Pala, ne diyorsun?

 

    Şafak Pala- Kim yalnız değil ki bu hayatta! Tekil, içine kapanmış hayatların yaşandığı bu çağda yalnızlık, kimsesizlik bir doğa kuralı sanki. İnsan yalnız, kimsesiz… İnsan yalnız ve kimsesizse öykünün de yalnız ve kimsesizliği kaçınılmaz. Yalnızlık kavramının birçok bileşeni var aslında. Edebiyatın alıcısının az olduğu günümüzde öykü yazım türü de elbette payına düşeni alacaktı. Her ne kadar bu çağa çok uygun bir edebi tür olarak görülse de hani bir solukta okunması, kısa zamanda sona varılması vs. bu çağdan olumsuz etkilendi öykü.

       Artık hayal dünyalarına kimse önem vermiyor. Kimse kendi özüne de inmek istemiyor sanki. Bir solukta tüketmek, düşünmemek, zorlanmamak. Ben sanırım bu konuda biraz karamsarım. Tüketim toplumu olmak. Artık bu öyle yerleşik bir düzen halini aldı ki; tüketiyoruz ve tüketirken hepimiz tükeniyoruz aslında. Hayal dünyalarımıza inmek yerine dünyayı sahteleştiriyoruz. Sahte dünyalar yaratıp büyük paralar ödeyip kendimizi eğlendiriyoruz. Sahte saray tatil köylerinde prensesçilik oynuyoruz. Dev eğlence yerleri kuruyoruz; ürkütücü ışıklar, sesler gösteriler… Oysa yaşama şansımız olan bir hayatımız var ve bu hayat sahteliklerle harcanmayacak kadar değerli. O yüzden insanca, insanı anlamaya çalışarak, sevmek ve üretmek kavramını önemseyerek, kendine değer vererek yaşamaya çalışmalı bence. Sanat, edebiyat, hele insanla yaşamla derdi olan öykü işte tam da bu yüzden çok önemli.  Ve yine söylemeliyim ki öykü çok yalnız. Peki ya öykü yazarı ve onun yalnızlığı? Öykü yaşamın her yerinde, her anında ama nedense hep büyük şehirlerde gün yüzüne çıkıyor. Oysa yazar her yerde soluk alıyor. Bursa’da bir yazar (Yücel Balku) sur merdivenleri dibinde yaşatıyor kahramanlarını. Kendisi de o merdivenleri tırmanıyor teker teker. Sait Faik’in de okuduğu Bursa Erkek Lisesi’nde bir öğrenci kendini yazarla özdeşleştiriyor ve bir öykü cümlesini kuruyor çekinerek. Sesinin bir yerlerde duyulmasının hayalini kurmak bile utandırıyor bu genç yazarı. Sesinin duyulmasının ne kadar zor olduğunu ise tahmin bile edemiyor henüz!  Türkiye’de kadın işçilerin ilk kez eylem yaptığı bu kentte Serap Gökalp işçileri gün yüzüne çıkarıyor öykülerinde. Bir zamanlar Nazım Hikmet ve Orhan Kemal’in soluklarını üzerinde taşıyan eski Bursa Cezaevi’nin yerine dikilen Adliye binasının merdivenlerini çıkan bir avukat (Pelin Yılmaz) Orhan Kemal’in adına aldığı ödülle içine bir esinti yayılsa da o tarihi binanın sökülüp atılan taş duvarlarının yokluğunu içine bir türlü sindiremiyor ve öykü yazıyor durmadan. Bursa’da öykü soluk alıyor. Türkiye’nin her yerinde öykü soluk alıyor. Bir kentin ya da bir zümrenin malı olmadan.

     Öykü her yerde direniyor… Yaşama ve ölüme… Yazarıyla birlikte… Ve sesinin duyulmasını istiyor.  O büyük kentlerde, sözde ışıltılı dünyalarda başka bir hayat mümkün diyerek edebinle dimdik ayakta durmak istiyor.

 

     Şaban Akbaba-Öykü nedir, nemenem bir şeydir? Romandan ve şiirden özgeliği nereindedir? 2011 yılında öykünün yalnız kalmasından söz etmek üzücü. Oysa öykü Anadolu topraklarının has metinlerinden. Şimdi Anadolu öykücülüğünü Ali İpek anlatacak bize.     

     Ali İpek-  Ben Anadolu öykücülüğüne geçmeden önce öyküye dair bir iki konuya değinmek istiyorum. Gerçek ya da düş ürünü bir olayı aktaran kısa düz yazı şeklindeki anlatım tabiri kullanılır. Olayın geçtiği yer sınırlı, anlatım yoğun…tarihsel gelişimini az çok hepimiz biliriz;19.yüzyılda romantizm ve gerçeklik akımlarının yaygınlaşması ile edebi tür haline gelmesi bilinmektedir. Türk edebiyatında ise ilk öyküler Tanzimat dönemine dayanır…

     Öykü, yazınsal türler içinde tartışıla gelen yapısı ile sürekli bir tartışma konusu olmuştur. İnsanlar önce öyküsel düşünür aslında. Duygu patlaması yaşandığı anda ya da zihne takılan fikir vuku bulduğunda akla ilk gelen öyküdür. Bunun üzerine daha fazla kafa yorup, daha ayrıntılı düşünüldüğünde zaman ve olay olgusu eklendiğinde ise romancı kimliğine kavuşulur. Peki nedir bu farklılık? 

