Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Ocak '11

 
Kategori
Doğal Hayat / Çevre
 

Fişek kokusu!

Fişek kokusu!
 

İğneada


Sıra dışı bir hikâye: Çok uzun zamandır elime silah almıyor, soranlara da avcılığı bıraktığımı söylüyordum. Avcılığı bırakma sebeplerimin başında, hayvanlara karşı acıma duygumun ağır basmaya başlaması yatıyordu. Ama insanoğlu hangi yüzyılda yaşarsa yaşasın içinde bir yerlerde bir gün, doğa ile baş başa Robinson olma arzusu ile yanıp tutuşuyor olmalı! 

Bizim gibi büyük şehirlerde yaşayan birçok insan, gerek kara avcılığına, gerek amatör olta balıkçılığına sırf bu nedenle soyunur. Emekliliğimizde yapmak istediğimiz genellikle bu çerçevenin içiyle sınırlıdır ve hemen hemen hepimizin hayallerinde bu vardır. 

Biz avcılar, öldürmek arzusundan çok doğa ile baş başa kalmayı ve doğayı birebir yaşamayı seviyoruz. Tabi ki aramızda bu düşüncenin dışında olan istisna bir kesim var. Ama nerede yok ki? Bu gerçekle yaşamasını elbette öğreneceğiz… 

Silahımı elimden bırakmadan önce av vurmayı çoktan bırakmıştım. Sırf fişek kokusunu hissedebilmek için cansız hedeflere ateş ederek fişek koklama (!) ihtiyacımı gideriyordum. Sonra tam on üç yıl silahlarımı rafa kaldırmış, sadece arada bakım yapmak için elime aldığımda, ayna gibi olmuş namlu içlerinde barut kokusunu alabilmek için ne kadar kokladıysam da bu mümkün olmuyordu. 

Silip yağladığım silahlarımı tekrar kılıfına özenle koyup yerine koyuyordum. Ta ki geçenlerde kayınçom bana “enişte İğneada’ya ava gidelim mi? Hem gezmiş olur, biraz hava alırız. Hem eskiden olduğu gibi hedeflere nişan alırız” dedi. 

Düşündüm ve “neden olmasın, gideriz tabi” dedim. 22 Ocak 2011 günü İğneada’ya gitmeye karar verdik. Köyü aradım ve dayıoğlu ile konuştum. Kısmetse 22 Ocak gecesi İğneada’ya ava geleceğimizi söyledim. 

Kayınçom Tamerin iş yerinden arkadaşı Yasin de bizimle gelecekti. Ben her ne kadar Robinson modundaysam; kayınçom Tamer yerli Rambo gibiydi. Yasin kardeşimiz ise yeni meraklılardandı. Henüz ne bir balıkçı ne bir kara avcısıydı ama içinde bu işi öğrenme arzusu ağır basıyordu. En önemlisi bu ortama uyum sağlaması dört dörtlüktü. En kısa zamanda usta bir avcı olacağa benziyor. 22 Ocak 2011 günü kayınçom ile öğlen saatlerinde, silahçıya gidip iki kutu domuz fişeği ve on kutu tek kurşun aldık. Evde elimde kalan birkaç kutu karışık fişeği de alınca bir günlük av için yeterince fişeğimiz oldu (200 adet gibi) 

Kayınçom evden silahını, sırt çantasını ve yedek elbise ve battaniyesini sırtlanıp bizim eve gelmişti. Ben her zaman olduğu gibi hazırlık aşamasında elim ayağıma karışır vaziyette ortalığı savaş alanına çevirmiştim! Biryandan tüfek ve fişekler diğer yandan olta ve iğneler. Biryandan şarj aleti, yedek pil, dürbün, fişek, çakı, bıçak, yara bandı not defteri, kalem, ruhsat, ağrı kesici, battaniye, yedek elbise ayakkabı vs vs. 

