Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Haziran '11

 
Kategori
Siyaset
 

Cumhuriyet mi Demokrasi mi? Seçimlerde oyumuzu kime niçin vereceğiz? (2)

Cumhuriyet mi Demokrasi mi? Seçimlerde oyumuzu kime niçin vereceğiz? (2)
 

Seçimlerde kime niçin oy vereceğimizi tartışmak üzere bir yazıya başlamıştım dün ve seçimlerde oyumuzu ülkemizin en iyi yönetilmesi için kullanmamız gerektiğini, bunun bizim için çok önemli bir konu olduğunu belirtmiştim.

Arkasından da aslında bu seçimin bundan daha da önemli bir tarafının olduğunu, bunu da bir sonraki yazımda ele alacağımı söylemiştim.

Rutin olarak yaptığımız birçok şeyin anlamını hiç düşünmeyiz. Mesela, seçim seçim diyoruz, oy vermekten bahsediyoruz. Bunları yapmamızı sağlayan nedir? Demokrasi… Peki demokrasi nedir? Adamın sorduğu şu soruya bak diye kızacak belki birileri…

Ama biz demokrasinin ne olduğunu bilmiyoruz da, düşünmüyoruz da…

Demokrasinin kelime anlamı, halkın kendi kendini yönetmesi demektir.

Kendi kendini yönetmek, elbette kolay bir iş değil biliyorum. Ama ne kadar zor olursa olsun, hepimiz doğal olarak kendimizi kendimiz yönetmek isteriz.

3 yaşındaki bir çocuk bile hayatını kendi arzularına göre yaşamak ister. Tabii anneler babalar asla onları kendi hallerine bırakmazlar ve istediklerini yapmaya izin vermezler. Haksızlar mı? Haklılar…

Çünkü 3 yaşındaki çocuk, henüz bilinçsizce hareket eden bir canlıdır. Elini sobaya sürüp yakabilir, bıçakla oynarken kendini yaralayabilir, ilaçları şeker diye yutup zehirlenebilir, balkondan aşağı bakarken düşebilir, oyuncaklarını yutup boğulabilir, kısacası özgürlüğünü yaşamak isterken kolayca ölebilir.

Beş yaşında, yedi yaşında, 1on iki, on beş yaşındaki çocuklar da hep kendi istediklerini yapmak isterler ama, o yaşlarda da onların karşılaşacağı farklı farklı, başka başka tehlikeler vardır.

Yasalar, kurallar, gelenekler, inanışlar, 18 yaşına gelinceye kadar insanları çocuk sayıyor, onları velayet ve vesayet altında tutmaya imkân sağlıyor. Ama ondan sonra artık çocuğa da “birey” olma fırsatı tanıyor ve kendi kendini yönetme imkânı veriyor.

Seçimlerde 18 yaşından büyük olanlar oy kullanabildiğine göre ben her seçmene soruyorum. Siz rüştünü ispat etmiş bir birey olarak, aile içinde artık kendi iradenize göre yaşamak, kendi kararlarınızı kendiniz vermek istemiyor musunuz?

Ve size aileniz tarafından müdahale edildiğinde kızmıyor musunuz?

Peki toplum olarak demokratik bir ülke olduğumuz halde, hâlâ bizi birilerinin yönlendirmesine niçin izin veriyorsunuz, Ergenekon yapılanmalarıyla, askeri güçlerle, dış baskılarla demokrasimize müdahale edilmesine nasıl rıza gösteriyorsunuz, bunu nasıl normal karşılıyorsunuz?

İnsan kendi kendini yönetirken karşılaştığı sorunları da kendisi çözmek ister.. Yaptıklarının da yapmadıklarının da semeresini kendisi görmek ister.

Bizim şark kafasına göre çocuk kaç yaşında olursa olsun çocuktur. Yani 20, 30, 40 hatta 50 yaşına da gelse, eğer anne baba hayattaysa evlatlarını hep “çocuk” olarak görür ve onların her hareketine karışıp tenkit eder.

Hayran olduğumuz Batı’da 18 yaşına gelen çocukların kendi başına yaşama terk edilmesini biz “acımasızlık” olarak yorumlarız.

Aile hayatımızdaki bu anlayış, sosyal hayatımızı ve toplum hayatımızı da etkilemiştir elbette… Demokrasiyi bu yüzden evimizde ailemizde tam olarak uygulayamadığımız gibi, ülkemizde de uygulayamıyoruz.

*****

Toplumun kendi kendini idare edebilmesi, yani demokratik bir hayata geçebilmesi için, kişiliğini kazanmış, iradesini kullanacak hale gelmiş, kendi menfaatlerini koruyabilen, hakkını savunabilen bir yapıya kavuşmuş olması gerekir.