     Öykücüyü alfabeyi yeni öğrenenler gibi heceleyerek okumak olarak gören ve sadece roman yazarı olmanın yolu öykü yazmaktan geçiyormuş gibi düşünmek elbette ki kabul edilemez. Halk arasında geçen “Sadede gel.” Cümlesi algılansa da aslında öykü saded’tir. Yani “Hepsi bu.” dedirtir okurlarına. Bir ara dönem gibi görülmesi ve farklılıklarını ortaya koyup özgün haline kavuştuğu halde başka ürünlerle mukayese etmenin manasızlığı karşımızda. Öykü ile ilgili sorun teşkil eden nedenlere değinmek gerekirse; dağıtım ağlarının tekelleşmesi. Peki nasıl oluyor? Öncelikle kısaca değinmek isterim. Amaç dergi, mecmua ya da kitap vs. satmak mı yoksa yazarı okutturmak mı? Öncelikle buna karar vermeliyiz. Günümüz dağıtım ağlarına baktığımız zaman maddi kaygı ile gelen pazarlama politikası ister istemez yazarla beraber okuyucuyu da etkilemektedir. Kültür yayıncılığı, bir kültürü aktarmak ve günümüzde hatırlanmayan değerlerin varlığını duyurma bakımından önemlidir. Şayet okuyucu kitlesine ulaşmayı hedefliyorsak ve o okuyucuda edebi manada derin izler bırakmayı istiyorsak  menzilimiz rast gele…kaygımız daha çok satmak ve belirli yazarlar üzerinden prim yapmak ise yapacak bir şey yoktur. Bir diğer önemli mevzu kuşaklar arası farklılıklar; öykünün çeşitliliği (köy öyküleri-realist dille yazılan öyküler-masal öykücülüğü) söz konusu olduğundan hitap ettiği kitlenin benimseyişi, öze dayalı yazı olduğu için anlaşılması bakımından daha fazla kafa yormak gerektiği gibi nedenler sayılabilir. Yaşanılan coğrafyanın fikir, yaşayış biçimi gibi önem arz eden koşullar göz önüne alınmalıdır. Kuşağa yabancılaşan öykülerin gölgesinde kalıp belki daha sonra ortaya çıkışı mümkündür; fakat o zamanın anlaşılmazlığı ister istemez antipati uyandıracaktır okuyucu nezdinde. Her şey mükemmel, kusursuzca öyküler yazıp tartışmasız bir şekilde öykü yazıyoruz. Doğru mu? Kesinlikle. Eksik olan ne peki? Pohpohlanma duygumuzun artık azaltılması ve yeri geldiğinde ağır tartışmaların da oluşması kanaatindeyim. Ne kadar çok muhakeme varsa o kadar çok fikir ayrılıkları farklılıklar ortaya çıkacaktır. ‘Öykü üzerine düşünce’ başlığı altında ne çok şey konuşulabilir. 

     Öncelikli hedefin, öykünün varlığını kabullenmek olduğunu. Yazın dünyasının farklı bir penceresi olduğunu ve bu pencereden bakmanın başka bir şeye benzemediğini görmek kanısındayım. Roman yazmak ile öykü yazmanın zorlukları elbette mevcut; fakat öykü yazmanın ve öykü okumanın derinliği su götürmez bir gerçektir. Yaşamda “an” ların varlığı olduğu sürece fotoğraf makinesinin deklanşörüne bir öykücü bakıp basacaktır. Ve o kareye ne sığıyorsa sığsın damaklarda kalan ilk tatlar gibi daha da kalıcı olacaktır. Sanat ile yaşamın iç içe olduğu tezinden yola çıkılarak şu konuya değinilmekte fayda olduğunu görüyorum. Öykü günlerinin sıklığı bu bağlamda önemli bir adımdır. Geçen yıllara nazaran daha sık ve yoğun faaliyetler başlamıştır. Daha fazla mecmua, daha fazla dergi olduğu sürece öykü hep yaşayacaktır.

     Gelelim Anadolu öykücülüğüne.

