Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Aralık '14

 
Kategori
Deneme
 

Dağ evi

Dağ evi
 

Bir dağ evinde sabahladım dün gece. Meşe kütüklerinin sobada yanması ile ortaya çıkan alevlerin raksını seyrettim... Teneke soba kızardıkça ateşin harı daha yoğun yansıyordu gözbebeklerime. Çinkoları çıtlamış bir demlik cızırdıyordu sobanın üstünde.

Belli ki dışarıda sert esiyordu rüzgâr. Kapının önündeki bir çift akkavağın canhıraş savrulması, birbirine çarpmasından anlaşılıyordu. Sessizlik hükmünü yitirmiş gibiydi...

Henüz geleli bir gün olmuştu. Kaçmak istemiştim yaşamın gürültüsünden. Kalabalıklarda kaybettiğim bulmak istemiştim,

Düşünmek için sessizliği seçmem ne güzel olmuştu

Elime kalemi almadığım günler geçti gözlerimin önünden. Kendimi yaşamadığım günler, yaşanmış tüm zaman ve mekânlar geldi bir bir...

Bilgisayar başında geçirdiğim anlara acıdım.

Yoğunlaşmış bir yaşamda savrulduğum, savrulurken de etrafımdan uzaklaştığım zaman dilimine yandım.

En son ne zaman kendim için bir şeyler yapmıştım?

En son ne zaman ailemle keyifli birkaç saat geçirmiştim?

En son ne zaman dostlarım için muhabbet sofraları kurmuştum?

Benzer birçok yanıtsız soru peş peşe usumdan inmeye başladı. Evet, bu dağ evi kendimi bulmaya yarayacaktı. Gerçi yine planlıydı buradaki geçirilecek zaman dilimi.

Sahi plansız geçecek bir anım hiç olmayacak mıydı?

Bir sürü soru sormak geçiyordu içimden. Diğer taraftan bu sorulara ait cevapların altında ezilmek korkusu hâkimdi düşlerimde.

Kaçına cevap verebilirdim?

Kaç problemi çözebilirdim?

En son ne zaman gülümsemiştim?

Sorularıma gülümsedim. Çünkü anlamsız gelmişti. Nedeni ise beni çevremde yaşam dolu şen şakrak biri olarak bilirlerdi. Hiç suratımı astığımı gören olmamıştı diyebilirim.

Peki, yüzüm bu kadar gülümserken neden suskundum ki?

Neden içime kapanıktım?

Neden içimde fırtınalar kopuyordu?

Neden kendimi yakıyordum derinlerde?

Neden gözbebeklerim mahzundu?

Neden, neden, neden?

İçimde yanan ışığın git gide azaldığını düşünüyorum. Oysa etrafımda ki her şeyin mutlu ve huzurlu olması için yıllarca savaştım... Savaşmaya da devam edeceğim. Belki de yaşamın gereği bu. İnsanlar kendileri kadar başkaları için de yaşıyorlar.

Peki, hiç mi kendimiz için yaşamayalım?

Sahi, neden bu kadar çok soru soruyordum kendime. Durup dururken nerden kaynaklandı bu soru sormalar? Anlaşılan bu yalnızlık bana hiç iyi gelmedi. Peki, neydi o zamanda bizleri koşturan?

Bizleri kendimizden geçiren neydi?

Neydi çok sosyal görünüp de çevresine bu kadar duyarsız bırakan?

Neydi paylaşamadığımız üç günlük dünya?

Ah dağ evi!

Ah sobanın nar gibi yüzü!

Ah ateş!

Beni ağırdan yeniden yakmaya başladınız. Yanmak bu kadar mı güzel olurmuş? Sanırım. Yandıkça kendimi buluyorum. Yıllarca ruhumu kat kat hiçliklerle öre öre kendimi hapsetmişim. Kendimi uzaklaştırmışım kendimden.

