Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Ekim '08

 
Kategori
Kültür Turizmi
 

Dört mevsim güzeli göller bölgesi

Dört mevsim güzeli göller bölgesi
 

Kovada Gölü


Çarşamba sabahı gün doğmadan yola çıkıyoruz Konya’dan. Rotamız Kovada Gölü merkez olmak üzere Göller Bölgesinde üç günlük keşif olacak. Eğitimci-Yazar ahbabım Mustafa Karaçelebi tam bir yol arkadaşıdır. Uzun yahut kısa soluklu yolculukların, gezilerin kimi zaman başkalarını geren hallerini onda göremezsiniz. Emir Kandemir Hanı’nda…

Beyşehir yolundan ilerliyoruz. Gün hafiften ağarmaya başlıyor. Anayola cepheli Emir Kandemir Hanı’nın ardındaki tarla yolundan Kızılören Hanı’na ulaşıyoruz. Burayı hep merak ederdim. Hasadı tamamlanmış ekin tarlalarını çevreleyen ağaçların neredeyse tamamı armut ve ahlat ağaçlarından oluşuyor. Armutlar çoktan olgunlaşmışlar. Hanın duvarlarına koyu turuncu renklerini yansıtıyor sabah güneşi. Harap haldeki hanın içinde fotoğraf çekiyoruz bir süre. Ahbabım, hanın güney cephesinden sırtında bir çoban kepeneğiyle geliyor yanıma. Keğeneği sırayla sırtımıza geçirip hanın önünde bir hatıra fotoğrafı çekmeyi ihmal etmiyoruz. Restorasyon çalışmalarının devam ettiği Kandemir Hanı’nda çalışan işçiler mesaiye çoktan başlamışlar. Aşağıya inip işçilerle muhabbet ediyor handaki çalışmalar hakkında bilgi alıyoruz. Selçuklu Belediyesi öncülüğünde adeta yeniden yapılan Zazadın Hanı’ndan sonra buraya da sahip çıkanları alkışlıyoruz elbette. Az ileride Çoban İbrahim Okçu, üç köpeğiyle birlikte sürüyü köye doğru götürüyor. Selam verip yanına varıyoruz. İri çoban köpekleri, İbrahim’in çıkardığı seslerle kuzu gibi olup bize eşlik ediyorlar. Sürü siluetleri çekmek maharet ister. Tarlaların orasından burasına sürünün tozuna karışıyoruz. Beyşehir Gölü sabaha çoktan merhaba demiş. Balıkçılar birer birer dönüyorlar. Hasılatın pek keyfi yok. Orta büyüklükte birkaç sazandan ibaret kasaların içi. Sazlıklara dalıyoruz sonra. Onca uzaklığımıza rağmen kuş sürüleri bizi fark edip havalanıyorlar. Geriye, kadrajı eski kayıklarla sazlıklardan ibaret fotoğraf kareleri kalıyor sadece.

Eflatun Pınarı Kurumamış…
Isparta karayolu üzerinde ilçeye yakın Eflatun Pınarı (Hitit Çeşmesi) yoluna sapıyor, beş km. sonra tepeden görünen su kaynağına ulaşıyoruz. Eflatun Pınarı M.Ö. 1300-1200 yılları arasında yapılmış kutsal bir Hitit anıtı. Lahit taşına işlenen tanrı kabartmaları ile süslü. 7 metre eninde 4 metre yüksekliğinde bu abide 14 muazzam taştan oluşuyor. Anıtın üzerine Hitit tanrıları işlenmiş. Tam ortada ise Hititlere özgü “Güneş Kursu”u göze çarpıyor. Pınarın kuruduğuna ilişkin duyduklarımızın doğru olmadığına çocuklar gibi seviniyoruz. Gürül gürül kaynıyor farklı yerlerden. Su kaynağı Ağustos’un kavurucu sıcağına inat, buz gibi akıyor her tarafı yosun tutmuş havuza. Buraya acilen bir çevre düzenlemesi lazım. Yol levhaları eskimiş. Bize yakışmıyor görüntüler diye düşünüyoruz. Fele Pınarı’ndaki tesiste kısa bir çay molası. Buradan Kubadabad’a gitmek niyetimiz ancak mesafenin 45 km. olduğunu gösteren levhayı görünce vazgeçiyoruz. Gelendost-Yalvaç yol ayrımında Madenli adında bir köy var. Ani bir kararla Psidia Antakyası’nı gözümüze kestiriyoruz. Köyün kahvesindeki iskemlelere dizilmiş insanlar. Fotoğraf gezilerinden âdetimizdir. Memleketin nabzını köy kahvelerinde yoklarken sıcacık çay yudumlamak ne keyiftir. Hemen kaynaşırsınız içten merhaba demişseniz ahaliye. Haberler iyi değil pek; su kaynakları kurumuş. Arazi az, meyvecilikten nasip az. Buna rağmen kanaatkârlık mevcut dillerde. Herkes sırayla konuşuyor. Çaylar üç oluyor bu arada. Müsaade alıp kalkıyoruz.