     Derler ki “Işığa yakın dur. O yol göstericidir. O geldiğinde karanlıklar karanlıklara gömülür.” Anadolu’nun renkleri doğunun çizgisinde yükselir. Güneşe yakın yerlerde hayat daha erken başlar. Sabahın ilk ışıkları ile yeşillikler gözler önüne serilir. Etraf yemyeşil görünüm aldığında Anadolu’nun doğum sancıları başlamıştır demektir. Yeniden doğuşun rengidir yeşil. Anadolu öykücüleri yeşeren bakışlarıyla yerlerini çoktan almıştır…

     Fakir BAYKURT da uyanmıştır. Köy gerçeklerini öykülerinde vermeye başlamış, Köyün değişik kesimlerden portreleri, köylerde yaşayan çocukların, gençlerin, acıları, dertleri ve bunalımlarını yansıtarak sorunları genişletmiştir. Köyle ilgili sorunları ele aldığı öykülerinde; parasızlığından başlayarak köylülerin çektikleri sıkıntıları dile getirmiştir. Ayrıca Anadolu'ya gönderilen öğretmenlerin terk edilmişliği, kasabada çalışan memurların arasındaki çatışmalar, köyden kente göç, Almanya'ya gidenlerin geride bıraktıkları öykülerindeki değişik konulardır. On binlerce kağnı ve İçerdeki Oğul kitaplarında topladığı öykülerinde ise Anadolu halkının ne ölçüde sabırlı, zaman zaman davranışlarıyla bilge kişiler olduğunu kanıtlamaya çalışırken; doğanın bitkileri, hayvanları, insanları da birbirini tamamlayan öğeler olarak vermiştir. Ele aldığı konulara uygun olarak öykülerinde en çok Anadolu köylüleri göze çarpar…

     Çorak topraklar, yeşilliklerden arındığında çıplaklığın rengi olur kahverengi. Sırtını kahverengi dağlarına dayayıp kaçak tütün kokularında bekleyen İnce Memed’ler uyanır Mezopotamya’daki söz kelimesinin karşılığı olan Yaşar Kemal’in demlenen fikirlerinde.   Kahverengi, acıları simgeler. Analar acı çeke çeke doğurur yalnızlıkları…

     Mavi, umudun rengidir. Kimi zaman gökyüzüdür. Kimi zaman rengini göz bebeklerden alan masmavi bir deniz. Halikarnas Balıkçısı belirir denizlerin kıyısındaki banklarda. Doğayı konuşturur. Denizi, denizden ekmeğini kazananları dile getirir. Homeros’un kahramanlarını andıran kişiler, gelişi güzel biçimde, yaşanan bir şeymişcesine öyküye serpilmiştir.

     Siyah, ışığa uzak durmanın rengidir. Gölgede kalan yaşamlar siyahlıkta bırakılmışken. Sürgündeki ses Refik Halit Karay olur ve bir taarruz başlar siyahlıktan beyaza doğru…

     Acıların gömüldüğü kızıl topraklardan korkusuz haykırışlar karışır vaveylalara. Sabahattin Ali’ler belirir. Anadolu insanını, tözüyle saptar. Ülke gerçeklerini tüm kırmızılığıyla yansıtır. Onun öykülerinde bir düzensizliğin, haksızlığın yaşandığı ülkede bütün yollar hapishaneye çıkar. İnsanların önünde başka seçenekleri yoktur ve tam bir kıstırılmışlık içerisinde, istemedikleri, hiç arzu etmedikleri eylemleri yapmak zorunda kalırlar. Herkesin kendine göre farklı bir gerekçesi olsa da varacakları yer aynıdır: cezaevi.

     “Hapishanenin dış avlusunda, Abaza Kemâl’in kahve ocağının dibinde oturmuş, birbiri üstüne cigara içiyorum. (...) Yerimden fırlamak, gardiyanları, jandarmaları şöyle elimin tersiyle iterek çıkıp yürümek, bir sandala atlayıp gemiye varmak ve kaptana: Çek! demek istiyorum. Gözümde tüten ne şehirler, ne insanlar, ne de kırlar ve ormanlardı. Açık denizleri, etrafında duvar olmayan, uçsuz bucaksız yerleri arıyordum. Ama ruhumuz böyle gökyüzlerinde uçup dururken birdenbire yere inip insan küçüklüğü ile karşılaşmak ne tuhaf oluyor,” diyor Sinop cezaevindeki tanıklığını anlattığı Katil Osman’da.

     Öyküler; düşsel bir uygarlığın savunuculuğunu yapar Anadolu’da. Zaten Anadolu öykücülerinin ardına dayadığı uygarlığın kendisi kızıl bir düş değil midir? Düşlerden yoksun ve kötülüklerden yoksul bırakılmışlıklara yazılan öykülerin renginde yaşamak umuduyla, diyelim.

 

     Şaban Akbaba- Ali sağol, öykülerin rengiyle duygularımızı dile getirdin, öyküler düşsel bir uygarlığın savunuculuğunu yapar dedin. Şimdi öyküyü savunma noktasına geldik sanırım. Öyküyle ilgili sorunlarımızı Serap Gökalp dile getirecek.

 

     Serap Gökalp-  Sevgili Dostlar, öykünün genel olarak sorunlarına değinirken, öykü okura ulaşabiliyor mu, neler yapabiliriz, sorularına yanıt da arayacağım. Sesli düşünmeye çalışacağım.  

