Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Ağustos '12

 
Kategori
Öykü
 

Eski bir şarkının hatrına

Eski bir şarkının hatrına
 

ÖYKÜMÜN YAYINLANDIĞI PATİKA DERGİSİ


Uzaklardan duyulan hafif bir piyano sesiyle kendime geldiğimde, salondaki kanepeninüzerinde uyuyakalmış olduğumu farkettim. Saat geceyarısını geçmişti. Gidip yatağıma yatmam gerekiyordu ama yerimden kıpırdamayı hiç istemiyordum. Müzikten öylesine etkilenmiştim ki, sanki tüm vücudumun hissettiği, beni çok mutlu eden bir ağırlıkla öylece yatmaya devam ediyordum. Gözlerimi kapattım, yemyeşil çimenlerle kaplı sonsuzluklardaydım şimdi. Yürüyordum, ayaklarımda çimenlerin ıslaklığı, hafif kokulu
bir rüzgar esintisi saçlarımda dansediyordum, bağırıyordum çığlık çığlığa.
Yağmur yağıyordu. Damlalar yanaklarımdan süzülürken, ben gülüyordum güneşle
birlikte. O inanılmaz duygu bitiverdi aniden, müzik susmuştu, yine sessizliklerle
başbaşa kalmıştım.

Karşı daireye yeni bir kiracı taşındığından beri, bu müzik sesine o kadar alışmıştım ki, artık her gece bekler olmuştum. Ne yazık bu gece de sona ermişti işte. Oysa devam eden bir şey vardı, düşlerim. Piyanoyu çalanı hayal etmeye başlamıştım. Kendisiyle henüz tanışmamıştık. Sadece yalnız yaşayan bir kadın olduğunu biliyordum. Düşlediğim oda loştu, etrafı mumlar aydınlatıyordu. Kuyruklu piyanonun üzerinde renk renk mumlar, pencereden gelen hafif esintilerle titreyerek, her yere minik ışık tutamları saçıyorlardı

Tuşların çıkardığı sesler, kırmızı ojeli ellerde her geçen saniye güzelleşiyor,
başkalaşıyordu. Şifon etek uçları, rüzgarla aynı tempoda hareketleniyor, baygın renkleri ortalıkta uçuşuyordu. Artık hava aydınlanmaya başlamıştı. Yavaşça kalkıp dışarı baktım, hayallerimdeki yağmur vardı gerçekten de dışarıda.

Ertesi gün, her zamanki gibi yorgun adımlarla merdivenleri çıkarken, zihnimde
binlerce sorun dolaşıyordu. Hem bunları düşünmekten, hem de, iliklerime kadar işleyen
soğuktan çok rahatsızdım. Tek isteğim, bir an önce eve gidip, dinlenmekti. Bizim kata
çıktığımda, karşı dairenin kapısı ilişti gözüme. İçinde kurutulmuş güller, kırçiçekleri olan büyükçe bir sepet, kapının yanına yerleştirilmişti. Çok canlı, renkli ve güzel bir
görüntüydü. O an, içim neşeyle doluverdi, rahatladığımı farkettim. Dışarıdaki soğuğa
rağmen, buraya bahar gelmişti sanki. Sonra, kapıya asılmış, ufacık çiçeklerden oluşaniki kalp dikkatimi çekti, kurdelalarla birbirine bağlanmış bir kapı süsüydü bu.

Hiç böylesine rengarenk görmemiştim burayı şimdiye kadar. Her zaman sıradan, sıkıcı bir apartman katıydı ama şimdi her şey değişmiş, gerçekten çok hoş bir görüntü oluşmuştu.
Tam anahtarımla kapıyı açmak üzereyken, duyduğum kısık bir sesle olduğum yerde kalakaldım. Bir kadın, eski bir şarkıyı söylüyordu. İki üç adım daha atsam eve ulaşıp, nihayet dinlenebilecektim ama şarkı öyle güzeldi ki, yine dün geceki gibi büyülenmiş olarak dinliyordum. Hatta, sözlerin bir kısmını hatırlamıştım bile. Tabii ya, mutlaka duymuştum ben bu şarkıyı, bu sesi. Belki de, annemin gençlik dönemlerinde alıp, hala sakladığı plakların birinde dinlenmiştim. Ben bunları düşünürken kapı açıldı, orta yaşta bir hanım, elinde çöp torbasıyla eşikte belirdi. Torbayı kapıya bıraktıktan sonra, bana bakarak gülümsedi. Bense ne diyeceğimi bilemiyordum ama bir şeyler söylemem de gerekiyordu. ” Yeni taşınmışsınız, hoşgeldiniz.” dedim sonunda. Otomat yandığında, yeni komşumun yüzünü daha iyi seçebildim. Dün gece hayallerimde yolculuğa çıkan piyanist kadar genç değildi, yine de çok zarif bir havası vardı.