Şimdi dışarı çıkmalıyım. O soğuğu kemiklerime kadar hissetmeliyim. Karanlıkta ışığımı bulmalıyım. Bedenimdeki kanımın çekilip kurumasına aldırmayıp rüzgârın şiddetiyle savrulmalıyım...

....................

Bugün neler oluyor bana?

Acaba yeryüzünde benim gibi düşünen, benim gibi hisseden kaç kişi var?

Kaç kişi şimdi benim gibi haykırmaya çalışıyor gecenin bu saatinde, karanlığın yüreğine?

Kaç kişi farkında suskunluğunun?

Tüm bunları düşünürken çocukluk günlerimi anımsıyorum:

Almus, ey çocukluk yıllarımın geçtiği güzel şehir. En fazla sende haykırdım. En fazla sende mutlu oldum.  En fazla sende doldum. Neredeler acaba şimdi Dudu ninem, Şeker teyzem, Hasan emmim, Osman, Mustafa, Faik, Bülent, Kazım, Ali, Hayati, Dürdane, Ziraatçı Fatma ablam, Fadime ninem. Adını hatırlayamadığım bir sürü güzel insan.

Ne güzel günlerdi o günler? 1970’li yıllar çocukluğumun çiçeklendiği güzel yıllar. İnsanlar ne güzeldi. Tüm evlerin kapısı gece gündüz ardına kadar açılırdı. Gün doğarken kalkılır, herkes evinin önünü pırıl pırıl temizlerdi. Sokağımızda ne toz olurdu, ne gürültü. Tek gürültü, çocuk yüreğimizle oynadığımız oyunlarda çıkardığımız mutluluk sesleriydi. Okuldan arta kalan zamanı hep oyunlarla geçirirdik. Karnımız acıktığında hangi evin kapısı açıksa oraya girer, açlığımızı giderirdik..

Sokağımızın güzel insanları, o kadar çocuğun kahrını çekerler, bir kez de olsa of demezlerdi. Annelerimiz bir araya gelir, ellerinde işleri muhabbetleri yaparlardı ev önlerinde. Babalar da işlerine giderdi. Akşam oldu mu sokağımızda şenlikler olurdu. Mahallede biri hasta olsa hepimiz koşardık oraya. Bir cenaze olsa, aylarca ne radyo açılırdı evlerde ne de televizyon izlenirdi... Birbirimize sevgimizde saygımızda içtendi. Kötü söz kullandığımızı hatırlamıyorum. Demek ki sevginin olduğu yerde kötülük barınamıyor. İnsanların birbirine kızma gerekçesi ortadan kalktığında huzuru doyasıya yaşıyorsunuz.

Peki, hiç mi birbirimize kızdığımız, küstüğümüz olmuyor?

Tabi ki oluyordu. Ama insanlar, hatalarını hemen anlıyor özür diliyorlardı birbirlerinden. Küslükler birkaç istisna dışında birkaç günü asla geçmezdi.

O günlerde dolduk insanlıkla.

O günlerde öğrendik sevgiyi, saygıyı, vefayı.

O günlerde öğrendik yardımlaşmayı.

O günlerde öğrendik paranın her şey olmadığını.

Anlaşılan o ki günlerde dolduğumuz iyilik küpü şimdi azar azar boşalıyoruz. İnsanlığımız azalıyor. Sevgimiz, saygımız muhabbetimiz zayıflıyor. Egonun ve paranın kulu olmaya başladık desek çok yerinde konuşmuş oluruz...

Of yine üzüldüm şimdi ki nesli düşündükçe. Çünkü onların yaşadığı evrenin dengesi bozuldu. Biz yine şanslıymışız ki onlar kadar dengesiz

Peki, yeni doğan bebelerin günahı kime ait?

Onlara böyle bir ortam bırakan bizler, onları davranışlarından ötürü nasıl sorgulayabiliriz? Onları asilikle, anlayışsızlıkla nasıl suçlayabiliriz?