     Önce bir üzüntümü paylaşacağım; edebiyat dergisi denince aklıma hep büyük özverilerle hazırlanmasına karşın ev dekoru, moda, hamilelik dergileri arasında ezik, en dipteki raflarda duran, güneşte rengi solmuş, sayfaları kıvrık kıvrık olmuş dergiler geliyor. (Bir iki istisnayı saymıyorum.) Bunu nasıl aşmalıyız? İşte kaç dergi yayın hayatına girdi, kaçı kaldı Pelin etraflıca anlattı.

     Öykünün sorunlarını düşünmeye başladığımdaysa ilkin aklıma yazma sorunumuz var mı, yayıncının öyküye ilişkin sorunu var mı ve okurun öyküye ilişkin sorunu olabilir mi soruları gelir.

     Yazarı açısından bakıldığında yazma sorunu olarak malzeme sıkıntısı mı? Türkiye’de hiç yok. Teknik beceri ve anlatma yeteneksizliği, yetersizliği mi?  Bu saptama için daha fazla yapıta bakmamız gerekir. Kaç öykü kitabı çıkıyor? Çok az. Öykü tanımları göz önündeyken metinlere bakıldığında çeşitlemelerle karşılaşıyoruz. Tanımlardan biri de şu; “her şey öykü olabilir.” Bence değil. Böyle jel gibi bir şey değildir öykü. Tam tersine şekli, karmaşık içyapısı vardır. Dünyada olduğu gibi bizim edebiyatımızda da örneği hayli fazla bir metin türüdür. Dahası (Ali söz etti.)Anadolu halk destanları, masallar, meddah öyküleri, öncesinde Dede Korkut hikâyeleri gibi çok ama çok uzak bir geçmişten taşınıp getirilmiştir öykü. Demek oluyor ki yazın türü olarak öyküye yabancıyız diyemeyiz. Yazıldığı gibi dinlenir de. Okunur mu?  İşte bu noktada bakışlarımızı yayıncılara çevirmemiz gerekiyor. Hemen herkesin bildiği bir örnek, Henry Potter efsanesi (!) Bu kitap ilk çıktığında –bilirsiniz-uzun zaman raflarda bekledi. Bir gün tek sütuna 10 cm. bir haber yapıldı. “Dünyada ve Avrupa’da okunma rekorları kıran kitap bizde okur tarafından ilgi görmedi.” Sonra? Gömdüler mi Harry Potter’ı? Tam tersine büyük bir yayıncıya geçti korkunç bir reklam desteği ve bingo!

     Bu işe başladığımdan beri hep aynı cümleyi duyarım. Yayıncı konuşuyor; “Öykü okunmuyor.” Bu cümlenin gizli iletisi; “öykü sevilmiyor, iyi öykü yok, bana kâr getirmiyor”dur. İtilip kakıldığım duygusunu bu yüzden içimden atamıyorum. Oturup öykücü olarak kendimizi sorguluyoruz. Biraz haksızlık olmuyor mu? Biz zaten neyi yazıp neyi yazmayacağımızdan başlayan, kitap rafa çıkana kadar süren o kadar çok süzgeçlerden geçiriyoruz ki metinlerimizi neden okunmadığının yayıncılar tarafından yapılmasını dilerdim. Somut verilerimiz ancak böyle elde edilebilir.  İsterdim ki bu konuda yayıncılar da bir forum yapsın. Yalın düşünmeye çalışıyorum; bir malın satıp satmamasından üretici kadar pazarlamacının da payı yok mudur? Tamam, benim öykülerim berbat. Bütün öykücüler mi kötü yazıyor, bütün öyküler mi kötü?

