Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Kasım '08

 
Kategori
Siyaset
 

Cuntanın Atatürk'ünden bolşevik Atatürk'e uzanan yol

Cuntanın Atatürk'ünden bolşevik Atatürk'e uzanan yol
 

1980’le 1990 arası, Atatürkçülüğün Cumhuriyet tarihinde en fazla yıprandığı zaman dilimiydi. Bu yıpranma, Mustafa Kemal düşmanlarından değil, 80 cuntacılarının darbelerini meşru kılmak adına Atatürk’ü kendilerine kalkan yapma çabalarından kaynaklanmıştı. Bu dönem Mustafa Kemal’in gerçek bir kişilikten soyutlanıp bir mite dönüştürüldüğü süreç oldu. Atatürk bu dönemde “büyük insan”dan, “ulu ve yüce bir varlığa” doğru sıçradı. Cuntanın yarattığı Atatürk imgesinden, Mustafa Kemal’den hoşnut olmayanlar kadar, Mustafa Kemal’den fazlası ile hoşnut olanlarda oldukça rahatsız olmuşlardı. Ne de olsa, Mustafa Kemal iyiden iyiye, çağdaş bir cumhuriyetin kuruculuğundan, bir asker cumhuriyetinin, otoriter düzenin simgesi haline dönüştürülmüştü.

Cuntanın tüm çabalarına karşın sivil toplumda, özellikle sol camiada Mustafa Kemal algısı, otoriter devlet tarafından dayatılan imgeden oldukça farklıydı. Ama elbette bu kadar ideolojik dayatmaya dayanmanın da bir sınırı vardı. Bu imgenin enjekte edildiği kuşak yavaş yavaş büyüyordu neticede.

Bu durum 90’ların ilk çeyreğine kadar devam etti. Ancak bu tarihten itibaren, Kemalist sivil unsurların eski kuşağı ile 80 öncesinde sola sempati duyan bir kesim bu imgeye, -büyük olasılıkla- doğruluğunu hala çok kabullenmeselerde sarılmak zorunda kaldıklar. Çünkü denize düşmüşlerdi.

1994 yılı, günümüze kadar süren 15 yıllık travmanın başlangıç dönemi oldu. Kemalist sol, hikayelerin klasik girişinin gerçek olduğunu fark etti. Az gidilmiş, uz gidilmiş, dere tepe düz gidilmiş, bir de arkalarına bakmışlar ki, bir karışçık yol gidilmişti. Cumhuriyeti kurup, zamanla değiştirdiklerini, modernleştirdiklerini düşündükleri gerici, cahil toplum aniden zombi gibi karşılarına çıkmıştı.

1994 yılında, daha önce en fazla %10 oy alabileceği iddia edilen İslamcı kesimin temsilcisi olan Refah Partisi, yerel seçimlerde, aldığı %19,14 oyla beraber başta ülkenin en büyük iki şehri ile 4 tane daha büyükşehir belediye başkanlığı daha kazanarak bir andan ülke gündemine düştü.

Ki bu Refah Partisi’nin kazandığı dört belediye başkanlığından İstanbul, Ankara, Adana ve Kayseri’yi bir önceki seçimlerde büyük oy farkları ile SHP kazanmıştı. Yani değişim son derece çarpıcı idi.

Ertesi yıl genel seçimlerde, Refah Partisi, %21,38 oy alıp sandıktan birinci parti olarak çıkınca, sol ve Kemalist kitlenin önemli bir kısmı için, 1980 cuntacıları ile aralarındaki ayrımlar ve Atatürk algısındaki farklılıkta yavaş yavaş kapanmaya başlamıştı.

Bu duruma elbette yanlış bir tespit ve analiz (1) yol açtı. Ama sol kitle, akılselim ve serin düşünme becerisi yitirmişti. Sorunu basitçe varlık yokluk meselesi olarak algılamaya başlamıştı. Bu durumda, kendilerini var edecek bir simge olarak cuntanın Atatürk’ü son derece faydalı bir araçtı. Yüksek idealler uğruna, gerekirse demokrasiyi kısa süreler için devre dışı bırakmak, insan haklarını teferruata indirgemek ve bu mantığa uygun bir bir iç ve dış düşmanlar konsepti kurmak gerekiyordu. Ve tüm bunlar günümüze kadar bu kitlenin zihninde yavaş yavaş örülerek bugünkü travmanın en üst noktasına ulaşıldı.

Cuntacıların Atatürk’ü ile, solun ya da modern sivil kesimlerin Mustafa Kemal’inin kesişmesinin ilk adımları 1997 yılındaki 28 Şubat süreci ile yaşandı. Bu kesimler, Refah Partisinden kurtulabilmek için, derin devletin ince ayar darbesine göz yummanın ötesinde açıktan destek vermek durumunda kaldılar. İşte bu süreç, suç ortaklığının da geliştiği ve bu dönemden sonra Kemalist solun ve asker cumhuriyetinin birbirlerinin suç ve günahlarını örtmek için çabaladıkları dönemin başlangıcı oldu.

Tüm bunlarda her iki kesimde bir beis görmüyorlardı, çünkü Atatürk’te zamanında benzer yöntemleri uygulamıştı. Türkiye, hala bir türlü bitiremediği devrim sürecini yaşadığına, o dönem ülkemizi işgal eden emperyalist ülkeler hala varlıklarını devam ettirdiklerine göre, Atatürk’ün yöntemlerini, abartarak, kabartarak, ona ait bugün işe yaramayacak bazı gerçeklerin üstünü örterek, basit ve düz mantıkla tekrar etmekte bir sakınca yoktu neticede.