Psidia Antakyası. Muazzam Bir Antik Kent…
Psidia Antakyası yahut Batıda bilinen adıyla Psidia Antiochea, Yalvaç’ın kuzeydoğu tepesinde kurulmuş. Özellikle Sanat Tarihi, Arkeoloji ve Dinler Tarihi ile ilgiliyseniz burayı muhakkak görmelisiniz. Tarihi kayıt ve belgelere göre İsa’dan sonra 60-75 yıllarında şehir niteliğinde bir yerleşim alanı olmuş Yalvaç. Yapılan araştırmalara göre Roma döneminde Pisidia bölgesine başkentlik yapmış. İsa’nın havarilerinden Paul’un buraya gelmesi Yalvaç’ı dini bir merkez durumuna getirmiş ve dini günlerde burası ziyaretgah kabul edilmiş. Antiochea, diğer yamaç kentleri Neapolis, Laodiceia Katakekaumene ve Philomelium gibi büyük bir alanın merkezi konumunda. 46 hektarlık bir arazi üzerinde kurulu Antiokheia’nın antik çağdaki teritoriumu yaklaşık olarak 800 kilometrekare olarak hesaplanmış. Devasa bir antik bölgedeyiz sözün kısası.
Augustus Tapınağı, Nympheum ve Su Kemerleri, Merkezi Kilise, Cardo Maximus ana caddesi ve dünyanın ilk grevinin yapıldığı Decamanus Maximus ana caddesi ile kazılar bittiğinde Efes ile kıyaslanacak bir bölge olacak burası. Köşe bucak ayak basmadık yer bırakmıyoruz. Kazıda görevli öğrencilerle sohbet ediyor ve kazı merkezinde mola veriyoruz. Bakanlar Kurulu Kararı ile kazı yetkisinin verildiği Süleyman Demirel Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd.Doç.Dr. Mehmet Özhanlı başkanlığındaki heyet, 30 Temmuz’da Yalvaç Psidia Antik kentinde kazı çalışmalarına başlamış. Mehmet Hoca işine âşık bir akademisyen. Yalvaç’a tepeden bakan merkezin önündeki gölgelikte, yapılan çalışmalar hakkında bilgiler alırken, kazının istediği gibi gitmediği yönündeki şikâyetlerini dinliyoruz. Türkiye hala inanç turizmini değerlendiremedi bana göre. 2000 yılı öylesine geçti gitti. 2008 Haziran ve 2009 Haziran arası dünyada Aziz Paulus yılı ilan edildi fakat bu gidişle ulaşılacak yeni bulguların uluslararası anlamda da ses getirmesi hayal gibi. Efes mi burası mı büyük diye soruyorum. Bana rakamlar vererek bu bölgenin daha büyük olduğunu söylüyor. İşi zor hocanın. İkram ettiği çaylar için teşekkür ediyor, kolaylıklar dileyerek ayrılıyoruz. Akşama yakın saatlerde Eğirdir’e ulaşıyoruz. Pek şirin gelir bana Eğirdir. Yaz akşamının bütün neşesi sarmış etrafı. Yeşilada’da (Nis Adası) hazırladığımız akşam yemeğini afiyetledikten sonra göl kenarına kamp kuruyoruz. Hafiften poyraz geliyor. Karşı kıyıdan göle vuran ışıklar beni uyutmayacak biliyorum lakin yorgunluk var.

