Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Aralık '06

 
Kategori
Eğitim
 

Dört kiremit

Kasabamız uzun yıllar önce kaybettiği ilçelik hakkını, tekrar elde etmiş. Kaymakam atanıp da göreve başlayınca, diğer daireler de oluşturulmaya başlanmış. Dolaysıyla hemen bir yer sorunu başgöstermiş. Küçücük bir belediye binasında, bütün dairelerin hepsine nasıl yer verilebilir ki? Yine de birkaç daireye bir-iki oda verilmiş. Binanın üst katı Kaymakamlık Makamı olarak düzenlenmiş. Başkan Bey alt katta oturuyor.

Bir okul incelemesi ve diğer işler için gidiyorum ilçeye. Diğer işleri bitirince, kalan zamanda, biraz da Mevsimlik Tarım İşçi Çocuklarının Eğitimi üzerine konuşalım, diyerek, Kaymakam Beye çıkıyorum. Saat 15.00-16.00 sıraları. Hava kararmaya, bazı yerlerde ışıklar yanmaya başlamış. Protokol konuşmalarından sonra, konuyu açıyorum ve konuşmaya başlıyoruz. Kaymakam Bey, konu ile ilgili düşüncelerini aktardıktan sonra, "Ben de eski bir müfettişim" diyor ve konuşmaların yönü birdenbire değişiyor. "Mülkiyeyi bitirdikten sonra ... Bakanlığında birkaç yıl müfettişlik yaptım. Müfettişlerin çektiği sıkıntıları biliyorum" diyor ve bir tanesini anlatıyor. "Eşim de ilkokul öğretmeni" deyince, aramızda hemen bir yakınlık başlıyor. Odunun bol olduğu ilçede, sobadan gelen meşe çıtırtıları arasında, sıcak çayları yudumlayarak devam ediyoruz sohbetimize.

Kaymakam Bey, 35-40 yaşlarında olmasına rağmen henüz kaymakamlıkta yeni olduğunu, buranın ikinci görev yeri olduğunu, "mülakat" adı verilen adam eleme sınavlarında kendisinin de elenip, bir dönem kaybettiğini, işte bu dönemde müfettiş yardımcılığı sınavlarına girip müfettiş yardımcısı olduğunu, müfettişken hakkında cezai öneri getirdiği bir kişinin müdürlüğe terfi ettirildiğini ve bu kişi ile sonraları karşılaştığını, kendisine raporunda yazdıklarından sözettiğini, söylüyor.

Eğitim, denetim, soruşturma, mevsimlik tarım işçi çoklarının eğitimi, kız çocukların okula gönderilmesi, sınav, mülakat derken, mesai çoktan bitmiş, hava da tamamen kararmış. Rahatsız eden de olmayınca, zamanın nasıl geçtiğini fark edemiyor insan. Kaymakam Beyle birlikte çıkıyoruz daireden.

Kar-buz üzerinde yokuş yukarı yürüyoruz kısa bir süre. Karşımıza, dış cephedeki ışıkları dikkat çekici bir şekilde yanan ve önünde çamaşır kazanlarının kaynadığı karakol binası çıkıyor. Biraz daha yaklaşınca, kocaman leğenler içinde askerlerin elle çamaşır yıkadığını, kazanlarda su ve yatak takımlarını kaynattığını, büyük sopalarla yer yer kazanlardaki çamaşırları karıştırdığını, görüyoruz. Bu manzaradan çok benim merakım, biraz sonra karşılaşacağım Öğretmenevinin durumu. Acaba yataklar ne durumda? İçeri ısınıyor mu?