      Sanatlar arası kıyaslamaları yapmayı severim. Şu popüler müzik olarak tanımlan ürünlere verilen şansın kaçta kaçı edebiyata veya öyküye veriliyor? Biz niye para kaynakları bulamıyoruz? Biliyorum, bir tür politika. 21. yüzyılın insanının beyinsel işlevlerinin fazla olması istenmediğinden sabun köpüğü konularla uğraşması özellikle dayatılıyor. Tamam. “Halk istemiyor efendim” cümlesini de biliyorum. Ama hiç inandırıcı değil. Öykü dinletileri, öykü toplantıları, edebiyat etkinliklerine neden ilgi gösteriyor peki bu halk? Neden okura öyküye ilişkin tanıtım, öneri hiç yoktur? Okurla aramızdaki köprüde bir sorun var, bence, kurulması gerek. Ha o zaman bunun için bir okur görüntüsüne gereksinmemiz var. Ne tür kitaplara yöneliniyor? Yanıtı yayıncıda. Hiçbir zaman öykü yazarı okurun geri bildirimlerini, kitabının satışlarına ilişkin bilgilerini, romanlar çeviriler gibi rakip türlerde ne yapılıyor da okur beğenisi kazanılıyor sorularının yanıtını bilmez. Belki vardır da ben bilmiyorumdur. Yayıncıyla aranızı bozmak istiyorsanız “kitap satışlarım ne durumda, kitabımı okurun duyması için neler yaptınız?” demeniz yeterli. Birden ortalık buz kesiyor. Neden?  Konuşma yavaşça telif konusuna kayacak. Tehlikeli. Bu nedenle yıllardır biz ayrı, yayıncı ayrı, dağıtıcı ayrı saptamalar yapıyor, kısır döngü.  Ne kadar bir paradır bu telif kitap başına? Bir futbolcunun hangi harcamasıyla kıyaslasak acaba? Bir öykücü. Hafifçe çarpılan alt dudak, kapanan göz kapakları… “Yok böyle bir “prens-ipimiz”.  Peki, biz kurbağaları öpmeye devam ediyoruz, bir gün bir “prens-ip” buluruz diye.  Bu güne kadar yalnızca bir tek yayıncı yazar olmaktan mutluluk duymamı sağladı, hakça davrandı. Sevim Korkmaz Dinç’e ne kadar teşekkür etsem az. Büyük yayıncıya ulaşmak ise başlı başına bir kâbus. Telefonlardaki soğuk sesli bayanları aşmak kimin haddine? Görüşmek imkânsızdan da öte. Haydi, gözünü kararttın dosya gönderdin diyelim, aylarca bekle dur. Hep içindeki şeytan der ki; “ çoktan karalama oldu o kâğıtlar.” Ama delisin ya, hala umut etmeye devam edersin. Yeniden denemeye kendini üzmeye, ezdirmeye devam edersin. Sana kendini niçin bu kadar kötü hissettirdiklerini değil, neden daha iyi yazamadığını sorgularsın. Böyle mi olmalı? Soru; bu bir ürün müdür? Öykü kötü ürün mü? Sakız reklamını yap, margarin reklamını yap, cips reklamını yap, pop müzik reklamını yap ama öyküyü koy şişenin içine at piyasaya bulan olursa okur… Böyle hissediyorum. Elimizde şunlar var;

Okuma alışkanlıklarımız belli. Yapılan satışlar.

Mevcut okurun okuma metni olarak seçici tutumu saptanmıştır; Forbes Dergisi incelemiş 2010 yılında Haliçte Yaşayan Simonlar en çok satan kitap. Ama tüm yapıtları ele alındığında birinci sırada Ahmet Ümit var, sonra Elif Şafak geliyor.

Edebiyatın rakibi olan sanal ortamı, tüketim ortamını bilmekteyiz. (Bununla kafanın içini değil dışını süslemenin makbul olduğu, mümkünse kafanın pek doldurulmaması tercih edilen çağımızın dayatmalarını tanımlıyorum.) “Konulu filmden sıkılan” film izleyicileri, iki üç dakika sürecek sahnenin bir saatte algılanmasını dayatan dizi film piyasası, doğru yanıt değil “popüler yanıt”la ilgilenen “yarışma programları” aklıma gelen örnekler.

Yaşamın tarifsiz ağır koşulları, (düşük ücret, artan gider, yok olan sosyal haklar, diğerlerini saymayacağım.) insanları tv kutularına veya AVM’lere tıkıştırıyor. Sosyal paylaşım sitelerine tıkıştırıyor. Bunları yadsıyamayız. Bu tablo içinde öykü eh “ağır” kalıyor elbette.

Sayısız kere şu konuşmayı yapmak durumunda kaldım. Edebiyatla uğraşıyormuşsunuz.- Evet, öykü yazıyorum.- Öykü? Neyle ilgili yani?  Bu soruda ince bir manevra vardır. Öyle ortalama bir soru sorulmalıdır ki hem özne öykünün ne olduğunu kavramalıdır hem de akıllı ve ilgili görünmelidir. Bu ayıp kimin acaba? Son zamanlarda bir de şu cümlelere rastlıyorum; “Ben roman öykü falan okumam, ciddi şeyler okurum, ekonomi, kişisel gelişim…” veya “Adam hayal kuruyor, uyduruyor bir şeyler, sen de sazan sazan okuyorsun öyle mi? Gerek yok.”

Peki, ne yapmalı? Mevcut okurun kitaplığına öykülerin girmesi için dergi iyi bir kanal. Bir yayıncının kanatları altında olması yayıncının bir yayın ve bir pazarlama politikası olduğu, ilkeleri olduğu anlamını taşır. Öykü konusunda kendine bir görev çizelgesi yaptığı anlaşılır. Şükranlarımızı sunuyoruz. Zaten dergiler de olmasa öykü şiirden daha kötü durumda olacaktır bana inanın. Çünkü şiir kitapları okunmasa da sade yurttaş tarafından daha çok bilinir ve kullanılır. (Herkes lisede şiir yazmıştır.) Öykü? Duraksatan bir sözcük ekseri.

