Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Eylül '09

 
Kategori
Güncel
 

Dere yatağında yatan

Dere yatağında yatan, ölümle beraber yatar. Ölümle beraber kalkar!..

Bir karavancı olarak, yurt içinde, yurt dışında, kaldığım her karavan kampında, en dikkat ettiğim konu, bu dere yatağı meselesi olmuştur. Şile’deki kıytırık gibi görünen Pot deresi bile, Bir karavanın yarı yüksekliğini aşacak seviyede, Şile ovasını bir tarihte basmıştı. Allah’tan o kış kampta hiç karavan yoktu. Şantiyelerde de işçi bulunmuyordu. Dolayısı ile yazlık evlerde mal kaybı olsa da, can kaybı olmadı. Belki sizlere şaka gibi gelir ama, su çekildikten sonra kalan birikintilerden, millet birkaç gün canlı balık topladı. Bazıları da su için kuyuya attıkları kovalarla, kuyudan su yerine balık çekti. En komiği de, avlanmaya çıkanlar, otlar arasında kımıldayan neye ateş etseler, kuş yerine balık vurdu. Suyun huyunu anlamayanlar huysuz kalırlar. Bu söz kısaca şu anlama gelir.. Ölürler.. Ölenin de huyu olmaz!.. Ama suyu olur. O su da Onu boğan ciğerlerindeki sudur. Bu satırları üzülerek, hem de çok üzülerek yazıyorum. Üzülme sebebim sel değil; ahlâk yoksunu el...

Kalkmış köyünden, tasını tarağını toplamış. Bilmediği bir şehrin, bilmediği bir yerinde, bilmediği bütün kültürlere rağmen, bir ev almış ya da kiralamış. Neyin önünde ya da üzerinde oturduğunu da bilmeden, orada oturuyor. Bu evlerin çoğu da, kaçak yapılmış. Seçim arifelerinde belki tapuları dağıtılmış ya da dağıtılmamış. Ancak kanun dışı evlerden oldukları aslında kesin olan evlerden. Bunun için bir araştırma yapmaya bile gerek yok. Bu şehri, bu şehirliye rağmen, bu tür bir zümre istilâ etti. Sonra da talan etti. Esas manası itibariyle talan, bir istilâ sonrası istilâ orduları tarafından yapılan bir iştir. Bu istilâya sonra da bu talana, bundan önceki tüm hükümetler, çanak tuttular. Ve bu rezilliği, asla öğrenemeyecekleri, demokrasi adına yaptılar. Bu hükümetin bu çanağı tutmasına pek fazla imkân yok. Muhalefet kendi suçu için dahî, sürekli iktidarın yakasına sarılırken, bir de bunlar, bu kaçak evlere tapu dağıtmış olsalar, Afeşin tarlası gibi yanarlardı, zannımca. Kaldı ki, bu belediyelerin nice kaçak evleri yıktıklarını da, görmedik değil. Ancak asıl mesele bu değil...

Neticede o gece, nerede yattığını hiç düşünmeden, dere yatağında yatanlar, ölümle beraber yatmış ve Kırk kişi ölü kayıp çok kötü bir netice alınmış, zarar ziyan açısından da, oldukça fena bir muhasebeye varılmıştır.. Ben en çok, o bölgenin o hâle gelmesinde, bigünah olan TIR şoförleri ile hapishane minibüsü gibi bir minibüste can veren, işçi bacılarıma ve tesadüfen oradan geçerken ölenlere üzüldüm. Diğerlerinin ki; her zaman olduğu gibi, bilerek lâdes. Taammüden intihar. Ancak asıl mesele bu da değil...