Öğretmenevine değil de, sanki sigara dumanlarının karşıladığı üçüncü sınıf bir kahvehaneye giriyoruz. İçeride birkaç tane öğretmen var. Kağıt oynuyorlar. Bizim geldiğimizi görünce, kağıtları bırakıp, ayağa kalkıyor ve yer gösteriyorlar. İçeri oturulacak gibi değil. Havada uçuşan dumanlar bir yana, sigara kokuları, perdelere, duvarlara, her tarafa sinmiş. İçeriyi havalandırmak da pek mümkün görülmüyor. Çünkü dışarısı çok soğuk. Salondan çıkıp diğer bir odaya geçiyoruz. Burası yatakhane olarak kullanılıyormuş. İçeride ne bir somya, ne bir ranza var. Kauçuk yataklar üst üste konarak sanki bir divan oluşturulmuş. Bir kenarda da yine üst üste konulmuş battaniyeler duruyor. Nasıl buldunuz, diyor Kaymakam Bey. Yatılabilir, cevabını alınca, iyi akşamlar diyerek ayrılıyor aramızdan.

Öğretmenlerle sohbet ederken, İlçe Milli Eğitim Müdürü giriyor içeriye. Hal hatır sorduktan sonra, "Hocam Siz benim misafirimsiniz" diyor ve dışarı çıkıyoruz. Yarınki araba işini halletmek için, Komutana uğrayalım, karakolun emrinde bir pikap var, diyor. Karakolun önüne vardığımızda yine, elleriyle koca koca leğenlerde çamaşır yıkayan, kara kara kazanlarda çamaşır karıştıran askerleri görüyoruz. İşi ağırdan alıp, bu manzarayı biraz daha seyredebilmek için ayak sürüyorum birkaç dakika. Beyaz karların üzerindeki tek kara noktalar, belki de bu kazanlar. Bir de sönmüş kömür parçaları. Askerlerin resmi üniformaları üzerlerinde, potinleri ayaklarında, kepleri başlarında. Sadece kolları sıvanmış. Yüzlerinde ne bir yılgınlık, ne bir yorgunluk. Her biri bir kütüğe oturmuş, bir taraftan çamaşırları çitiliyor, bir taraftan ocağa odun atıyor, bir taraftan da kazanlardaki çamaşırları karıştırıyorlar. Bir eksikleri var sadece, türkü söylemiyorlar. Onu da biz söylesek olur herhalde: "Kara kara kazanlar/Kara yazı yazanlar/Cennet yüzü görmesin/Aramızı bozanlar." Ayrıca, içimdeki askerlik korkusunu, biraz da türkü mırıldanarak yenmeye çalışıyorum.

(Safinaz, bu parçayı Seninle, Gazi Eğitim Fakültesi’nin müzik salonunda, büyük bir huşu içinde dinlemiştik hani. Hatırlarsın. Müzik Bölümünün orkestrası seslendirmişti parçayı. Bu halk türküsünün çok sesli düzenlemesini Ertuğrul Hoca yapmış. Orkestra, parçayı seslendirirken, Bayraktar Hoca, kapıdaki görevlilerden biriymiş gibi, izlemişti o anı. Salondan çıktığımızda ikimiz de büyük bir ferahlama hissetmiştik.)

Benden başka kimsenin dikkatini çekmiyor bu durum. Askerler de, gelip geçen insanlar da kanıksamışlar manzarayı. Komutanın Makamına varınca askerlerden biri, bizi içeri alıyor ve "Komutanım şimdi gelecek" diyor. Çok kısa bir süre sonra Komutan geliyor. Hal hatır sormalardan sonra, derdimizi anlatıyoruz ve "Yarın bize araba verebilir misiniz?" diyorum. Komutan Yüzbaşı, çok kolay karar veriyor ve "Yarın saat sekizde araba emrinizde" diyor. Bunun üzerine sohbeti daha fazla uzatmıyoruz ve İlçe Milli Eğitim Müdürü ile karakoldan çıkıp eve doğru yürüyoruz.