Evdekilerle vedalaşma faslına gelince sanki Afrika’ya bir aylığına safariye gidiyormuşuz gibi çoluk çocuk kapıda ip gibi dizilip, dönüp dönüp sarılmalar ve vedalaşmalar! Neyse efendim güç bela evden ayrıldık, akşam saat 18. 30 gibi Yasin’i İkitellideki evinden alıp ver elini otabandan Trakya... Güzel bir yolculuktan sonra Saat 20. 30 gibi Saray’da otogar da o meşhur çorbacımızda kelle paçaları içiyorduk. Yemeğimizin sonuna doğru Saray fatihi Ahmet Yazıcı ağabeyimi cepten aradım. Telefonun diğer ucunda, hayatımda bu kadar güzel insan karşılayan üç beş insandan biridir Ahmet ağabey. Kendisiyle yüz yüze bu ikinci gelişimiz olacaktı. 

Ahmet ağabey ile sanal âlemde, balıkçı sitelerinin birinde tanımıştım. Yaptığı avları okurken, yazılarındaki doğallığı ve samimiyeti yakalamıştım. Bilahare kendisine yapılan haksız saldırılara karşı verdiği mücadeleyi gördükten sonra, işte dedim benim hemşerim, benim adam gibi adam profilim bu. “Buyur Talipçiğim” dedi Ahmet ağabey. “Abim az sonra yanındayız çay içmeye geliyoruz” dedim. Çok sevindi “buyur gel bekliyorum kardeşim” dedi. İşte bir insanın duyabileceği içtenlikte en güzel sözler bunlar olmalıydı. Burun kıvırarak verilen davetleri en yakınlarımızda gördükten sonra; ısım akraba, eş dost, tanış kavramının birbirinden hiçbir farkı yoktu benim için. İnsan; insan olduktan sonra, onun kim olduğunun hiçbir önemi yoktur. 

Dünyanın öbür ucunda da olsa; mesela; Tom Bentley Fişher (Kanada), mesela Kinabalu’dan KULL– 64 (Emrah kardeşim) mesela Yeni Zelanda dan Hüseyin Alp Arslan dostum, mesela Rusya; Moskova’dan Okan Bakır dostum gibi, yorum ve yazılarda insanı birbirine çeken birtakım duygular hasıl olur ki, bu duyguya hiç kimse engel olamaz. İster Türkiye de, ister dünya da olsun; iletişim aracımız form sayfaları var oldukça; bizler yeni yeni dostluklar edinmeye devam edeceğiz. İçimizde yaşattığımız ve yeşerttiğimiz o çocuksu duygularımızla sarılı, sarmaşık ağacımızdaki tılsımın kaybolmasına ve ağacımızın sevgisizlikten kuruyacağı güne kadar! Umarım hiç kimse içindeki sarmaşık ağacının kurumasına izin vermez… 

&&& 

Avcılar kulübü ağzına kadar doluydu. Ahmet ağabey boş bir masada oturmuş bizi bekliyordu. Bu ikinci karşılaşmamızda da bizi hac’dan gelmiş misafir gibi kucaklamış ve masasına buyur etmişti. Ahmet ağabey kayınçom Tameri bir önceki gelişimizden zaten tanıyordu. Yasin kardeşimizle de tanışmış oldu. Bilirsiniz hangimiz bir arkadaşımızla kendi köyümüze gitsek, arkadaşımıza karşı mahcup olmamaya çalışırız. Zamanla bunu hepimiz yaşadık ve bu duyguyu iyi biliriz. Aynı endişeleri Ahmet ağabeyin taşıdığını görmüştüm. Oysa bu çok yersiz bir endişeydi. Bizler bu ortama alışıktık zaten! 