Böyle bir durumda, halk kendi kendini idare etmek üzere, kendi içinden bu işe uygun, bilgili, becerikli insanları göreve çağırır. Bu işi en iyi sen yaparsın der, ve ondan hizmet bekler.

Tabandan tavana doğru bir yönetim modelinin adıdır demokrasi…

Halk kendi arzularına, zevklerine, ihtiyaçlarına, inanışlarına, geleneklerine, beklentilerine, heyecanlarına, amaçlarına, hayallerine göre bir yönetim oluşturur.

Bütün dünyada monarşik yönetimlerden demokrasiye geçiş,bu şekilde, yani halkın yönetimi ele almasıyla olmuştur. Bizde ise demokrasi ne yazık ki, halk tarafından kurulmamıştır.

Kurtuluş Savaşı’ndan perişan halde çıkan Türk milleti’nin ayakta duracak hali bile yoktu. Atatürk kurduğu yeni devletin yönetim şeklini “Cumhuriyet” olarak açıkladı.

Cumhuriyet’le demokrasi genellikle hep birbirine karıştırılır.

Cumhuriyet, tekilci bir karaktere sahiptir, demokrasi ise çoğulcudur. Cumhuriyet tek kültürlülüğü, demokrasi ise çok kültürlülüğü esas alır.

Cumhuriyetçi siyasal kültür, tek tip yurttaş ve yekpare/homojen bir toplum projesi içerir. Bu yüzden farklı kimlik taleplerini bölücü ve zararlı kabul eder. Oysa demokratik siyasal kültür, farklı birey tiplerinden oluşan, farklı toplum kümelerini olduğu gibi kabul eder, onları değiştirmeyi amaçlamaz.

Etrafa şöyle bir bakarsanız, İslâmcısından sosyalistine, şeriatçısından komünistine kadar bir sürü cumhuriyetle yönetildiğini iddia eden, adı “cumhuriyet” olan pek çok ülke olduğunu görürsünüz. İşte son zamanların gündemdeki ülkeleri Libya, Mısır, Suriye hepsi güya cumhuriyetle yönetilmektedir. Ama onların hiçbirinde demokrasiden eser yoktur.

Öte yandan Cumhuriyetçi siyasal kültürde laikçilik, devletin resmi ideolojisi-kutsalı olarak kabul edilir ve toplum devlet eliyle laikleştirilmek istenir. Demokratik siyasal kültürde ise laiklik, devletin bütün inançlara ve inanç kümelerine karşı yansız, tarafsız olmasını ve hiçbirini diğerinden ayırmadan hepsine aynı mesafede durmasını ifade eder.

Burada bir konuya açıklık getirmemiz lazım. Kabul etmek gerekir ki, bu cumhuriyetçi anlayış, başta dindarlarla cumhuriyetçiler arasında bir soğukluk meydana getirmiştir.

İlerleyen zamanlarda demokrasiye geçilmesiyle bu soğukluğun giderilmesi, devlet-millet kaynaşmasının sağlanması gerekirken, tam tersine bu açı giderek büyümüş, iki taraf sanki birbirinin düşmanı haline getirilmiştir.

Birinin yaptığını diğerinin bozduğu bir toplumda ilerleme kaydetmek mümkün mü? Halk dilinde “iki ileri bir geri” deyimiyle ifade edilen ve mehter hatırlatmasıyla Osmanlı’ya taş atılmasına sebep olan bu çarpık durum, sadece bize has bir davranıştır.

İnancı ne olursa olsun, bu milletin her ferdi, ülkesinin ve toplumunun sürekli gelişmesini, hiçbir konuda başka ülkelerden geri kalmamasını, onlarla eşit şartlarda yarışmayı ve bilgisi becerisiyle onları geçmeyi ister.,

Cumhuriyetçi kültür, kendi istediği gibi bir toplum yaratmayı öngörür ve bunun için toplum mühendisliği yapar. Demokratik kültürde ise toplum kendini ifade eden, kendisine hizmet eden bir devlet yaratır. Çünkü devlet toplum için vardır.

Cumhuriyetçi devletin dine yaklaşımı ideolojik olduğu için, “sınırlayıcı ve dışlayıcı”dır. Cumhuriyetçi devlet, dinin kamusal alanda görünürlük kazanmasını tehlike biçiminde algılar. Demokratik devlet ise dine karşı nötr bir konumda olduğu için özgürlükçüdür.

Cumhuriyetçi devlet, bireyin doğuştan gelen dokunulmaz ve devredilmez hak ve özgürlüklerinin devletin ideolojisi ve bekası adına sınırlamaktan kaçınmaz. Çünkü, “hikmet-i hükümet”, “kamu yararı” ve “yönetimin takdir yetkisi” cumhuriyetçi devletin “olmazsa olmaz” ilkeleri arasında yer alır. Bu yüzden devlet hukuktan da önceliklidir.