Bu arada medya mensûbîni tarafından, adına kestirmeden ve her zamanki gibi, yanlış bir şekilde “Yağma” denilen, ancak yağma şartları ile pek bir ilgisi olmayan, hukuken “Nitelikli hırsızlık” cürümü ile ifadesini bulan, bir başkasının mağduriyetinden, haksız yere kâr elde etmek amaçlı, sürü sepet hatta başka şehirlerden dahî, bu iş için felâket bölgesine, organize bir şekilde gelmiş olan, insan manzaraları da vardı, ortalarda... Ve yaptıkları bu hırsızlıktan utanmayan bu kişiler, bu soysuzlukları ile neredeyse iftihar eder bir hâl de sergilediler, kameralar karşısında. Dağdaki silâhlı adamla, bunlar arasında vicdan ve akıl ve ahlâk açısından ne fark olduğunu, Siz hiç düşündünüz mü?!. Tabii esas mesele bu da değil.

Yetkili ağızlarca, bir saat içinde metre kareye 180 ile 220 kg. üzerinde yağış düştüğü söylenmekte. Bu durum zaten başlı başına bir felâket sebebidir. Ne tekim, Avrupa’nın bazı kentlerinde, buna benzer yağışlarla meydana gelerek, geçtiğimiz senelerde yaşanmış olan felâketler, hiç de yabana atılır cinsten felâketler değildi. Yer altındaki metro istasyonlarını bile, sular basmış, insanlar canlarını zor kurtarmışlardı. Bazı şehirlerin tümüne yakını, yaşanmaz bir hâle gelmişti. Su bu... Şakası ve affı aslâ yoktur. Ateşe su sıkar söndürürsün ama, suya ateşle hiçbir şey yapamazsın. Suyun tedbiri, dere yatağının huyuna göre alınırsa alınır. İyice düşünün ki, hem dere yatağı iskâna açılmış. Hem de afet hâlinde bir yağmur yağmış. Olacağı bundan başka bir şey olamazdı. Olmadı da zaten. Ve fakat mesele bu da değil.

Efendim bu afet, o dere yatağının ve vadinin başındaki, tatbikat amaçlı askerî bir göleti patlatmış, dolayısı ile oradan gelen su, bu neticeyi yaratmış. Bundan önce olan, ve buna benzeyen, bir durum daha yaşandığında da, aynı gölet mi, yine patlamış ve önüne geleni, bu kerrede de olduğu gibi, denize kadar atmıştı?. Yoksa sadece fazla oranda yağan yağmur mu, o olaylara sebep olmuştu?. Bu konuda Sayın Başbakan ile İBB Sayın Başkanı arasında, nedense bir görüş ayrılığı var?!. Gölet de patlamış olsa, neticenin yine bu olmaması gereği vardı. Çünkü bu sahanın ıslah edilmiş ve iskâna kapalı saha olması gerekirdi. Oysa bu bölge, sonuna kadar iskâna açık bir bölge. Üzerinde cirit atmak için, tam istendiği gibi bir bölge. Oh be!... Ama mesele bu da değil.

Olan olmuş, kaçamayan boğulmuş. Kaçabilen kurtulmuş. Allah’ımıza dua edelim ki; bu işler mesai saatlerinde olmamış. Şayet öyle olmuş olsa; o civarlarda ağır nüfus kayıpları verileceği, çok kesindi. Halâ ceset arıyor, bir yandan da cenaze kaldırıyor olurduk. Esasen bir şehir îmar edilirken, o şehirde olabilecek her şey düşünülmelidir. Evler iskambil kâğıdı gibi, yan yana, karşı karşıya çok yakın mesafelerde eften püften bir hâlde dizilmemelidir. Ana yolların çevresinde, doğal afetlere müsait tehlike çemberleri bulunmamalıdır. Keza bir şehrin her köşesine, her tür kurtarma amaçlı araç ulaşabilmelidir. Oysa bizde, bir itfaiye aracının bir mahallede, yanan bir evin önüne gelebilmesi bile, mucize cinsinden bir olay olarak kabul edilebilir. Her akla inat, bizde en ana cadde bile, çok dar olduğundan ve apartman altlarında garajlar da bulunmadığından, yollar çift sıra oto park halinde, yaman bir rezalettir. Ve fakat mesele bu da değil.