Ondan daha ilk anda çok hoşlanmıştım. Kapı açık olduğu için uzaktan uzağa duyabildiğim şarkıyı artık net şekilde işitebiliyordum. O eski şarkıyla birlikte, karşı karşıya durduğumuz bu küçük apartman aralığını sanki bir hüzün kümesi kaplayıvermişti. Artık rahatça dinlediğim şarkının adını hatırlamıştım sonunda. Bunu kendisine söylediğimde, çoktan geçmişte kalan bu şarkıyı bilmeme şaşırdığını anladım hemen, ilgimin onu ne kadar memnun ettiği de çok belliydi. Böylelikle, ayaküstü bir sohbetin içinde bulduk kendimizi.

Ben o nostalji kokulu müzikleri doya doya dinleyebilmek uğruna, evin bir köşesinde
duran, yıllardır kullanılmayan bozuk pikabı tamir ettirebilmek için az mı uğraşmıştım.
Nihayet, bu yaşlı pikabın dilinden anlayan yaşlı bir usta bulup, zavallıyı çalıştırmayı başardığımda dünyalar benim olmuştu. Artık odamın en değerli konuğuydu o. Defalarca bıkmadan dinlemiştim plakları. İnsanın içine işleyen, zaman tünelinden geçiyormuşcasına
sisli kadın sesleri, zalim sevgililere yalvaran erkek sesleri, hala kulaklarımdaydı. Bunları ona anlatmak, gözlerindeki şaşkınlığın ve mutluluğun karşılaştığı pırıltıları yakalamak istiyordum. Aklımdan geçenleri anlamışcasına, beni evine çay içmeye davet ediyordu, hiç düşünmeden kabul ettim. Yorgunluğumu, soğuğu, her şeyi unutmuştum.

 

 




Salondan içeri girdiğim anda, şimdiki zamanda değildim artık. Her yerde, bütün eşyalarda geçmiş yılların kırılgan kokuları saklıydı. Çok şatafatlı, şık döşenmiş bu evde
kendimi kot pantolonum ve spor kazağımın içinde tuhaf buldum. Ah, şu anda üzerimde
jupon etekli bir elbise olmasını ne kadar isterdim, belki o zaman, bu şahane dekorun
parçası gibi hissedebilirdim kendimi. Burası evden çok, anıların yorgunluğuna
sığınmış bir müzeyi andırıyordu. Duvarlarda, değerli olduklarını bakar bakmaz belli
eden bir çok tablo asılıydı. Hele, evsahibimin yağlıboyaportresinden ayıramadım
uzun süre gözlerimi. Gençlik dönemlerinden bir resimdi bu. Kızıl saçları başının
üzerinde toplanmış, uzun ve gür olmalıydılar ki, büyük çok güzel bir topuz yapılmış,
etrafına, sarı yapma çiçekler tutturulmuştu. Kulağında yine sarı taşlı küpeler, pahalı
oldukları belliydi. Koyu kahve gözleri, hafif kemerli ama ona çok yakışan burnu, uçuk
pembe rujla boyanmış dudakları, hepsi çok güzel, anlamlı bir yüzün parçalarıydı.
Güçlükle portreden gözlerimi kaçırdım. İçeriye girip, beni resmini incelerken
bulmasını istemiyordum doğrusu. Sonra halim geldi aklıma, kendi kendime güldüm.
Salonun ortasında öylece ayakta durmuş, etrafa bakıyordum. Sanırım çok komiktim ama
buna pek aldırış ettiğim de söylenemezdi. Aynı şekilde durmaya ve eşyalara bakmaya devam ettim. Orta büyüklükte, yuvarlak masanın üzerine şarap rengi, saten, etrafları
beyaz fiyonklarla süslü örtüler serilmişti. Masalardan birinin üzeri kristal eşyalarla
doluydu.Vazolar, biblolar, küllükler, sigaralıklar, insanın gözünü alacak şekilde
ortalığa ışıklar saçarak salınıyorlardı. Diğer masa, gümüş aksesuarlara ayrılmıştı.
Köşede duran konsol, yine gümüş çerçevelere yerleştirilmiş fotoğrafları ağırlıyordu. Her
birine tek tek göz gezdiriyordum, 60’lı yılların ünlü politikacıları, sanatkarları, sanki
hepsi salonun içinde benimle birlikteydiler. Sanki ben bir davetteydim ve onlarla
tanışmıştım. Fotoğraflardaki hep o güzel yüzdü, yanında ise aynı yakışıklı adam vardı.
Eşi olduğunu tahmin ettim, ama bu kadar ünlü insanı nereden tanıyorlardı acaba.
Ev sahibesi, elinde çay tepsisiyle göründü, altmış yaşlarında olmalıydı ve hala, geçen
tüm senelere inat çok güzeldi. Işıltılı gözleri, bakımlı elleri, makyajı ve şıklığıyla,
salondaki şatafatla tam bir uyum sağlıyordu. Çay servis edişi bile o kadar zarifti ki, herkesten farklı tavırlara sahip bir insandı.