Etrafta kocaman bir çan aradım; hani avcının av hikâyesini anlatırken ipin ucunu kaçırdığı anlarda, kahveci tarafından ipi çekilen çan! Koca kahvede sanki kocaman bir sığır varmış gibi çalar o çan çaldığında!!! Çoğu insan muhabbet ederken tanışmıştır bu çanla. Deli Sedat gibi kulağı sağır olanlara ne çan, ne ramazan topu; vız gelir tırız gider he he he. Sonradan öğrendiğime göre Ahmet ağabey “bizde yalana müdahale olmaz, atış serbest” dediydi de bayağı gülmüştüm. Burası gerçekten demokratik bir kulüp! Ne yalan söyleyeyim arkadaşlarımla en yakın zamanda buraya üye olmaya karar verdik. Ancak ikamet sorundu. Fakat buna da bir çözüm getirdi İğneada’lı emekli ormancı Şerafettin ağabey; Şerafettin ağabey Ahmet ağabeyin arkadaşı ilk defa burada az önce tanışmıştık. İğneada’lı eski reis (Belediye başkanı) Hayri Savaş kendisinin yeğeniymiş… 

“Hemşoma bak be… Benim burada üç katlı evim var. Dairenin biri boş, gel otur al ikametini ne olcek yani?” :)) 

Yurdum insanı bir başka güzel canım. Masada otururken bölgenin trafik polislerinden bir arkadaşla da tanışmış o da kendi rengi ile masaya renk ve cümbüş katmıştı. Ve hatta biz kahveden çıkarken “siz misafirsiniz, isterseniz size çıkışa kadar eskortluk yapayım” dediğinde kendimi bölge mülkü amirleri gibi önemli biri hissettim! Tabi ki bu öneriye çok teşekkür edip gerek olmadığını söyledik. 

Güzel bir akşam güzel bir sohbet oldu yaklaşık bir saat burada sohbet etmiştik. Daha sonra bu güzel insanlarla vedalaşıp saat 21. 30 gibi yolumuza devam ettik. Yağmur yağmaya başlamıştı. Silecekler fasılalı olarak çalışıyor bazen silmeye yetiştiremez oluyordu. Kapaklı ve Vizeden yemeklik sucuk ekmek ve içecek almıştık. Saat 22. 30 gibi İğneada’ya geldik. Hiç inmeden limana gittik. Limandaki kahve ve balık yazıhaneleri kapanmış, yerli trolcüler çoktan evlerine gitmişti. Gece balık tutmak için yemlik balık almaya gelmiştik ama maalesef bu mümkün olmadı. 

Jandarma sessizce arkamızdan geldi ve biz durduğumuzda onlarda liman taşının devamında bizim yanımızda durdular. “iyi akşamlar, kimlikleri alabilir miyiz” dediler. Tabi deyip kimliklerimizi verdik. Rutin kontrollerini yapmalarından aslında çok memnun olmuştum. Bu vatanın her karışı bizim… bu vatanın ekmeğini yiyen, suyunu içen herkes kendi üzerine düşen görevi bu askerler gibi yapmalıydı. İşini, kendine menfaat sağlamak için yapan, vatandaşı gereksiz yere yoran, üzen devlet memurları bu ülkenin çıbanıdırlar. Sessiz halk, sesini duyuracak tarafsız bir platform bulduğunda, içinde biriktirdiklerini elbet ortaya dökecektir. 

Yalnız biz yurttaş, vatandaş olarak üzerimize düşen sorumluluğu aldığımızda, görevini kötüye kullanacak kişilere fırsat vermemiş olacağız. Tabi ki seçtiğimiz insanlar biz vatandaşlara kaldırabileceği sorumlulukları verecek yasal düzenlemeler yapmak zorundadırlar. Vatandaşı aşan, vatandaşın üstesinden gelemeyeceği yasaları çıkarmanın mantığı; ya vatandaşını tanımamaktan veya bir takım kurumlara veya kuruluşlara gelir sağlama amacı gütmek için vatandaşını kasıtlı olarak uğraştırmak, bezdirmek için çıkarılan yasalar olur. Bunun için çuvalla örnek verebilirim ama biz şimdi konumuza dönelim. 

Jandarma komutanı kimliklerimizi verdi ve bize yemlik balık bulabileceğimiz bir lokanta tarif etti. Kendisine teşekkür edip başımızın çaresine bakacağımızı söyledim. Jandarma komutanı ayrıca benim İğneadalı olmamdan dolayı yabancılık çekmeyeceğimi vurguladı! Aklıma “Benim ağabeyim” hikâyemdeki Gâvur Ali geldi. Telefonunu çaldırdım. 