Kayıp Kent Prostanna…
Karaçelebi erkencidir. Sabah erkenden kalkıp uzun yürüyüşler yapmış. Eğirdir’den Aksu istikametine ilerlerken gözüm sarı bir levhaya takılıyor. “Prostanna Antik Kenti”. Levhanın ucu ilçenin son mahallesine bakıyor sanki. Hiç düşünmeden sokak aralarından tepeye doğru çıkıyor az sonra sadece bir aracın geçebileceği sokakların arasında kayboluyoruz. Kime sorsak başka bir yeri tarif ediyor. Onlarca antik kent yok ki burada. Çaresiz göle paralel anayola inip yön levhasına yeniden bakıyoruz. Karşıdan gelen bir araç sürücüsüne soruyoruz nerede bu antik kent diye. Adam şu soldaki asfalt yoldan gideceksiniz diyor. Levha öyle demiyor ama. Sola çevirmek lazım. Selçuk’taki Bülbüldağı’na çıkan yola çok benziyor gördüğümüz. Yükseldikçe Eğirdir ve gölün manzarası büyülüyor, ayağımızı yerden kesiyor. Birkaç yerden panoramik çekimler yapıyor, az ilerideki Akpınar Köyü’ne ulaşıyoruz. Köye kadar uzanan asfalt yol burada bitiyor. Prostanna levhası köye girmeden sağ taraftaki dar, taşlı tozlu yolu gösteriyor. Hakkında bilgi sahibi olmadığımız, bizi neyin beklediğini bilmediğimiz yola giriyoruz. Benim iki yaşındaki arabama hiç uygun değil. Birkaç yerde vasıtayı bırakmak zorunda kalıyoruz. Yol berbat. Sabrımız beş km. kadarına yetiyor. Tam bir işkence. Ben pes ediyorum. Beş km.lik yolda geçen süreyi düşünmek bile istemiyorum. O sıra dağ yamacından aşağı tozu dumana katmış bir keçi sürüsü görüyoruz. Karaçelebi, çobana sorayım bari diyor. Bir kadın tepeyi aşıp birkaç metre ilerideki çeşmeye doğru ilerliyor. Eliyle gösteriyor kadın, aradığınız yer şu tepenin ardında. Oh çekip araç çıkar mı diye soruyoruz. Zor diyor. Madem tepenin ardında bu Prostanna, yürüyelim diyoruz. Tepenin ardı 1 km.den fazla. Eğirdir Gölü küçük bir su birikintisi gibi giderek küçülüyor yamaçları döndükçe. Nihayet ilerideki düzlükte bir çadır görüyoruz. Antik kent hala ortalıkta yok. Keçi sürüleri kendi halinde. Sesimizi işiten çoban çadırdan çıkıp içtenlikle alıyor selamımızı. Çoban Mustan (Kartal), gülümsüyor. Herkes burayı görkemli bir yer sanıyor diyor. Şu gördüğünüz iki cepheli duvardan başka bir şeyi yok. Yorulmuşsunuz belli, ben size bir çay yapayım diyerek çadıra giriyor. Karaçelebi ile birbirimize bakıp kahkahalar atıyoruz. Neyse ki, Çoban Mustan’ın çayı ilaç gibi geliyor. Bir saatten fazla sohbet ediyoruz ardıç ağacının altında. İnsanlar çok kızıyor, Eğirdir’deki Prostanna levhasının kaldırılmasını istiyorlarmış. Gayet haklılar. Madem geldik buralara kadar, hiç değilse duvarın üstüne çıkmak lazım. Tepenin ardı Isparta Ovası. Öyle bir dağdayız ki, kuzeyimiz Eğirdir, güneyimiz uçsuz bucaksız ova. İki taraf da rahatlıkla seyredilebiliyor. Bulunduğumuz yer Harmankaya Yaylası. Dibimizdeki dağın adı Eğirdir Sivrisi imiş. Bu yöreye Luwi uygarlığı çağında Askawana, yani “Ada Ülkesi” adı verilmiş. Yöre, Arzava Krallığından sonra M.Ö. 1200 yıllarında Friglerin egemenliğine girmiş, daha sonra M.Ö. 687-547 yılları arasında Lidyalılar tarafından işgal edilmiş. Eğirdir, M.Ö. 540 yılında Pers İmparatorluğu tarafından zapt edilmiş, yaklaşık 200 sene adı geçen imparatorluğun egemenliğinde kalmış, daha sonra Seleukos egemenliği altına girmiş. Prostanna adı Roma döneminden kalma. Prostanna'nın M.Ö. 1. yüzyıldan itibaren görülmeye başlayan ve M.S. 214'e kadar basıldığı bilinen sikkelerinde, bugün Eğirdir sivrisi olarak bilinen “Viarus Dağı”nın kabartması yer almış. Prostanna ile ilgili en eski belge, Asia eyaletlerinden bir quaestor propraetor şerefine dikilen ve M.Ö 113 yılına tarihlenen bir kitabe. Prostanna, Limnai (Hoyran) ile birlikte Hıristiyanlığın önemli merkezleri olmuş ve 381 yılından sonra her iki piskoposluk birleştirilmiş. Google’dan elde ettiğim bilgiler bunlar. Yarım saatten fazla dolaşıyoruz çevrede. Muhtemel bir kazı yüzyıl sürer gibi görünüyor. Gezginlere tavsiyem, sabırları ve arazi araçları varsa gelsinler buraya. Bizden Çoban Mustan’a da selam söylesinler. Mümkünse yol yapılana kadar hiç uğramasınlar.

