Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Ekim '07

 
Kategori
Sağlık
 

Çiçeklidağı...

Çiçeklidağı...
 

Anadolu’da herhangi bir yer...
Herhangi eski bir zaman...

Çiçeklidağı, bu mevsim yeşile durur, yamacındaki çiğdemler eflatun bir kuşak gibi sarıverirler belini. Az zaman sonra yamaç köylüleri bu çiğdemlerin ortasındaki sarı kısımları toplayıp, safrancılara satarlar. 1 kilosu için 100–150 bin tomurcuk toplar köylüler. Çiçeklidağı köylülerinin elleri, çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın erkek sarıya keser. Parlak sarı bir kına gibi yerleşir ellere çiğdem tomurcuğunun rengi, günler boyu. Bir mevsim süren düğünün kınasıdır bu köylüler için. Dağ çiçek açtığında başlayan mevsim, çok geçmeden yağan ilk karla sona erer.


YOL


Otobüs, köye çıkan patikaya geldiğinde Çiçeklidağı’nın doruğuna ilk kar düşmemişti henüz. Araç büyük bir gürültü çıkararak durdu. “Buraya kadar beyim!” diye seslendi, otobüsün şoförü.

Gelene kadar otobüsün tabanındaki yarıktan stabilize yolu izlemişti. Yolun tozu, otobüsün içine duman olup çıkıyordu. Her yer toza belenmişti. Onu hayretler içinde bırakan bu durum diğer yolcuların hiç umurunda olmamıştı. Yalnızca, sonradan binen genç bir kadın önünde ilerleyen çocuğu, “ayağını kaçırma” diye uyardı yarığı göstererek. Kadının üzerindeki basma entari renk renk çiçek motifleri ile bezenmişti, başını ve omuzlarını örten siyah yeldirmenin altından kenarları oyalı beyaz bir tülbent görünüyordu. Çocuğun üzerinde gri renkli bir ceket, altında aynı kumaştan şalvar pantolon vardı. Çorapsız ayağına siyah lastik bir ayakkabı giymişti.

Genci, yaşlısı bütün yolcularda bu kapalı lastik ayakkabılardan vardı. “Bunlar terletip ayak mantarı yapıyordur” diye düşündü. “Nasıl tedavi ederim bunu?” diye aklındaki bilgileri kontrol etti. Sonra kendi kendine “Eee doktor bey, hadi bakalım ilk hastan ne olacak kim bilir?” diye, yüzünde belirsiz bir tebessümle, geçirdi içinden.

Otobüsteki herkes birbirini tanıyor gibiydi. Ya da kendi yaşadığı yabancılık ona böyle hissettiriyordu. Her binen yolcu aynı tanışıklıkla selamlanıyor, inenler de benzeri bir şekilde uğurlanıyordu. Kaç köyün yanından, ötesinden geçtilerse, yolcular inip binmişti. Her durduğunda otobüsün motoru stop etmiş, yaşlı şoför, söylene söylene, birkaç uğraşıdan sonra tekrar çalıştırmıştı motoru.

***

İlçeden yola çıkalı 4 saat kadar olmuştu. Yaşlı şoför, otobüsün motorunu kızgınlıkla tekrar çalıştırmaya uğraşırken arka kapıdan inmekte olan bir yolcuya seslendi; “Mestan Dayı bak bu delikanlı da köye gidecekmiş!”

Magirus marka, burunlu otobüs tozu dumana katarak tekrar hareket ettiğinde Çiçeklidağı köyüne çıkan patika yolun başında Mestan dayı ile baş başa kalmışlardı.

***

Patikada ne kadar ilerlediklerini kestirmeye çalıştı; “belki üç kilometre” diye düşündü. Mestan Dayı patikanın başından beri belki onuncu kez, ilkindeki şaşkınlık ifadesini tekrarlayıp kırış kırış gözlerini açabildiğince sordu;

“Sen doktorsun he oğul, vaaay başıma...”

Bunun bir soru değil, hayret ifadesi olduğunu anladığından, artık sadece tebessüm ederek karşılık veriyordu. Yaşlı adam hiç de yorulmuş görünmese de, sormak zorunda hissetti kendini; “Mestan amca, yorulduysan alayım mı benim valizi?”

“Yok, oğul paylaştık işte biri sana biri bana...”

Patika kıvrıla döne yükseliyordu. Otobüsteki tozun üzerine eklenen patikanın tozu ile iyice ağırlaşmış hissetti bedenini.

“Bir motosiklet lazım...” diye geçirdi aklından.

“Amca, yol çok uzuyor, hasta çıktığında köyden, nasıl ulaştırıyorsunuz ilçeye?” diye sordu.

“Candarmanın cemsesi var. Ona koydumuyduk saatte hastanede olur. Bakma sen İmmet çavuşun otobosuna, homurdana homurdana anca geliyor işte.”

60 kilometrelik, çoğu yokuş yolu dura kalka 4 saate yakın gelmişlerdi. Treni de eklediğinde İstanbul’dan buraya 18 saat olmuştu. Sabah ilçeye ilk indiğinde, kaymakamlığa uğramış, işe başlama yazısını yazdırmıştı. Esnaf lokantasında karnını doyurduktan sonra Çiçeklidağı köyüne giden tek otobüsü kaçırmamak için acele etmişti.