İçten içe sık sık kendilerine tekrar ettikleri ve içine girdikleri çıkmazı teorize etmelerini sağlayan mantık kısaca şuydu; “demokrasi bizim sonumuz olur, çünkü karşımızdaki gericiler ve eski düzen yanlıları çoğunluk, daha da kötüsü bu düzenden eziyet çekmiş bir çoğunluk. Bundan sonra ya onlar var olacak ya da biz” Bu mantık ne yazık ki, siyasi tespit anlamında doğru olmadığı gibi, siyasi süreçleri dışlayan, modern dönemlerde meşruluğu kalmayan yol ve yöntemler üreten bir mantıkdı.

Zaman zaman cunta söylemlerine yaklaşmanın ve zamanında kendilerine hayatı dar eden derin devletle ele ele vermenin huzursuzluğunu ve şaşkınlığını hisseden bazıları için, yeni Atatürk imgesi imdada yetişti; Bolşevik Atatürk. Bu imge, içinde kurt gibi büyüyen, otoriter zihniyetlerin tuzağına düşmüş olma şüphesinden, girişilen uğraşın aslen bir devrim olduğu kesinliği ile çıkılmasına yarıyordu. Söylemleri biraz sertleştirerek sola bükmek, solun bazı temel –ama kullanırken günümüzün çetrefilleşmiş koşullarından dolayı özen gösterilmesini gereken- sloganlarına kabaca sarılmakta, nasyonel sosyalizm ile komünizm arasındaki ayrımı yaratarak bir iç huzur sağlıyordu.

Bu noktada, bu yeni imgenin Türkiye’de solun kafasını karıştırmak konusunda uzman olan bazı çevrelerce üretildiğini eklemek lazım. Bu isimler içinde, Doğu Perinçek ve İşçi Partisi, Yalçın Küçük ve Türk Solu dergisi ve çevresini sayabiliriz. Bu isimler işte tamda bu toplumsal psikolojinin kokusunu alarak yepyeni, bolşevik bir Mustafa Kemal imgesini piyasaya sürdüler. Garip bir şekilde, bu imgenin daha fazla işlerine yarayacaklarını düşünen Turancı ve derin devletçi isimler, ona sahip çıkmakta bir sorun görmediler. Neticede onlar için Mustafa Kemal’de ölmüştü, bolşevizmde. Bu imge, onların niyetlendikleri otoriter düzene hizmet ettiği müddetçe bir zararı yoktu.

Tüm bunlara, solun siyaset yapmaktan vazgeçip, Türkiye’de zaten fazlası ile suni olan laiklik ve çağdaş yaşam tarzını koruma görevini devletin derin sahiplerine terk etmesi yol açtı. Oysa sistemle problemi olan kesimleri sahiplenen ve düzen değişikliğini özgürlüğü ve demokrasiyi daha da derinleştirerek yapmayı görev edinen bir sol politika geliştirilebilse, sürecin bugün geldiğimiz noktadan daha farklı olacağı kesindi. Ama işte tamda bu nokta, düzenin egemen güçlerinin, devletin derin sahiplerinin en son isteyeceği şeydi.

Türk solu, 15 yıldan beridir girdiği bu ters yoldan bir türlü çıkmayı beceremiyor. Daha da kötüsü bu yolda aldıkları her yenilgi sonrasında travmasını daha da derinleştirip, imgelerini ve algılarını hayattan ve gerçekten daha da koparmasına neden oluyor. Aynen Bolşevik Mustafa Kemal gibi.


(1) Bu arada şu yanlış tespit üzerinde biraz durmak istiyorum. Kemalist sol, o dönem RP’nin yükselişini, aynen bugün olduğu gibi şeriat talebinin hortlaması olarak gördü. Oysaki sosyal olgular bunu desteklemiyordu. Örneğin Refah Partisinin 1994 yılında aldığı oyları bir önceki seçimle karşılaştığımızda, bu oyların 1989 yılında sol partilerden kayan oylar olduğu rahatlıkla görülr. 1989 yılında İstanbul Belediye Başkanlığı seçimi oylarında ANAP ve DYP’nin aldığı toplam oy %38,54’dü. Aynı iki partinin 1994 yılında aynı belediye başkanlığı seçimi için aldığı oy toplamı ise 36,76’ydı. Yani merkez sağ, –İstanbul’un merkez yerleşimlerinden, büyük ve orta sermayeden aldığı- oyları koruyabilmişti. Oysa, solun 1989 seçiminde aldığı toplam oy %49,23 iken, 1994’de %33,65’e düşmüştü. Kaybedilen oy % %16 dolaylarındaydı. Bu oyların Refah Partisine kaydığının ispatı ise o partinin oy farkında kolaylıkla gözüküyordu; 1989 oyu %10,75, 1994 oyu %25,30. Yani %15’lik artış.

Bu solun bir önceki seçimde varoşlardan aldığı oyu Refah partisine kaptırdığını gösteriyordu. Sol, sistemden beslenemeyenlerin desteğini kaybetmiş, oyları sistem karşıtı başka bir partiye kaptırmıştı. 5 yıl önce sola oy veren kitlenin aniden şeriat beklentisine girmesi mümkün olamayacağına göre, burada ortaya çıkan tek yorum, solun umutsuzların umudu olma işlevini kaybetmiş olmasıydı. Bu, bugün dayatılan devrim-karşıdevrim, laiklik-şeriatçılık ayrımının gerçek olmadığı, gerçek sorunun toplumun ezilen ve fakir kesimlerinin sistemden pay ve temsil talebi olduğu rahatça anlaşılır.

 
Toplam blog
: 453
: 1826
Kayıt tarihi
: 14.11.06
 
 

36 güneş yılı. 27 yıl G.antep, 9 yıl İstanbul. İstanbul, 90’lı yıllarda yaşandı, bitti.  Hep şe..