Üzerinde nehir olup akan O ekspres yolun ana adı neydi? Ne ekspres yoluydu? Her neyse.. Şimdi hatırlayamıyorum!. Belki hatırlayamamam da, kayda geçmemesi açısından, yarar da vardır. Ancak, her konuda üstün feraseti ile taktir ettiğimiz basınımızın, TV kanallarımızın yani medyamızın, o yolla herhangi bir ilgisi bulunmaması da, bu felâketi körüklemiş olabilir. Zîra zaman zaman birinci kuvvet olmaya bile soyunan medyamızın, mensuplarından yeni yetme biri bile, sadece bir sefer, o ana ismini unuttuğum ekspres yoldan geçmiş olsa, müstakbel felâketi görüp ya da sezip, hemen manşete ya da ekranlara taşıyabilir, bu sayede de bu yaşananlar, yaşanmamış olabilirdi. Ancak hepsi ve haklı olarak, olması gerektiği gibi, şehrin bir ucunda değil de, habere yakın olması açısından, tam şehir merkezinde bulunduklarından, daha önce de böyle bir şey hiç yaşanmamış olduğundan, bu önemli konuyu, gerekli hatalar düzeltilene kadar, sütunlarında ekranlarında tutmamışlardır... Bu olayla anlaşıldığı üzre: Hatta konuya o kadar yabancılardır ki; nazı moderatörlerin, haber spikerlerinin, programlarına telefonla misafir ettikleri kişilere sordukları suallerden de anlaşılacağı üzre: Konuya yabancılıkları ile adeta hepsi Fransız, İtalyan, İspanyol falan dahî değiller. Hassaten Marslı, Uranüslü Neptünlü gibilerdir. Oysa bendeniz bile, orada kaç kamyon parkı olduğunu, bu olaydan kaç gün önce, hangi parkı İBB’nin kapattığını, bu yerlere hangi hükümetler ve belediye başkanları zamanında izin verildiğini, oranın esas isminin bab-ı telli olduğunu bile biliyorum?!. Ancak nedense yolun ana ismini hatırlayamıyorum?!. Buna rağmen, mesele bu da değil.

Muhalefete gün doğdu. Siyasîlerin kapışma zemini bulmaları için, bir bu sel felâketi eksikti. Çok büyük bir rahatlıkla, ana muhalefetten belli bazı kişilerin, ellerinde bir kâğıt parçası ya da bir dosya ile ortaya çıkıp, “- İşte iktidarın İstanbul’u bölmek için, mübarek Ramazan ayında, camilerde kasten yaptırttığı yağmur duasının, belgesi burada arkadaşlar.” dememesine, gerçekten çok şaşırırım. Şu an bile denilenlere zaten bakıp da, şaşırmamak elde değil. Hem o kadar elde değil ki, bu konuda ne diyeceğimi bile bilemiyorum. Ne ayıptır, acılar üzerine siyaset yapmaya çalışmak. Ancak, denilenlerden bir tanesi kayda değer. O denilen de: Dere yatağındaki her şeyin, hatır gönül dinlemeden yıkılacağı. Şayet yıkılacak olursa, bir gerçeği de anlamış olacağız. Demek oradaki iskânların müsebbibi, bu iktidarın belediyesi değil. Oysa, yakından uzaktan, o civarda geçmiş bir tarihte ya da şimdi, bir medya unsuru bulunmuş olsaydı; A’dan Z’ye bütün iskânları, kimlerin hangi tarihlerde verdiğinden, alınan ruhsatlardan kimlerin mesul olacağına kadar, hatta kendi oturdukları binaların bile, iskân sıkıntılarını da ortalayarak, gerekli kalelere gereken sağlam goller atılabilirdi. Ama medya oraya çok uzak kaldığı için, böyle bir şey olmadı, olamayacak. Bu duruma Sizler de hak veririsiniz ama, esas mesele bu da değil.