Kovada Gölü Milli Parkı…
Eğirdir’den güneye Aksu yoluna giriyoruz. 25 km. kadar sonra Kovada Milli Parkı’ndayız. Sık ormanların arasında göl muhteşem bir manzaraya sahip. Birkaç kamelya ile birlikte oyun parkının yer aldığı alana aracımızı park ediyoruz. Kovada Gölü’nün çevresi zengin bitki örtüsüne sahip ve yüzlerce çeşit hayvan barındırıyor. Bu özelliklerinden dolayı 1970 yılında “Milli Park” niteliğini almış. Yaklaşık 40 km2 yüzölçümü olan ve karstik çöküntülerden meydana gelmiş olan Kovada Gölü’nün rakımı 900 metre, uzunluğu 9 km, genişliği 2-3 km, derinliği ise, 6-7 metre. Göl kenarında kısa bir yürüyüşün ardından En az iki gün burada kamp yapmaya niyetleniyoruz. Yakın köyden bir aile işletmesini yapıyor. Park ve çadır ücretleri ayrı. Lakin elektrik yok. Bizden başka kimse de yok. Tanıtımı iyi yapılmış olsa çok ziyaretçisi olur buranın. İkindi sonrası, gölün muazzam güzellikteki iki cephesini gören gözetleme kulesinde keyf-i seyir yapıyoruz uzunca bir süre. Dönerken yanlış yola sapmanın cezasını, ormanda kaybolarak ödüyoruz. Oldukça düzenli ahşap yön levhaları kâr etmiyor. Hansel ile Grethen gibiyiz. Akşam yakın. Yanımızda içecek su, yiyecek ekmek yok. Kan ter içinde yürüyoruz. Hava kararacak birazdan. Aynı yolu üç defa geçtikten sonra nihayet iskeleyi görüp derin bir iç çekiyoruz. Park alanında yemek hazırlığını hızlandırıyor, arabanın kısa farına gaz lambasının ışığını ekliyoruz. Ortalığı sinekler kaplıyor. Ormanın derinliklerinden vahşi hayvan sesleri ulaşıyor bulunduğumuz yere. Tekin değil burası artık. Gezimizin merkezi burası olacaktı güya. Sabah gündoğumuyla birlikte sandala atlayıp, sazlıkların arasında fotoğraf keyfi yapacaktık. Yemeği aceleye getirip Eğirdir’e dönüp önceki gece kaldığımız Yeşilada’ya çadırımızı kuruyoruz.

