Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Ekim '11

 
Kategori
Öykü
 

Gelincik çiçeği

Ankara’da Gençlik Parkı’nın kuytuca bir kıyıcığında, kök salmış bir gül ağacıydı. Üzerine konan onca toz ve onu adeta boğmak istercesine etrafta uçuşaduran araba eksozlarının gazları dahi ona vız geliyordu. Hatta sürekli açtığı güllerle tüm direngenliğini ortaya koyup, işte ben buradayım ve ayaktayım diyordu. Bulunduğu ortamda, akla gelebilecek her türlü olumsuzluk mevcut olmasına rağmen, yine de Gençlik Parkının bu Kızılca Gülü son goncasının taç yapraklarını da doğan güneşin bal rengi bakir ışınları ile birlikte çatırdatıp, açmak üzereydi.

Yozgat’lı bahçıvan Recep, bir telle parkın duvar bahçesinin dibindeki musluğa bağladığı ve yıllardır bir türlü eskimek nedir bilmeyen, fakat güneşte aslında siyah rengi iyice kaybolmuş olan su hortumu ile yemyeşil çimleri sulamaya başladı. Bu işi hakkıyla yaptığına kanaat getirmesinin ardından, zaman zaman dertleştiği gül ağacının yanına geldi ve hortumu bu dostunun derinlere salmış olan köklerinin dibine bıraktı.

Memleketi Yozgat’ın Boğazlıyan ilçesinden ayrılalı yaklaşık dört ay oluyordu. Karısı İkbal’i ve iki yaşındaki oğlu Memet’i ne kadar da çok göresi gelmişti. Sabahın yedisinde işe başlamış ve beş dakika geçmeden sırdaşı “kızılca gülün” yanında soluğu almıştı. Recep uzun uzadıya gülünün bol su alması için başında bekleyip, bıyıklarını burarken:

“De bana á gulüm, Memedim, İkbalim ne alemdeler, ne yapıyorlar? Onlar da beni özlediler mi acep, hani benim onları özlediğim kadar? Memed ne öruyor, ağlıyor mu? Anacığını üzüyor mu? Babam nerde, diyor mu? Koşu koşuveriyor mu?” bunca sorudan sonra, gülünden yanıtını almış olacak ki, ellerini dizlerine koyup doğruldu ve gidip musluğun vanasını ıslak, nasırlı ve çamurlu elleri ile etrafına bakınıp, döndüre döndüre kapattı. Sabah güneşi tüm bedenini iyice ısıtmıştı. Kızılca Gül’le olan sohbetinden ve vücudunu sarmalayan güneşin sıcaklığından keyiflenmiş olacak ki, aşka gelip kendi kendisine Yozgat versiyonu ile karışık bir Çankırı türküsü tüttürdü.

“Leblebi koydum tasa gız annem,

Doldurdum basa basa gız annem,

Haydi haydi hopla gel, di gel gel.

Fistanını topla gel, di gel gel,

Benim yarim çok güzel gız annem,

Azıcık boydan kısa,

Di gel gel.

……………………….

……………………….

Başıma da vurdu gurpeden,

Di gel gel.”

Recep neşeli bir havada türküsüne devam ededururken, bahçeden içeri doğru birilerinin süzülmekte olduğunu fark etti. Elini beline koydu ve bir müddet sabahın bu erken saatlerinde gelen kişiye baktı. Daha fazla oyalanmadan gül ağacından hatır isteyip başka bir uğraşı bulmak üzere ayaklarını sürüyerek, parkta ağaçların yemyeşil dallarını sevgili misali birbirlerine uzatarak kucaklaştığı, geçen zamanla birlikte kalabalıklaşmakta olan parkın daha serin olan, gölgeli derinliklerinde kayboldu.