Dergicilikte bugüne kadar denenenlerin üzerine eklemeler yapılabilir mi onu düşünmemiz gerek. Bence bir pazarlama politikasına dönüştürülmeli. Yeni öykü - okur kitlesi yaratmalı. Yazarın dergiye desteği iyi yapıtlar oluşturması, sonra toplantılar, söyleşilerle dergiyi ve savunduğu öyküyü okuma tembellerine ulaştırmaktır. (O kişiler ki uzun yazılardan sıkıldıklarını söyler yine de öyküye dudak bükerler.)

     Bu konuda çok somut bir çalışmanın içindeyim, paylaşmak isterim. Merkezi İzmir’de bulunan Kadın Yazarlar Derneği’nin “Kadınlar Edebiyatla Buluşuyor” çalışmaları çerçevesinde üyelerimiz çalışma kümeleri oluşturdu ve kent kent geziyor. Destekleyiciler buluyor, öykü çalıştayları yapıyor. Ne yapıyoruz?

En dar anlamdaki hedefimiz iyi okur oluşturmak. Etkin okuma yapmak isteyenlere yardımcı olmak. Öykü okumanın yöntemlerini paylaşmak.

İkinci ve asıl hedefimiz; yazma istenci, becerisi olan kadınlara teknik destek vermek. Kendini ifade etme, kişisel tarih oluşturma anlamında şiir, öykü, deneme nasıl yazılır, birlikte düşünüyor, fikir alışverişiyle yazılar yazıyoruz. Öykü bizim özel ilgi alanımız.

Bu çabalarımızla hem nitelikli okurlar oluşturuluyor hem de yeni kalemlere umut ışığı taşıyoruz. Çalışmalarımızı bir de kitaplaştırıyoruz. Tümüyle gönüllülük esasıyla çalışılıyor. KYD 2008 yılında kurulmuş bir dernek, bildiğim kadarıyla ikisi ortak kitap olmak üzere 7-8 kitap çıkarıldı. Arkamızda bir yayıncı var.

     Bu tür yollar zor ve zaman alıcı, emek istiyor evet, ama inanın ki sonuçları şahane oluyor.

 

     PelinYılmaz-Benzer bir çalışmayı Bursa Nilüfer Belediyesi Kültür Müdürlüğü organize etti biliyorum. Bence Şafak bize biraz o çalışmadan da söz etmeli.

 

     Serap Gökalp- Evet bana da söz etmişti, onu dinleyelim bu konuda. Evet, bu tür çalışmalar dergiye destek olmak amacıyla da yapılabilir. Dergi amaçlarından biri de genç okura ulaşmak olmalıdır. Yalnızca şimdi için değil, yarınlara köprü kurmak gerekliliğinden. İşte tam da bu noktada sanal ortam karşımıza çıkıyor. Şaşırtıcı biçimde sanal ortamda öykü işine çok ilgi var, gördüğüm kadarıyla. Yazanı da okuyanı da bol. Ha o zaman derginin bir türevi de sanal ortamda olmalı belki. Bir düzenekle bu ortamı sevenlere öyküyü “servis etmeliyiz.” Ama doğru öykü metnini, edebi olanı diyorum. Yoksa “bugün başıma bi şey geldi” metinlerinden söz etmiyorum, vampircilik oyunları da değil. Sabrı olmayanların veya “tıklama” tutkunlarının beklentilerini yanıtlayacak bir düzlem oluşturulmalı. Bu düzlemde öyküyü var etmek, savunmak zorunlu. Aksi halde can çekişiyor. Tabi “yazma” işiyle ilgilenmeyi seçen bir yurttaşın, paylaşım, iletişim, dağıtım, basım, tanıtım, reklam, telif, geri bildirim, verilmeyen veriler, etkinlik düzenleme gibi bir sürü işi de üstleniyor olması “paradoksunu” başka bir forumda konuşmak gerek.

 

     Şaban Akbaba- Evet, gönlümüzü karartmayalım dostlar, yeni, güzel çalışmalar da sürüyor. Şafak şimdi bize Nilüfer Belediyesinin çalışmasını anlatsın isterseniz.

    