Böyle başlayan tanışmamız, gün geçtikçe artan bir sevgiye dönüştü. Çok zengin bir
aileden geldiğini, eşinin işadamı olduğunu, sonra onu kaybettiğini öğrenmiştim. Hayat
hikayesini anlattığında onu dinlerken, ancak bir masal prensesinin bunları
yaşayabileceğini düşünmüştüm. Sabah ben daha yataktayken, eşofmanlarını giymiş olarak yürüyüşten dönerdi, bu haliyle bir genç kız gibiydi. Saatlerce balkondaki çiçekleriyle konuşur, sokağımızdaki hayvanlara hiç üşenmeden her gün yemek taşır, civardaki çocukları evine çağırıp, onlara hikaye kitapları okurdu. Hayatı, her yönüyle bu kadar zevkli yaşamayı becerebilen birine daha önce hiç rastlamamıştım.Vaktimizin büyük bölümünü beraber geçirmeye başlamıştık. Ondan belkiküçük ama çok önemli şeyler öğreniyordum. Birlikte şarkılar söylüyor, saatler süren sohbetler ediyorduk. Haftasonları sinema günlerimizdi. İyi havalarda uzun gezintiler yapmaya bayılıyorduk ikimiz de. Çoğu insan için sıradan hale gelen tüm bunlar bile, onunla yaşanınca doyumsuz bir şekle bürünüveriyordu kendiliğinden. Hep mutluydu ve mutluluğunu karşısındakine de yansıtıyordu kolaylıkla. Hele, bir odasını tamamen dolduran ceviz kitaplığı vardı ki, okumak isteyip de bir türlü bulamadığım bütün kitaplar, klasik eserler mevcuttu. Orayı ilk gördüğümde attığım sevinç çığlığı, yeni arkadaşımı uzun süre güldürmüştü. Ya, plak koleksiyonuna ne demeliydi, sayesinde bu güne kadar hiç dinlemediğim sesleri dinlemiş, daha önce adını duymadığım sanatçıları tanımıştım. İnanılmaz biriydi, kahkahalar atarken en ufak bir şeye ağlayıverirdi aniden. Hatıralarını anlatırdı, onu dinlerken gözlerindeki özlemi farketmek üzerdi beni. Elimde olsa, onu eski günlerine döndürebilmeyi, anılarını yeniden yaşatabilmeyi o kadar isterdim ki, çünkü bu günlere değil, o zamanlara, mazinin derinliklerine ait bir kadındı.

Dostluğumuz hayatımın doruk noktasıydı. Küçücük mutluluklarla yaşamanın yolunu bulmuş ender insanlardan birini tanımıştım. Hala, sıkıntılı her anımda arkadaşımı
sevinçle düşündüğümde, her şeyin yoluna gireceğine inanırım. Bana neşeyi, aşkı,
yaşamayı, sevmeyi, hayatı öğretti. Neleri paylaşmadık ki, sırları, hatıraları ve eski bir şarkıyı.

SON 

 
Toplam blog
: 58
: 1128
Kayıt tarihi
: 26.07.12
 
 

Anadolu şehirlerine özgü o sıcaklığı havasında barındıran Tokat'da, büyük bahçeli bir evde doğdum..