Sabah saat sekizde. Şoförümüz Enver Usta ile düşüyoruz yollara. Her türlü arazi şartlarının hüküm sürdüğü dolambaçlı, iniş çıkışlı dağ-ova yollarından gidiyoruz. Hava buzlu olunca, yollar fazla çamur olmuyor. Enver Usta, çok dikkatli bir şoför. Hızlı gitmiyor, gözünü yollardan ayırmıyor ve trafik kurallarına harfiyen uyuyor. Direksiyonda fazla konuşmuyor ve bana asla bakmıyor. Hemen her dönemece (viraja) geldiğimizde korna çalıyor, yavaşlıyor ve genişçe viraj alıyor.

Bir saat kadar devam ettikten sonra, dağların arasında sert bir dönemece giriyoruz ve araba daha da yavaşlıyor. Ve nerdeyse duruyor. "Hocam işte burada, geçen yıl, bu araba tarandı ve -oturduğum yeri göstererek- burada oturan öğretmen öldü, şoför yaralı olarak kurtuldu" diyor. Ellerim, ayaklarım birden boşanıyor. Nefes alışlarım hızlanıyor ve kalp çarpıntılarım artıyor. Hiç konuşmadan ve daha da yavaş gidiyoruz bir süre. Benim bu olaydan haberim yoktu. Tehlikeli bölgeyi geçtikten sonra tekrar hızlanıyoruz.

Köye varıp da, arabayı okulun önüne çektiğimizde, birden köylüler çevremizi sarıyor. Daha "Hoş geldiniz" der demez, "Çatıyı aktarma işini bize verin, bize verin, bize verin, ..." demeye başlıyorlar. Lojmanın kapısını çalıyorum, ses gelmiyor. "Öğretmeniniz nerede?" deyince, "Şehre gitti" diyorlar. Hafta sonunda öğretmeni bulamamam doğaldı. Çünkü niye iki gün köyde kalsın ki?

Bölgeden bir Milletvekili Bakan olup da köyleri gezince, herkes devletten birşeyler koparabilmek için yarışıyordu, sanki. Milli Eğitimden istenenler, daha çok yapım ve onarım gibi okul binalarıyla ilgili olduğundan, Milletvekili Bakana verilen dilekçeler, üzerinde İVEDİ yazılı olan emirlerle hemen bize ulaştırılıyordu. Biz de bu çok İVEDİ emirleri yetiştirebilmek için Cumartesi-Pazar günleri köyleri gezmeye devam ediyorduk.

Köylülere ne için geldiğimi söylememiştim henüz. Enver Usta da söylememişti. Önceden haber de göndermedik. Peki bu iş için geleceğimizi kim söylemişti? Bu sorunun cevabını bir kenara bırakarak, okul binasına doğru yürüyorum. Okul binası, iki derslikten oluşuyor. Dış kapının üzerindeki sıvada, mavi renk almış bir kısım görülüyor. Üzerinden sızan sularla bu hale geldiği anlaşılıyor. Bir iki adım geriye gelip de çatıya baktığımda, dört kiremidin birbirlerine değen köşe noktalarının kırıldığını görüyorum. Biraz daha dikkatli bakınca, kiremitlerin bulunduğu kısmın alt tarafında bir kuş yuvasının olduğunu görüyorum. Pencereye yaklaşıp bir de içeriye bakıyorum. İçeride de, su sızıntısının olduğunu ve duvarda yarım metre kareden daha az bir küf oluştuğunu görüyorum. Çevremdeki köylülere, "Bu otlar kuş yuvası mı?" deyince, "Evet hocam, burada yazın güvercinler yuva yapmıştı", diyorlar. "Peki şimdi nerdeler?", deyince, "Avladık, kalmadı" diyorlar.

Durum aydınlanmıştı. Köylüler okulun çatısına konan, yuvalarını buraya yapan güvercinleri avlamak için çatıya taş atmışlar ve atılan bu taşlar dört kiremidi kırmıştı. Kiremitlerin kırık yerlerinden akan kar ve yağmur suları, duvarın iç ve dış sıvasına sızmıştı.