     Şafak Pala- Evet, “Nilüfer’de Kadın Hayata Yakın” sloganıyla yaptığımız bir çalışma bu. Her yıl katılımcı sayısını arttırarak, içeriği zenginleştirerek sürdürmeyi hedefliyoruz. Daha önce belde statüsünde olan yeni uygulamayla mahalle olan yerleşim bölgelerinde kadınlar genelde köy hayatı yaşamaktalar. Akşamları evden çıkmakta zorlanan kadınlar bu çalışma kapsamında eğitim ve sanat etkinliklerine katılmakta, ücretsiz olarak sinemaya, tiyatroya gitmekteler. Bu çalışma kapsamında onların ihtiyaçlarına ve isteklerine göre güncellen, sağlık, hukuk, psikoloji ve aile yaşamı konularında eğitim almaktalar Programımızın kitap okuma ayağına gelirsek;  hedefimiz her evde kadınlar adına imzalı kitaplarla dolu bir kütüphane oluşturmak. Bu bölgelerde yaşayan gönüllü kadınlara okumaları için ücretsiz kitap dağıtıp, onları kitapların yazarlarıyla buluşturuyoruz. Bu yola 50 kişiyle çıktık (her beldeden ortalama 7 kişi ). Çok kısa bir zamanda kitap okumak isteyen kadın sayısı 250’ye çıktı. Bu yıl hedefimiz 350 kadın. Kitaplar Nilüfer Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü tarafından alındı. Etkinlik sırasında onlarla sürekli iletişim halinde oluyoruz öykülerin/anlatıların üzerlerinde bıraktığı etki hakkında konuşuyoruz. Seçimimizi özellikle kadın yazarlar. Başarılı kadınların rol model olarak gösterilmesini önemsiyoruz. Kadın yazarların başarıları, bu başarıya ulaşmaları sırasında verdikleri mücadele ve yaşanmışlıkları konusunda kadınlarda farkındalık yaratmaya çalışıyoruz. Bu program kapsamında 2010-2011 yılında Nilüferli kadınlar Ayla Kutlu, Ayşe Kilimci ve Özlem Narin Yılmaz’la buluştular. Yazarların Hüsnü Yusuf Güzellemesi, Sinemamız İftiharla Sunar ve Kayıp Yalnızlık Ormanı kitaplarını okuyup yazarlarına bu kitapları imzalattılar. Bu yıl da Nursel Duruel’in Geyikler, Annem ve Almanya kitabını hep birlikte okuduk ve Eylül’de Nursel Hanımla buluşacağız.

 

Şaban Akbaba- Çok güzel çok gerekli bir çalışma, kolaylıklar diliyorum. Şu ana kadar öyküye farklı açılardan bakmaya çalıştık.Şimdi konuyu başka bir yöne çevirmeye ne dersiniz arkadaşlar? Kendimize çevirelim. Öyküyle yazar olarak ilişkilerimize Nursel Aras değinecek.

 

Nursel Aras-Öykü ile yazarı arasındaki ilişkiyi; kendi tutumum üzerinden anlatmanın daha doğru olacağı kanısındayım. Çünkü öykü yazarlarının benzer ortak noktaları olduğu kadar faklı tutumları vardır. Mesela yazarken masa başında yalnız olmak hepimizin ortak yanıdır.  Ki, böylesi anlar, bizim için sonsuz gibi görünen özgürlüğümüz ve sınırsızlığımızdır.  Algılarımız kendi kurgusal diyalektiği içerisinde, bilinçaltından bilince çıkarak nesneler ve olgularla iletişime geçer, gerçeğin düş’ünü kurmaya başlarız, yaşamı yalandan arındırmak için. Yazar yazar bozarız. Günlerce, aylarca, hatta gerekli hallerde yıllarca hasıraltı eder, olgunlaşmasını bekleriz.  Dilersek bir dostla paylaşılan sırlar gibi yazdıklarımızı bir arkadaşımızla paylaşıp, hatalarımızı dış gözden görmeye çalışırız. Bazen de kimseyle paylaşmadan yırtar atarız. Lakin çok daha önemli bir ortaklığımız var ki; biten her yazı, biten her öykü yazarını da bitirir, yeni bir öykü, yeni bir dil buluncaya kadar. 

          Farklılıklarımıza gelince- yazının olmazsa olmazı- yarattığımız ya da yaratacağımız dilimizdir herhalde. Nasıl anlattığımızdır. Tutumumuzdur. Gerçeklik çerçevesinde, ancak “devrimci sanat”a angaje olmadan, siyaset endişesi taşımadan,  yalın insanı ve onun insanî hallerini yazılarının merkezine alan bir öykü anlayışına sahip duayen öykücülerimizin aksine; kendi öykülerimde insana yaklaşımım ve onun sorunlarını başkalarına bölüştürme çabam, kişisel dünya görüşüme bağlı kalır. Kahramanlarım genelde kadınlar ve çocuklardır. Onların gördüğü şiddet, çektiği yoksulluktur. Ne ki hepsi de yaşamın boğucu değer yargılarına ve tüm çaresizliklerine karşın son derece dirençli insanlardır. Hayat onlara ne sunarsa sunsun, yenik düşmeyi kabul etmezler. Aksine hep bir çıkış yolu arama çabası içindedirler.  Ben de onların bu insanî duygu, düşünce ve zaaflarını yargılamam asla. İltimas da geçmem. Tarafsız kalmak koşuluyla dünyalarına girerek onların bütün hallerini şefkatle kucaklarım.

          Olmayanın peşinde koşmam. Çünkü yaşanmışlıkların çoğu kez kurgudan çok daha çarpıcı olduğuna inanırım. Ülke gerçeğimizi; insan ilişkilerinin en yalın, en saf, en hakiki yaşandığı sokaklardan başlayarak, ne hissettiğini iyi bildiğim, toplumu oluşturan ama hep kenarda duran yakınımdaki insanların dramlarıyla birlikte anlatmayı önemserim.  Zira öykü bir sanatsa eğer, tek sözcükle insan demektir. Kanı, canı, yürek ağrısı, düşünce sancısı var demektir içinde.  Belki de biraz ben varım, her yazarın kendi öyküsünde olduğu kadar. Yazarken ruhumu sağaltıp vicdanımı örgütlerim. Tıpkı bir zincirin halkaları gibi yeniden dünyaya dâhil olurum.