Bir gün; öğretmenimiz tartışma konusu vermişti. Yoğurt siyah mı beyaz mı? Bu tartışma konusu için iki grup seçilmişti. Ben siyah olduğunu savunan grup içerisindeydim. Daha başlamadan kaybetmiştim tartışmayı. Yoğurt hiç siyah olur muydu? Tabi kaybettik. Şimdi düşünüyorum da, yoğurt ta siyahmış. Neredeyse beyaz hiçbir şey yokmuş. Nereden  bilelim o zaman her şey göründüğü gibi olduğunu?. Siyah siyahtı, beyaz da beyaz. Şimdi öyle mi? Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Öğretmenimizi şimdi daha iyi anlıyorum. Ta o günlerden bugünlere hazırlamak istemiş bizleri aslında, böylesi zıt anlamlarla... Fikirler ve anlatım gücü ile yoğurtun siyah olduğunu o günlerde ispat etmemiz gerektiğini bizlere öğretmeye çalışmış. Ah! Osman Hocam saygıyla yâd ediyorum seni.

Ömür işte akıp gidiyor.

Artık oturmanın zamanı değil. Kalkıp şu kapıyı açayım da, yüzleşeyim tüm yalınlığı ile gerçeklerin.

Sobaya bir kütük daha atıp dışarı çıkmak için hazırlanmaya başladım. Gocuğumu, atkımı, yün beremi ve eldivenlerimi giydim. Tam çıkacaktım ki dur dedi benliğim. Dur, nereye gidiyorsun öyle? Üzerindekileri çıkart öyle çık dışarı. Soğuk işlesin ta içine, ayaz yalasın tenini, karanlık sarsın tüm benliğini. O soğuğu, ayazı, karanlığı hissederek ısın ve ışığı bul!

Tereddüt etmeden soyundum giyindiğim fazlalıklardan. Kapıyı açmamla iliğime kadar duyumsadım tüm gerçeklikleri. En küçük hücreme kadar titrediğimi hissettim. Kendimi karanlığın güçlü kollarına bıraktığımda usum kendini yenilemeye başlamıştı bile.

Ne çakalların uluması umurumdaydı ne de baykuşun tiz sesi.

Ne ayaklarıma batan buz kırıkları ne de ayazın gözükmeyen çisentisi. Dudaklarımdan birkaç mısra döküldü;

Notaları ustası, çalarsa ahenk vardır,

Kulağını iyi ver, her seste mihenk vardır.”

Beynimin bütün hücreleri ayaklanmıştı. Ruhum, o ahengi bulmak, tüm yaşananlarda ve yaşanacaklarda mevcut mihenge ulaşmak istiyordu...

Ruhumun buz tutmuş kirleri tek tek dökülmeye başladı. Ayazın şiddeti damarlarımda dolaşan ne kadar mikrop varsa, içine işleyip ortadan kaldırmaya başladı. Artık ayaklarımın altında soğuk kütleler yerine, sımsıcak kum zerrelerini duymaya başlamıştım sanki. Üşümem geçmiş gözlerim karanlıkta bir ışık huzmesine odaklanmıştı.

O ışık huzmesi umuttu.

O ışık huzmesi içimdeki sevgi kırıntıları idi.

O ışık huzmesi gözbebeklerimde saklı tebessümdü.

Kısacası O ışık huzmesi bendim.

Peki siz?

Denemeye değer mi böylesi bir yolculuğa çıkmak?

Denemeye değer mi, geçmişinle yeniden yüzleşmeye?

Haa, ne dersiniz?

.......................

Bedeli mi?

“.....!”

 

Ünal KAR

Şair-Yazar

 

 
Toplam blog
: 22
: 308
Kayıt tarihi
: 17.08.09
 
 

1966 yılında Tokat Yeşilyurt ilçesinde(Arabacımusaköyü) doğdu. 1984 yılında Erzincan Ziraat Mesle..