Çok kızmama rağmen, hiçbir şey demeden, tutanağı yazıyorum ve köylülere imza ettirerek, hemen arabaya atlayıp köyden ayrılıyoruz. Arabada, "İyi ki bugün köyde değildin sevgili öğretmenim. Yoksa seni elimden ancak Allah kurtarırdı", diyorum.

"Günümüzün öğretmenleri, kırılan dört kiremidi değiştirebilme yeteneğinden yoksun işte. Bu ne biçim ‘kişilik kazandırma’, bu ne biçim ‘öğretmen yetiştirme’! Anla anlayabilirsen. Ama, haklarını arama konusunda gayet girişkenler. Politikacıların isteklerini kolayca yerine getirebiliyorlar. İlçe Milli Eğitim, Kaymakamlık, demeden doğrudan Valiliğe dilekçe yazabiliyorlar. Bir müfettişin bu iş için aldığı araba parası ve yolluk, dört kiremit parasının birkaç katı eder. Geçen gün ve boşa harcanan emek bir yana" diye kendi kendime söyleniyorum.

Her türlü arazi şartlarının bulunduğu yollardan geçip, pusu kurup çapraz ateş etmek için son derece uygun olan o keskin dönemece gelince, "Beterin de beteri var" diyorum ve Enver Usta ile sohbete başlıyoruz. Enver Ustaya, "Siz usta bir şoförsünüz, sizi takdir ediyorum" deyince, teşekkür ediyor ve "İşimiz ekmeğimizdir, Hocam" diyor. Biraz sonra, memleketini soruyorum. "Trakya" diyor. Trakya nire, Diyarbakır nire" deyince, Buradaki barajı yapan şirket, Trakya’da iş yaparken, işe girmiştim. Şirket, Trakya’daki işi bitirip, bu işi alınca, bana, ‘Seni de Diyarbakır’a götürmek istiyoruz, bizimle gelir misin?’ dediler. ‘Evet’ deyince, eşyalarımı getirmek için kamyon paramı da verdiler. Şirket bu iyiliği sadece bana yaptı" diyor. Yani dolaylı da olsa, tevazuya pek gerek görmüyor. İşimizi bitirmenin rahatlığı içinde dönüyoruz ilçeye.

Biliyorum, "Baraj, araba ve komutan arasında nasıl bir ilişki var, anlayamadık" gibi bir soru canlanmıştır zihninizde. Cevabı, bilinen nedenlerden dolayı, baraj, araba ve şoförü komutanın denetimindeydi.

Komutana teşekkür edip ayrılmak üzereyken, Komutan Enver Ustaya "Hafta sonu iznini geçirmek için evine gidebilirsin" diyor ve arabayı da tekrar veriyor. İkimiz de mutlu bir şekilde hareket ediyoruz şehre.

(Aradan tam bir yıl geçmiş, görev yerlerimiz değişmişti. Sınıf arkadaşım olan müfettişlerden biri, dairede çalışırken yanıma geliyor ve "Biliyor musun, geçen hafta çok trajik bir an yaşadım" diyor. Hayrola, dememe gerek kalmadan, başlıyor anlatmaya. "Barajın kırmızı pikabıyla köyleri gezerken, o ıssız, dağlık bölgeye geldiğimizde, çapraz ateşe tutulan öğretmenin yerine koydum kendimi. Çünkü, o öğretmenin oturduğu yerde ben vardım" diyor ve susuyor. Ben de susuyorum bir süre. "Kalp kalbe karşıdır", mı desem, "Yoksa aklın yolu birdir" mi desem, bilmem. Geçen sene de aynı acıyı, aynı arabada ve aynı yerde ben yaşadım, diyorum. Tekrar susuyoruz.)

Yol boyunca hep, "Kırılan dört kiremidi değiştirebilecek öğretmenler nasıl yetiştirilebilir, acaba?" diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Keyfiyet, Öğretmen Yetiştiren Kurum Yöneticilerine ve Eğitim Bilimcilere duyurulur.

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..