Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Haziran '12

 
Kategori
Öykü
 

Dondurmam kaymak

Dondurmam kaymak
 

Zenginlerin seyahatleri de, kumar oynamaktan pek farklı degildir. Yeşil, mavi, ela, kahve ve kestane rengi parlayan gözlerini, göz kapakları ile perdeleyip, acaba nereye gitsem diye akıllarına estikçe masalarında bulunan bir ayak uzerine oturtulmuş olan kureyi çevirirler. Buyuk çogunlugu dev su kutlelerini sembolize eden maviliklerden oluşan, toprak parcaları haritalarının yer aldıgı yuvarlaklar bilindigi gibi dunya kuresi olarak adlandırılıyor. varsıllar diye isimlendirilen kesim, ellerinin yordamı ile, her ne hikmetse onca agırlıgı ile su ve kara parçalarını kolayca ve hızla çevirirler. Guzelim maviliklere kutleler halinde serpiştirilmiş, irili ufaklı birbirinden pek çok yönden farklı yuzlerce kara parçası çeşitli şekiller oluşturuyor. Onların el yordamı ile dunyamızı kolayca çevirmesinden midir acep derim; hani zaman zaman başımızın olduk yerde dönmesi, depremlerin, tsunamilerin, su taşmalarının, duz yolda onlarca arabanın birbirine çarpması, erozyon ve diger felaketlerin yer bulması. Ganimet sahibi kişiler, mucizeler yaratan parmaklarının gösterdigi yere, hemen uçak biletlerini ayarlayıp, belirledikleri ulkeye dogru yola çıkarlar.

Sözunu ettigim bu kurede yer alan Avrupa kıtasının kuzey kesiminde, tam olarak belirleyecek olursak, Almanya ve Belçika’nın ust tarafına kuçuk bir kurbaga gibi yapışan, her an zıplayıp, bagıracak görunumu ile insanin yuregini agzına getiren Hollanda, hiç de azımsanmayacak bir guzelliktedir. Oyuncak misali döndurulen kurelere uzanan, parasal kaygılardan uzak; pamuk, ipek, kadife kumaşlarının yumuşaklıgında olan parmaklardan bazıları, tesadufen Hollanda’yı da gösterir.Ülkede yeterince guneş olmadıgı gibi, iklim haliyle iyi bir tatile elverişli degildir. Çogunlukla yagmurlu bir hava hakimdir. Şikayet konusu olumsuzluklara, ulkenin guzel, degişik olması ve sınırsız özgurlukler ile tanınması baskın gelir. Bu nedenle su seviyesinden bazı yerleri dokuz metre kadar aşagılarda bulunan, bu nemli kuçuk kurbaga şeklindeki ulkeyi görmek uzere dunyanın dört bir yanından insanlar akın eder.

Diger Avrupa ulkelerinde oldugu gibi onlarca yıl önce bu kurbağanın bir zamanlar açık olan agzından yuzbinlerce göçmen işçi, yuzlerce yıl surdurdugu sömurgecilik gelenegini, degişen dunya ile birlikte ardında bırakmak zorunda kalan bu ulkeye akın etti. Çok sonradan da olsa, tökezleyerek bir hayli tehirli gelen, kılıçsız, ama bavullu akıncılardan biri de benim. Yorgan sıkıntısının olmadıgı duyumunu aldıgımdan, sırtım yuklu degildi. İzniniz ile, lafı fazla dolandırmadan adımı bahşedecek olursam; bendeniz Çorum’lu Cabbar Kızıl. Bir altmış beş boyundayım. Övunç kaynagım kıvırcık saçlarım, ilerleyen yaşıma ragmen kömur karalıgını korudugu gibi, guz mevsimini de pek yaşamıyor sayılır. Yaprakların buyuk bir kısmı dallarında inatla asılı kalmaya devam ediyor. Bu da beni ziyadesi ile mutlu kılıyor. Laf aramızda; Cabbar Kızıl denilen zat, ne ulu bir çınar oldu, ne de meyveye duran bir agaç. Bundan sonra da olacagı oldukça uzak bir ihtimal. Saat kırkından daha ilerilerde yol alırken, serzenişlerde bulunmanın da herhangi bir getirisi yok.