18 saat, bir yüzyıldan önceki bir yüzyıla ulaştırmıştı sanki onu. Birinde kendi sepetini, birinde valizini taşıyan Mestan Dayının ellerini işaret ederek, “bu sarı renk nereden oldu?” diye sordu.

Yaşlı adam yüzündeki tüm çizgileri alabildiğine derinleştiren bir gülümsemeyle cevap verdi;

“Çiğdem çiçeğinden oğul, sen doktorsun he oğul, uuuy başıma...”


KIŞ

Kış ilerleyip, çetinleştikçe köylülerin ellerindeki sarı renk yavaş yavaş kayboldu.

Çiçeklidağ’ı çevresindeki 9 köy daha onun sağlık ocağına bağlıydı. Çevre köylerde doğumlara, ölümlere gitti. Köylerden bitlenen çocuklar geldi.

Bir çobanı donmak üzere getirdiler.

Aşı vakti gelen bebekleri, doğumu yaklaşan gebeleri evlerinde gördü.

Sağlık ocağının buzdolabı bozuldu iki kez, aşıları içine kar doldurduğu eldivenlerin arasında muhtarın evindeki buzdolabına taşıdı.

Çoğu kez Mestan Dayı olmak üzere, her sabah bir köylü gelip sağlık ocağını süpürdü, sobasını yaktı.

Lojmanındaki sobayı odunu bittiğinde tezekle yaktı tipi geçinceye dek bir süre.

Kış ortasında ishal oldu birkaç çocuk. Çocukları ilk tedaviden sonra ilçedeki hastaneye gönderdi. Köylülerin içtikleri suyu kaynatmalarını sağladı.

Tipi olmadığı günler jandarmanın aracı ile ilçeye indi. Arkadaşlarına, evine gönderilecek bir iki mektup, kuyu sularının temiz olup olmadığını anlamak için aldığı su numuneleri ile gidip üç beş parça ihtiyaç, ilçedeki sağlık ocağından aldığı aşılarla geri döndü.

Bazı akşamlar muhtarın, bazı akşamlar Mestan dayının evine yemeğe davet edildi. Mestan dayı durup durup; ‘sen, şu kadarcık çocuk, doktorsun he oğul, vaay başıma...’ diye söylenmekten kendini alamıyordu.

Gönülleri kalmasın diye diğer köylülerden gelen davetleri de en azından birer kez kabul etti.

Mart’ın sonuna doğru bir sağlık memuru atandı sağlık ocağına. İşlerini artık daha iyi takip edebilecekti. Lojman dairesinin bir odasını onunla paylaştı.

Kışın uzun sürmesi onu umutsuzluğa itti. Kalan kitaplarını getirtti İstanbul’dan. Kendini kitaplarına verdi.


BAHAR

Bir sabah uzun uzun öten horozun sesi ile uyandı. Amerikan bezinden perdesini açıp baktığında Çiçeklidağı’nın üzerindeki bulutların dağılıp ilk utangaçlığını üzerinden atamayan güneşin kendini gösterdiğini gördü.

Sekiz ay süren bir kış uykusundan uyanmış gibi keyifle gerinerek, kalktı yatağından.

İki ertesi gün, daha güneşli bir sabah lojmanın kapısı aceleyle vuruldu...


ÖLÜM ve CENAZE

Mestan Dayı’nın evine girdiğinde sessizce ağlayan karısını gördü.

Ölüyü örten beyaz çarşafın üzerine tahta saplı bir bıçak konmuştu. Çarşafı kaldırıp, Mestan Dayı’nın nabzını boynundan ve bileğinden kontrol etti. Tırnak yataklarında, çiğdem çiçeğinin sarısı hala duruyordu...

***

Hayatında ilk kez bir cenaze namazında saf tuttu. Baş sağlığı dileklerini aileden biri gibi kabul etti.

Cenazenin hemen ertesi günü köyde yaşamın değişen hiçbir şey yokmuş gibi eski halini almasına şaşırdı.

Mestan Dayı’nın karısına bir ihtiyacı olup olmadığını sormaya gitti birkaç kez... Kadın; “Asıl senin bir ihtiyacın varsa söyle oğul” diye karşılık verdi her defasında.

Havanın yumuşaması ile komşu köylerden daha çok hasta gelmeye başladı sağlık ocağına... Hastalarına bakarken kendini iyi hissetti...

***

Çiçeklidağı, beline eflatun kemerini tekrar taktığında, köylülerle çiğdem tomurcuğu toplamaya çıktı. Ellerinin, köylülerinkilerle birlikte sarıya boyanmasını sevinçle izledi.

Yamaçtan, köye ulaşan patikayı kuş bakışı seyretti bir süre. Himmet çavuşun otobüsü homurdanarak toprak yolu çıkmaya çalışıyordu...

 
Toplam blog
: 48
: 1573
Kayıt tarihi
: 17.11.06
 
 

Konuştuğum gibi yazmamalıyım... Yazmak, konuşmaktan farklı ve her zaman onun önünde benim için.....