Eğirdir…Anlatılmaz yaşanır.
Eğirdir’i anlatmak uzun iş. İlçe merkezi son derece şirin, modern ve gelişmiş. Göl ise ayrı güzel. 517 km. yüzölçümü ile Türkiye’nin 4. büyük gölü. Kuzeyde kalan ve daha küçük bir alanı kaplayan bölümüne Hoyran Gölü, güneyde kalan bölümüne de Eğirdir Gölü deniyor. Eğirdir turizminin gözdesi sayılan Yeşilada’da, turizme hizmet eden balık restoranları mevcut. Sabah aracımızı park edip Ayastefanos Kilisesi’ne gidiyoruz. Çok değil, beş yıl önce restore edilen kiliseyi mahv-ı perişan etmişler. Duvarlarda yazı yazacak yer bırakmamışlar. Karşıdaki evin sahibi Müzeyyen Teyze olup bitene çok kızdığını söylüyor. Madem masraf ettiniz neden bekçi koymazsınız diyor. Atina’dan gelen yardım ile gerçekleşmiş restorasyon işi. Göle cepheli izcilik tesisi de kiliseden farksız. Camları kırılmış. Eğirdir Kalesi, yenileme çalışmalarının devam ettiği Hızırbey Camii, Dündar Bey Medresesi derken, öğretmenevindeki demli çay sonrası Aksu’ya hareket ediyoruz.