Hanımım ile bu gurbetlik denilen diyarda “bir kör, bir Ayvaz” yaşıyoruz. Agzımızın tadı tam. Mutlulugumuzu; boyumuz kısa da olsa yukseklerde bulunan raflarda tutmaya çalışıyoruz. Rafların her zaman tozları alıyor, kıyısını köşesini hercai menekşeler, boynu bukuk olmayan laleler, yanına varılamayan dikenli, genç kız guzelliginde guller, mis kokulu sumbuller ve her turlu çiçek ile bezeyip, manzarayı elimizden geldigince, bilgi ve görgumuz dahilinde alımlı kılmaya çabalıyoruz.

Yaban elin zorluklarını saymaya gerek yok. “Dogdugun yer degil, doydugun yer memleketin” dense de, edinilen doygunlugun tadı tuzu kaçmış durumda. Mideye yollanan lokmalar, köklerimizin saldıgı topraklarda oldugu gibi zeytin yagı olup, akmıyor. Bir huzun, bir ezilmişlik, penaltılardan ust uste atılan, kureleri bir kez olsun dönduremeyen, mucizevilik yoksunu parmaklarımızın sayısını geçen oranda yenen goller ile hazin bir yenilmişlik. Alışilageldigi uzre, gırtlagımızdaki uç bogumu aşıp, gelen butun keşkelerin ardından, “vatan sag olsun” demek adetten olmuş. Aklıma takılanı hep söylenirim; yahu vatan neden hep sag olsun. Dillerimize pelesenk ettigimiz bu söylem ile; vatanı da, dunyayı da hepten butunu ile sag eyledik. Oysa o canım vatan bir de sol olsa ne ola ki? Hakikatlisinden olması halinde; kimselerin perperişan, ezik, yıkılmış, yamuk ve yenik olmayacagı mutlaktır. Tartışılmaz degerde olan insan onuru da, adına yakışan bir seviyede ve daha yuksek raflarda olurdu elbet.

Hayatımızda yer alan pek çok olumsuzlugun yegane nedeni, hep geldigi gibi giden, suluk misali yapışan “sag oldurulan vatanı” gösterirsek, kimselere haksızlık etmiş olmayız kanaatindeyim. Her an zıplayacak bir kurbaga görunumundeki bu ulkede, yıllardır gurbeti yaşamamız da, bu olumsuzluklardan biri tabii ki. “Ananı da al git” deyip, ulkeyi sag tarafa aldıkları, hasreti ile gönullerimizin yandıgı vatanı “hamutu ile göturuyorlar.”

Kendimizce bir yaşam surdurme ugraşısı içinde oldugumuz bu minnacık ulkede öyle bir zaman geliyor ki, insan sıkıntıdan patlıyor. Yeknesaklık omuzlarımızda taşınamayacak kadar agır kum torbaları haline geliyor. Minik ulkenin her tarafı, birbirinin tıpkısının aynısı. İçinde bulundugumuz vaziyet bu olunca, fellik fellik gidip, içimizdeki buhranı bertaraf edecek, mekanlar aramak zorunda kalıyoruz. Gezilip görulecek bir yer olmasa da, ara sıra dunyaca bilinen “Ikea” magazalarına gitmek, son zamanlarda adetten oldu. Geçenlerde yine “hadi ne yapalım” derken, kendimizi bir kez daha Ikea’yı adımlarken bulduk. Almamız gereken bir kaç eşyayı alıp, ödemeyi yaptık. Bendenizde epey zamandır, “uzerinize saglık, afiyet” şeker hastalıgıdır musallat oldu.İllet atsan atılmıyor, satsan satılmıyor. Genetik oldugu söyleniyor. Ailede bol miktarda var. Şekerli şekerizadeler, şerbetligiller. Şansızlıgın dik alası bu olsa gerek. Başkalarına yatlar, katlar kalırken, bize de söz konusu hastalık miras olarak gelip, çörekleniyor. Mirasyedi olarak elbette belli bir diyet uygulamak zorundayım. Şekerli gıdalar ile sık muhabbetim olmasa da, ara sıra mideyi hoş tutmak gayesi ile bu organa tatlımsı bir şeyleri, şekerizadeligin bir geregi olarak, oralarda şerbetlilik yaratmak için gönderiyoruz. Tam magazadan çikarken insanların dondurma sırasına girdigini görunce, biz de girelim dedik. Aniden şekerim duşmuştu. Şekerizadeye tatlı takviyesi gerekiyordu. Servis yerinden aldıgımız kulahları, kendimiz makinadan dolduracaktık.