Halbuki demokratik devlet, temel hak ve özgürlüklerin sınırını olabildiğince geniş tutar ve özgürlükleri sınırlamayı düşünmez, hele bir kural olarak hiç benimsemez. Demokrasilerde hukuk her zaman her şeyin, elbetteki devletin de üstündedir.

Cumhuriyet için devlet, demokrasi için birey-toplum önceliklidir. Cumhuriyetçi kültür, birey, toplum, ülke ve milleti devlet için gerekli görürken. demokratik kültür ise, devleti birey, toplum, ülke ve millet için bir araç olarak kabul eder.

İşte bu noktada Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş şartlarıyla, bugünkü gelişen Türkiye toplumu arasında, hep aşılamayan bir duvar olmuştur. Kimileri demokrasi adına bu duvarın artık yıkılması gerektiğini düşünürken, bazıları bu duvarın daha da kalınlaşması ve yükseltilmesi gerektiğini düşünmektedirler.

Burada cumhuriyetimizin kurucusuna karşı saygısızlık yapıldığı gibi bir izlenim asla doğmasın. O günkü şartlarda Atatürk, yapabileceğinin en iyisini, en güzelini, en doğrusunu, en mükemmelini yapmıştır. Cumhuriyet’in demokratik bir yapıya kavuşturulmasına ise, sonraki dönemde yönetimi ele geçirenler nedense bir türlü izin vermek istememişlerdir.

Çok partili hayata geçilmesinden ve ilk demokratik adımların atılmasından itibaren Türk halkı, cumhuriyeti kurmakla övünenlerin gözünde rüştünü bir türlü ispat edememiş, kendi kendini idare edecek seviyeye bir türlü gelememiştir. Yani kısacası bu ülke insanı demokrasiye layık bulunmamıştır.

Üç kez üst üste halkın iradesiyle iktidara gelen Demokrat Parti, 27 Mayıs ihtilaliyle, devrilmiş, kapatılmış, Menderes ve iki bakan arkadaşı idamla cezalandırılmıştır.

Halkın arzusuyla yapıldığı belirtilen ihtilal sonrasında halk yine kendine yakın bulduğu partileri iktidara getirmiş, iki seçimi üst üste kazanan Adalet Partisi hükümeti, 12 Mart muhtırasıyla istifa ettirilmiştir.

Ara rejim denemelerinden sonra 1973 ve 1977 seçimlerinde yine istenilen neticeler alınamayınca, Türkiye bir kardeş kavgasının içine sokulmuş, sağcı ve solcu adı altında gençlerimiz birbirine kırdırılmıştır. Sonra da ülkemizi bu kaostan kurtarmak için ordumuz tekrar devreye girmiş ve 12 Eylül ihtilali yapılmıştır.

Her askeri harekatta 20 yıl, 30 yıl geriye giden ülke ekonomisi ve demokrasisi, inanılmaz bir şekilde tekrar toparlanıp, millet yine demokrasiden yana olunca, 28 Şubat’ta asker bir kez daha devreye girmiş ve demokratik yapı altüst edilmiştir.

2001 krizinin ardından, ülkemiz ancak dışarıdan yardım alınarak yönetilmeye çalışılırken bu sefer de ortaya hiç beklenmedik ve umulmadık şekilde bir lider ve bir parti çıkmış, demokrasiyi bu millete layık görmeyenlerin hesapları bir kere daha ters tepmiştir.

Parlamentoda çoğunluğu bulunan bir partiye cumhurbaşkanı seçtirmemek için akla hayale gelmedik senaryolar denenmiş, sonunda aynı parti oylarını daha da artırarak iktidara gelince, açık açık bazı güçler hükümete karşı komplolar kurmaya çalışmışlardır.

Ergenekon yapılanması adı altında ortaya çıkan acı gerçekler, üzerinde hayli düşünülmesi gereken konuları gözler önüne sermiş, bugün geldiğimiz noktada yapılacak seçimler, halkın vesayetini bir türlü elinden bırakmak istemeyen, toplum mühendisliğine soyunmuş güçlerle, halkın demokratik özgürlüğü arasında yapılacak bir tercihin ortaya konması meselesine dönüşmüştür.

İşte 12 Haziran seçimlerinin önemi buradadır.

Ya bugüne kadar bizi kendi istediği gibi yönetmeye çalışanlara tekrar imkan sağlayıp demokrasiden vazgeçtiğimizi ve onlara teslim olduğumuzu söyleyeceğiz, ya da bu vesayetten kurtulup özgürlükçü bir demokrasiye kavuşacağız.

İşte bu durumda oyumuzu kime, niçin vereceğimizi tartışmaya yarın da devam edeceğiz.

 
Toplam blog
: 859
: 979
Kayıt tarihi
: 21.06.06
 
 

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, ekonomik..