Ali kardeşin telefonu çalıyordu…. 

— Alooo 

— Buyurun 

— Ali sen misin? 

— Evet!!! 

— Ya Ali kardeşim şimdi bende bir şişe viski var, düşündüm de bu viskinin hakkını bir tek sen verirsin nerelerdesin? 

— Sen kimsin be ya, ben seni çıkaramadım? 

— Yapma Ali kardeş beni nasıl tanımazsın? Telefona kaydetmedin mi? Ben Erhan’ın ağabeyi İstanbul’dan… 

— Ooo Talip nasılsın be ya? Ben eski telefonu denize düşürdüm, anlatayım yani; o yüzden bütün numaraları kaybettim. Siz nerdesiniz? 

— Biz şu an İğneada da limandayız ava geldik. 

— Hade be, vallaha mı? 

— Vallahi geldik ya, yalan mı söyleyeceğiz sana… 

— Hadi gelin o zaman. Ben ... liman inşaatında şantiyedeyim. 

— Kimseye rahatsızlık vermeyelim Ali kardeş? 

— Yok, yahu olur mu öyle şey? Ben burada yalnızım zaten hemen gelin anlatayım yani… 

Gâvur Ali’nin, benim her zaman kamp için geldiğim yerde bekçi olarak kalması, bizim için büyük bir şanstı. Hemen arabayı çalıştırıp 12 kilometre uzaklıktaki Beğendik köyüne doğru hareket ettik. 

Yağmur halen devam ediyordu, köyün girişinden sağa sapıp toprak yoldan on dakika sonra şantiyeye geldik. Ali arkadaşımız bizi kapıda karşıladı. 

Dostça, içten bir karşılama ve kucaklaşma oldu. 

Hemen içeri girdik. Gürül gürül yanan odun sobasının etrafında oturup dinlenirken, Ali arkadaşımız bize karnımızın aç olup olmadığını sordu. Bizde kendisine arabada yemeklik sucuk vs aldığımızı söylememize rağmen, kendisi “olmaz, ta buralara kadar gelmişken size balık yedirmezsem bana ayıp olur” dedi ve arabasına atlayıp doğrudan Beğendik köyüne gitti. Saat 23.30 civarıydı. 

15 dakika sonra Gâvur Ali 4 kiloluk bir kalkan balığı ile geldi. “Bunlardan bir tane daha vardı dün İstanbuldan gelen arkadaşlara kestiydim bu da size nasipmiş” deyip attı mutfak tezgâhının üstüne. “Çok açıktan yakaladım bunları” dedi. Kocaman kasap satırı ile balığı tam ortasından ayırdım ve oradaki buzdolabına yarısını koydum. 

Bize bu kadarı yeter Ali KAPTAAAN! 

Kayınçom ve Yasin arkadaşımız bir yandan getirdiklerimiz ile masayı donatırken Ali arkadaşımla ben balığı pişiriyorduk. Bir süre sonra balık yeme faslı bitmiş kadehler masaya konmuş ufak ufak hem atılıyor hem sohbet ediliyordu. Ali arkadaşımız, kocadere de yakaladığı balıkları bize anlatıyordu. Her cümlesinin sonunda periyodik olarak “Anlatayım yani” dedikçe biz gülümseyip anlat anlat diyor ve Ali arkadaşımızın anlattıklarını pür dikkat dinliyorduk. Ali arkadaşımın evinde kocaman bir akvaryum varmış, içinde Japon balıkları dâhil bir sürü süs balığını ailece büyük bir zevkle bakıyorlarmış... Devam edecek... 

M.Talip Girgin 

 
Toplam blog
: 438
: 826
Kayıt tarihi
: 07.01.07
 
 

Milliyet Blog'a hangi vesile ile kayıt olduğumu doğrusu hatırlamıyorum!  Bende birçoğunuz gibi ya..