Dondurmalarını alanlar dillerini çıkartıp, buyuk bir iştahla alttan, usten, yanlamasına yalıyorlardı. Yalayıcıların yuzlerine aynı anda buyuk bir mutluluk yayılıyor, yuzleri guluyordu. Kıvrımlı dilleri ile beyaz ve yumuşak lezzete ust uste darbeler indirip, doyuma ulaşan ulaşanaydı. Ugrun ugrun bakakaldıgımız, bu muhteşem manzaralar öylesine baştan çıkarıcıydı ki, çok uzun suredir böylesi bir lezzetten kendisini mahrum bırakmak zorunda bıraktıgım bedenim beni benden alıp, gitti. Pek biçimli olmasa da, beni iki kulah dondurma ugruna terk-i revan eden bedenimi yeniden edinmem için, öyle veya böyle, ama olabildigince kısa bir zamanda bu mucizevi yiyecekten tatmalıydım. Efendime söyluyeyim, lafı uzatmaya ne hacet. Biz de kulahlarımıza dondurmalarımızı doldurup, iştahla yemeye başladık. Dışarıdan göremedigim yuzumde hissettigim tatlı karıncalanmalar, az önce tanıklık ettigim mutlulugun, benim çehreme de yerleştigi kanısına vardırdı. Daha önceleri şekerli gidaları çok az tuketmem gerektigini canım canım anlatan eşimden, dondurma yeme iznini de koparmıgımdan çarçabuk yarıya kadar yedim. Nasıl yedigimi isterseniz anlatmayayım. Bunu betimlemek için gözlem gerekir ki, insanın kendisini işine gelmedigi zamanlar biraz zor mudur, ne! Dondurmalarını bizden önce alanlar, kahve servisinde oldugu gibi, kulahlarını yemeden, dillerini iyice uzatıp, yalıyorlardı. Ardından aynı kulah ile ikinci defa doldurup, var olan iştahlarına dur demeden, devam etmişlerdi. Hanımdan rica minnet, çocuklar gibi yalvar yakar musade çıktı. “Sol olsun” o da beni ve sih atimi duşunuyor elbet. Buyuk bir heves ile fazla zarar vermedigim kulahımı makinaya yerleştirdim. Makine kulahımı alıp, doldurmak uzere yukarı çıkarırken, şişmanca görevli bir bayan elemanın arkamda belirdigini hissedip, urperdim. Makinada kulah yavanca yukselirken, izbandut - zebani kulagımın dibinde soluyup, iri eli ile külahımın yukselmesine mani oldu.

“Iyi ama beyefendi, bu kural sadece kahve ve meşrubatlarda geçerli. Dondurma için böyle bir şey yok. O yuzden buna izin veremem.” Neye ugradıgıma şaşa kalıp, agzım açık, kulahı yandaki çöp kutusuna attım. Hanımdan okey almış olsam da, Ikea hunharca gaddarlıgı ile buna engel olmuştu. Boynu bukuk, görevli kadın ile o an nutkum tutuldugundan, “kulahları degiştirmeden” hiç bir şey diyememiş olmanın da suklum buklumlugunun pişmanlıgını sırtıma yuk edip, kendimi sokakta buldum.

O gunden beri zaman zaman can sıkıntısı, bu kurbaga ulkede sokun etse de, aradan geçen uzun zamana ragmen Ikea tarafına, travmalar yaşamayı göze alamadıgımdan, yolumu duşurmedim. Bir yerlere sıkıca tutunmak gerekiyor, bazı parmaklar yer kureye uzanmaya görsun, o an yer yerinden oynuyor, art arda felaketler geliyor.

Ne yapalım, elden ne gelir. Bizler de sıkılmaya devam edelim. Sanırsın dunyanın sonu geldi. Degil elbet. Oysa “vatan sol olsun” demek ne guzel.

Aydın Yılmaz

Amsterdam, 22 Haziran 2012

 

 
Toplam blog
: 102
: 447
Kayıt tarihi
: 17.12.10
 
 

Sevgili okuyucular; oluşturmaya çalıştığım bu blog vasıtası ile boş zamanlarımı değerlendirip, ço..