       Hiç olmadık bir yerde, olmadık şeylerden etkilenir, küçük küçük kağıtlara notlar alırım. Bu yüzden kâğıt tomarlarıyla doludur evim. Beni yakalayan her öyküde biriktirdiğim bu kâğıt tomarlarını açar okumaya başlarım, klavye başına geçince hiçbirinden eser kalmayacağını bile bile. Kafamdaki kurguyla giriş ve bitiş cümlesini yazarım ilkin. Sonra arayı, tüm kombinasyonları deneyerek becerebildiğim kadarıyla doldurmaya başlarım. Yazı bittiğinde defalarca sesli okuma yaparım. Ve her defasında da fark ederim ki, geçmişle günümüz arasında sıçrayışlar, gidiş-gelişler yapan söz ve öykü edebi türlerin belli kalıpları olduğunu unutturmuştur bana. Sanırım bu yüzden (kısa öykülere öykünmeme rağmen) genelde uzundur metinlerim. Disiplinli bir okumaya sahipken yazı disiplinim yoktur. Bir dönem sürekli yazarken bir dönem yazmam.  En çok şiirden beslenirim ve şehir uyuduğu zamanlarda yazarım. Çünkü insan gölgesi ve sesler beni yazmaktan alıkoyar.  Bitiş cümlesini önceden yazma alışkanlığım olduğunu söylemiştim, ancak son söz hep kalemimin olur, okuru da içine alacak ucu açık bitişlerle…

              Öykünün vefası ve direnci ile sonsuz sevgiler…

 

     Şaban Akbaba- Sevgili Dostlar, forumumuzun bu aşamasında gelecek kuşakların öyküyle iletişimi nasıl, ona değinelim istiyorum. Yani Çocuk edebiyatıyla ilgilenelim biraz da. 

     Bursa öykücülüğü bağlamında çocuklara öykü sorunsalı ulusal düzeyde olduğu gibi Bursa’da da ciddi biçimde ele alınması gereken bir konudur.  Çocuklara öykü, yazınımızın en kısır yanıdır. Çünkü çocuklara roman başta olmak üzere, fantastik kurgu v.b ürünler okutulmaktadır. Üstelik %70 oranında çevirinin egemenliği söz konusudur.  Büyükler için yazan yazarlarımız da çocuklar için yazmıyorlar. Yazanlar da öykü yazmıyorlar.  Bu gerçek Bursa yazın dünyasında da geçerlidir. Ben, (yayımlanmış ondört kitabımla)  uzun yıllar yalnız başıma bu çabamı sürdürdüm.  Son yıllarda Necla Çandağ’ın da bu alanda yapıtlar vermeye başladığı görülüyor.

     Bursa dergilerinin çocuklara öykü konusunda hiçbir katkı yapmadıkları da bir başka Bursa yazın gerçeğidir.

     Bu forum aracılığıyla önemle vurgulamayı istediğim bir başka konu da şu; Bursa Yazın ve Sanat Derneği’nin 2004 yılında kurulması Bursa yazınına ciddi bir ivme kazandırdı. Öykü çalışmaları yoğunlaştı, öykü kitapları yayımlandı ve öyküye dair ciddi (Dünya Öykü Günü, Buyaz Öykü Günleri gibi) etkinlikler gerçekleştirildi. Hatta Dernek, 2005 yılından başlayarak Buyaz Öykü Onur Ödülü vermeye başladı. Derneğin ödül verdiği öykücüler şunlar oldu: Nadir GEZER  (2005), Oktay AKBAL (2006), Talip APAYDIN (2007), Tarık Dursun K. (2008), Özcan KARABULUT (2009), M. Sadık ASLANKARA (2010), Cemil Kavukçu(2011), İnci Aral(2012).

     Sonuç olarak; iyi bir öykü kültürü ve geleneği olan Bursa’da bugün de oldukça yetkin öykücüler yaşamaktadır. Ancak bu öykücüler ürünlerini yayımlatmak ve  kitaplaştırmak konusunda ciddi sorunlar yaşamaktadırlar. Bu bağlamda; çocuklar için yazılmış öykülere de yer verebilecek kapsamlı öykü dergilerine ve bu potansiyelin ürünlerini kitaplaştırabilecek yayınevine gereksinme var. Hepinize katıldığınız için teşekkür ediyorum.

 

  

 
Toplam blog
: 74
: 569
Kayıt tarihi
: 11.03.10
 
 

1954 yılında Kars’ın Arpaçay ilçesine bağlı Bardaklı köyünde doğdu. Türkiye’nin çeşitli yörel..