Sadece Etiler, Bağdat caddesi, Boğaz sahilleri, Beyoğlu falan maganda ve magandiye dolu değil. Asıl maganda ve magandiye Dünya’da dolu. Üstelik O magandalar ile magandiyeler okumuş mastır ve hatta doktora yapmış, kül kültür sahibi muhtemelen profesör tipler. Kastettiğim O itler, Dünya’nın çivisini bir hışımda yerinden söküp, o çiviyi atmosfere sokan ve de ozonun canını acıtan tipler. Bu tipler ile Onlara hükmedenler sayesinde, açıkça belli olduğu üzre: Havalar bundan böyle, hep böyle kötüye doğru değişerek sürecek. Tabii bu atraksiyonlar, henüz tabiatın ve gelecek olan, önü de alınamaz muhteşem felâketlerin, reklâmasyon kısmı. Bu bile adam olana yeter de artar bile. Ama bu gerçeği anlayacaklar kimler?!. Adam diye birileri mi var?!. Aya Mama’yı çözemeyen, bu Dünya meselesini mi çözecek? Asıl büyük gün, kutup buzları tamamen eriyip, Sultan Selim camiinin minaresinden ya da Eyfel kulesinin tepesinden vapura bindiğimiz gün olacak. Bir yanda Hz. Nuh’un kulaklarını çınlatırken, O gün Dünya servetini tüketmemek adına, tabii çok ciddi bir anlaşma yapılacak ama çare olmayacak. Beşerin bu gerçeği görmemesi, fecî bir geleceğe işaret etmekle birlikte, mesele bu da değil.

Diğer bir taraftan, muhalefeti çok taktir ettiğim, bir husus daha oldu şu felâkette. Acaba Onların zoru, sadece Türk ve Kürt isimleri ile miydi? Bunu bilemeyeceğim ama bazı muhteremler, Aya Mama adı dolayısı ile bidayette ve nedense? Bu derenin ismini değiştirmemiş. Bu durum, İstanbul hatta Türkiye için, hayret verici bir durumdur. Derenin ismini değiştirmemiş oldukları gibi, bu olayda da ortalara dökülüp, bağrışıp çağrışmaya başlamadıklarına da hayret ediyorum. Zîra bu derenin isimden karine ile kendilerine bir görev çıkartıp, bal gibi: “-Efendim, aslında hükümetin ortaya getirdiği bu sel felâketi dolayısı ile Bizans’tan beri, gül gibi geçinip gittiğimiz, Rum kökenli vatandaşlarımıza, dil uzatmak suretiyle, hükümet Türkiye’nin daha fazla bölünmesini, daha da süratlendirmek istiyor.” da diyebilirlerdi. Hayret bunu akıl edemediler meselâ. Ama konu bu da değil.