Zindan Mağarası...
Aksu’ya 2 km. mesafede olan ve 2002 yılından sonra ziyaretçi akınına uğrayan Zindan Mağarasına öğle saatlerinde ulaşıyoruz. İçersinde bulunan yeraltı deresi sularının, cildi güzelleştirdiği söylenen mağara, ilginç sarkıt, dikit ve mağara incileri dikkat çekiyor. Mağara girişi geniş daha sonra ise daralan bir 12m.lik koridora sahip. Mağaranın ilk 50 metresinde bulunan yarasa kolonisinden gelen sesler ürkütücü. Sonrasında ses kesiliyor. Geç Roma ve Erken Bizans dönemlerinde mağaranın ağzı kapatılarak bir nevi sığınak ve ibadet yeri olarak kullanılmış. O dönemlerdeki adı, “Eurymedon Açık Hava Tapınağı”. Köylere Hizmet Götürme Birliği tarafında işletilen mağaranın hayli ziyaretçisi olduğunu görüyoruz. Karaçelebi, daha önce burayı gördüğünü söyleyip, Roma Köprüsünün süslediği şırıl şırıl akan dereye iniyor. Işıklandırması oldukça iyi mağaranın. Ahbabım içeriye girerken şaka yapıyor bana; iki saatte gelir misin? Giriş kısmında nasıl olduysa zarar görmemiş 5x3 ebadında mozayik süslemeler var. Fotoğraf makinemle tripotumu boynuma asıyor, tripot kılıfının içine bir litrelik su şişemi koyuyorum. Sıkıca takıyorum başıma şapkamı. Dakika tutmadığımı neden sonra fark ediyorum. O sıra mağaranın içinde benden başka kimseler yok. Buz gibi ortalık. Bıkana kadar ilerliyorum arada bir tripotu kurarak. 765 metrelik mağaranın sonuna ulaşmadan geri dönüyorum. Mağaranın karşı tarafındaki yamaçta 2002-2005 arası yapılan kazı çalışmaları durmuş. Yrd. Doç. Mehmet Özhanlı, biz Psidia’dayken, yanlış hatırlamıyorsam Türkiye genelinde 39 ayrı yerde kazı çalışması olduğunu söylemişti. Birini bırakıp diğerine mi başlıyorlar nedir? Mağaradan tarihi köprünün altına iniyorum. Karaçelebi, ayaklarını derenin serin sularına sokmuş, neşe içinde bağlamasının tellerine vuruyor. Aksu’dan aldığımız kavunu afiyetle yedikten sonra buradan ayrılıyoruz. Unutmadan, buradaki tuvalet ve lavaboları ancak yıldızlı otellerde görürsünüz. Tebrikler yani Artık istikamet, Yenişarbademli. Aksu çıkışında yol ikiye ayrılıyor. Yakaavşar Köyü’ndeyiz. İki tarafta da yol çalışmaları var ve iki levha da Yenişarbademli’yi gösteriyor. Karşıdan gelen traktörün sahibine nerden gitmemiz gerektiğini soruyoruz. Üst yol iyi diyor genç köylü. Haritaya bakıyoruz. Aksu-Yenişarbademli arasında bir yol görünmüyor. Gezgin için yol fark eder mi hiç? Stabilize yoldan bir metrekare asfalt görmeksizin 40 km. yol gidiyoruz toz içinde. Olağanüstü manzaralar var. Bu yol bittiğinde Beyşehir-Eğirdir arası hayli hareketlenecektir. Yol boyunda yeni tamamlanmış bir çeşme ve mescit görüyoruz. Ön taraftaki ocak tütüyor. Birileri henüz kalkmış olmalı buradan. Çok acilen kahve içmemiz lazım. Ocağı ateşleyip benim isli çaydanlığı üstüne koyuyoruz. Tadı damakta kalıyor kahvenin. Bulunduğumuz yer rampa, yol da bozuk ve tenha olunca önümüzden geçen araçlar yavaş gidiyorlar. Geçen araçlara el sallayıp kahveye buyur ediyoruz. Uzun molanın ardından Pınargözü’ne hareket ediyoruz. Çok severim burayı. Mağarası, buz gibi suları, devasa ormanı ile harika bir yerdir. Kamp mı kursak buraya diye düşünüyor sonra vazgeçiyoruz. Yenişarbademli çok yakın. İlçenin girişinde daha önce alabalık yediğim bir kır lokantası var. İşletmecisi Aşçı Ali Usta ile tanışıp bahçede çadır kurmak için izin istiyoruz. Elbette diyor. Lokantanın açık kısmında neşeli bir adam selam veriyor. Emekli bir Öğretmenmiş Esat Turgut Hoca. Sohbet eşliğinde Ali Usta’nın bol çeşitten oluşan akşam yemeğini zevkle yiyoruz. 15 YTL ödüyor, bahşişini de ihmal etmiyoruz. Normalde akşam sonrası kapanan lokanta, dört kişinin bitmeyen uzun sohbetleri sebebiyle gece yarısına yakın kapanıyor. Yemyeşil bahçede uyku tulumlarımıza girerek uykuya teslim oluyoruz üçüncü gece.

Ve dönüş…
Gün doğarken eşyalarımızı toplayıp ayrılıyoruz. Akşama kadar Beyşehir’de geçirmeyi düşündüğümüz zaman yeterli. Üstünler yolundan kuş sürülerini görüyoruz ilkin. Binlerce su kuşu. Avcı gibi sessizce göl kıyısına ilerliyoruz. Daha 10 kare çekemeden bizi fark eden kuşların çoğu havalanıyor. Kuş fotoğrafçılığı hem uzmanlık hem de ekipmanı gerektirir. Çok da zevklidir. Uzun mesafeli çekimler için yeterli olmayan makinemin objektifime birkaç martı ile leylek takılıyor. Göl kıyısında ikindi vaktine kadar zaman geçirip, bir başka yurt köşesinden fotoğraflar ve anılarla buluşmak üzere diyoruz…

 
Toplam blog
: 4
: 2524
Kayıt tarihi
: 30.11.06
 
 

Emekli adayı ..