Bizim milletimizin ahlâk kavramı ve ona bağlı gelişen bazı anlayışları, tamamen ve kökten bozuktur. Korku üzerine ahlâk kavramını kurarsanız, en beklenmedik yerde, o ahlâk kavramı, beraberindeki her şey ile birlikte çöker. Bunun çöküş sebebi de, gayet basittir. Bu şekilde yetişmiş bir çocuk için, otorite mercii olan kişi, kurum ya da kuruluş, ortadan kalkınca, O çocuk suç işlemeye başlar. Çocuk koca adam olsa bile, artık bir şey değişmez. Onun için bulunduğu mevkî, konum, durum, gibi değerler de suç işlememesi için önemli değildir, artık. Tam tersine, bu kişi için her mevkî suç işlemesi için bir sebep, bir vesile, imkân ve hatta araçtır Meselâ O tip, bir belediye meclisine seçildikten sonra, dere yatağını ıslâh edilmese de olur. Çünkü artık Ona hesap soracak kimse yoktur. Bu örnekte de çok açıkça görüldüğü gibi. Kırk kişi yok. Bu felâkerin bir sorumlusu da yok!.. Medenî bir Dünya’da böyle bir kanunsuzluğun, vicdansızlığın, sorumsuzluğun olması mümkün mü? Bu rezilliğin sorumlusu kimler? Sual soracak olanlar kim? Kimler mahkeme edilecek? Kim ya da kimler ceza alacak? Kimse... Maalesef bu açık bir gerçekse, kim, neden dere yatağını ıslâh etsin ki?.. Dere yatağını ya da başka bir eksiği, ıslâh etmediği gibi, zaten kaçak yapılaşmış olan bu bölge de, seçimleri müspet etkileyecekse, neden bu yağmacılara tapu verilmesin ki? Zaten o tapuyu isteyen de, bu şehirliye rağmen, o toprakları gasp etmiş, kendisi gibi bir kişi, hatta kendi köylüsü değil mi? O da kendisine hiçbir şey sorulmayacağından ve yapılmayacağından, hatta seçim döneminde, taltif bile edileceğinden emin olarak, bu gaspı yapmış, başka bir suçlu değil mi? Ya Rabbî bu zincirleme ahlâksızlık sebebi ile Sen benim aklımı muhafaza buyur. Oralardaki binaların altında garaj olmadığı da kesin. Olsa, otomobiller en azından denize uçmayacak. İyi de o otomobil sahiplerinin o otomobillerinin direksiyonunda, birer trafik canavarı kesildiği, hepimizin hakkını yiyerek, önümüze geçtikleri de, yanlış bir tespit mi? Neden bir ev alırken garajını, zelzeleye ve diğer tabî afetlere dayanıklılık belgesini aramadıklarını düşündünüz mü hiç? Düşünemezsiniz. Çünkü muhtemelen, Sizler de o kişilerden birisiniz. Lütfen bana kızmayınız. Bunu yazmak, inanınız ki; beni herkesten daha fazla kırıp, döküp, üzüyor. Ancak, önce ahlâk kavramını nasıl edindiğinize ve ahlâk kavramını, nasıl anladığınıza, algıladığınıza bir bakınız?!. Gece yarısı, dağ başında, in cin top oynarken, ister yaya ister direksiyonda, mobesa gibi üzerinizde hiçbir baskı da bulunmadan, gönül huzuru, iç rahatlığı, adalet ve asalet duyguları ile orada olmayan yayaya ya da vasıtaya geçiş üstünlüğü vermek için, Size kırmızı yandığı zaman, mutlaka durup, yolunuza devam etmek için, yeşilin yanmasını bekliyorsanız, Siz gerçekten ahlâklı bir insan ve çok düzgün bir vatandaşsınız. Keza ödediği verginin hem hakkını veren, hem de hakkını arayan bir vatandaşsınız. O lâmbada duran bir insan, diğer bütün ahlâki kuralları da, baskı altında olsun ya da olmasın; mutlaka uygulayacak olan bir insandır. O insan bir bavul para da bulsa, sahibine teslim etmek için, çırpınacak numune bir şahsiyettir. Herkes bu vasıfta olsa, gerçekten Dünya, Cennet gibi yaşanılır bir yer olmaz mı? Olur tabii. Hay aksi Şeytan, Sizlere anlatmak istediğim esas mesele, zannımca bu da değildi. Bu muydu yoksa?..

İyi de, ben esasen hangi mesele üzerinde, hangi gerekçe ile bu yazıyı yazmaya başlamıştım?. Onu unuttum. Gerçi köklü ahlâk, aynı zamanda unutmamaya da amirdir. Ama bendeki hafıza hafıza değil balık hafızası. Serde Türklük olunca, insan ne çabuk unutuyor!. Aynı olay tekrar etmeli ki, konunun ne olduğunu hatırlayabilelim, değil mi? Beni bağışlayın. Yazının arkasını hatırlayınca yazacağım...

Haydar Volkan

Çiftehavızlar: 12.09.2009
 
Toplam blog
: 148
: 492
Kayıt tarihi
: 04.02.09
 
 

Haydar Volkan: 21.05.944 Rebabi bestekar Sabahaddin Volkan ve Piyanist Mukadder Volkanın oğlu olar..