Gül ağacı onca suyu çok geçmeden bir ahtapot gibi tüm kökleri ile alıp, bir kısmını hızla dallarına ulaştırdı. Ardından taç yapraklarını çatlatıp, derin çatırtılarla burcu burcu olan son tomurcuğunu da patlatıverdi. Sabahın bu erken saatinde tabiat ana; yeryüzüne yeni bir renk daha bahşederken, cılız bedeni ile itmekte olduğu üç tekerlekli arabasından iyice yorulmuş olan ve Yozgat’lı bahçıvan Recep’in uzaktan uzun uzadıya tepeden tırnağa süzdüğü adam gelip, Gençlik Parkının Kızılca Gülünün yanı başında durdu. Bu oldukça zayıf bir adamdı. Avurtları birbirine geçmiş, gözlüklü, dudaklarının üzerinde ince bir çizgi halindeki bıyıkları, içerilere doğru kaçmış gözleriyle, uzun kürdanvari bacaklı, ayakta durduğu zaman adeta bir “S” harfini andıran ve küçük kafasında herdem eğri duran bir şapkayı barındıran Ehmedi Efe’den başkası değildi. Ehmedi Efe Türkçesi düzgün, yumuşak karakterli ve aynı zamanda kendi halinde bir insandı. Karşıyaka semtinden buralara kadar sürükleyedurduğu üç tekerlekli arabasıyla, çocuklara pamuk şekeri yapıp, satmaya gelmişti. Tezgahını kurmaya çalışırken, gözlerinin yeni açılmış olan güle ilişmesiyle içi ısındı, umutlandı. İşler iyi gidecekti. Bu iyiye delaletti. Arabasını iyice getirip, gülü sarmalayıp kollayan iki taşı yeni yıkılmış olan duvar gibi yükseltiye oturdu. Tam gaz küçük velinimetleri olan çocuklar için hazırlığına devam etti. Elini iyice buruşmuş olan kahve rengi çizgili ceketinin cebine daldırıp, sigarasını çıkardı. Eeh… “Bafra sigaralarının” içimi de hani sabahları bir başka oluyordu. Sigarasını kavruk ince dudaklarına götürüp, sağ elinde bulunan muhtar çakmağını bir iki sallayıp, büyük bir keyifle tüttürdü. Derin bir nefes alıp, dumanı mümkün olduğu kadar ciğerlerine çekerek, teselli aradı. Sigara kendisini rahatlatmıştı. Tekrar işine koyuldu, reklam olsun diye bir iki tane pamuk şekerini hazırlamış olduğu çubuklara sarmalayıp, tezgahının üzerine koydu. Küçük küçük bulutçuklar gelip, tezgahının üzerine konmuş gibiydi. Kafasını eğerek kendi hüneri olan bulutçuklara baktı. Hala kahvaltı yapmamıştı. Pamuk şekeriyle de elbette kahvaltı yapılamazdı. Yine de bir simitçi gelene kadar, bulutçuklarından bir parça

koparıp ağzına götürdü. İsyanını kısa zaman için de olsa bastırmıştı. “Allah Kerimdi, şimdilik karada ölüm yok gibiydi.”

Saatin ilerlemesi ile birlikte çocuklar da anne ve babalarının ellerinden tutup, Luna Parkına doğru sökün etmeye başladılar. Parkın kapısından adımlarını atar atmaz pamuk şekeri satmak için arabasının yanında hazır ve nazır bulunan Ehmedi Efe’yi gören çocuklar; anne ve babalarının kollarından çekiştirip, onları o yöne doğru götürmeye çalıştıysalar da, pek

çoğu bunda başarılı olamadı. Her çocuğun bu eylemi karşısında Ehmedi Efe müşteri geldi deyip, yutkunarak ayağa kalkıyor ve daha sonra umudu kırılmış olarak yeniden olduğu yere oturuyordu. Çocuklarının ısrarı karşısında anne ve babalar dışarıda satılan yiyeceklerin sağlıklı ve hijyenik olmadığını anlatıp, onları zor bela ikna edebiliyorlardı. Çoğu ağlayarak ve çığlıklar atarak, uzaklaşıyor, anne ve babalar da kendilerini dinlemeyen bu küçük insanlara yeni cezalar yağdırıyorlardı. Ehmedi Efe ise gidenlerin ardından;

“Pambuk şekeri, pambuk şekeri” diyerek, fayda getirmediği halde avazı çıktığı kadar hüzünle bağırıyordu.

Akşama kadar topu topu altı tane pamuk şekeri satabildi. Karanlık bastırdığında sabah yemiş olduğu simidin vermiş olduğu enerji ile yavaş yavaş arabasını itekleyerek evinin yolunu tuttu.

Uzunca bir yolculuğun ardından yorgun argın evine geldi. Arabasını iki odadan oluşan; gecekondusunun duvarının yanına bırakıp, kapının açılmasını bekledi. Kapıyı yusyuvarlak yüzlü karısı Yeter açtı. dokuz yaşındaki oğlu Muammer de merakla gelip, babasını:

“Baba bana pamuk şekeri yaptın mı?” sorusuyla karşıladı. Bunun üzerine Ehmedi Efe tekrar arabasına gidip satılmayan pamuk şekerlerinden birisini alıp, oğlu Muammere uzattı. Bu arada sol eliyle de arkasında bir şeyler saklamaya çalışıyordu. Muammer pamuk şekerini alıp odaya dalarken, Ehmedi Efe de tüm gün boyunca yanında oturduğu ve daha bu sabah açan Gençlik Parkının Kızılca Gülü’nü karısı Yeter’e uzattı. Böylelikle Ehmedi Efe de Camili Köyü’nde bir ilki gerçekleştirmiş oluyordu. O, bu eylemi ile karısına ilk gül getiren biri olarak, “Camili Köyü Guiness Rekorları Kitabına” adını altın harflerle yazdırmış oldu.

Ehmedi Efe aylarca pamuk şekeri işini denedi. Bu işte pekte hayır yoktu. Evinin kirasını dahi ödemekte zorlanıyordu. Oysa rahmetli babası Efe’den biraz daha tarla tapan kalmış olsaydı, o da buralara gelmeyecekti. Evet tarla tapan kalmamış değildi, sağ olsundu, mekanı cennet olsundu. Fakat bu kadar da az olmazdı ki, çok yetersizdi. Var olan onca tarlayı da ortağa vermek zorunda kalıyordu. Uzun yıllar tarlalarını Heyderi Hecike’ye, Dedeyi Mısto’ya, Osmani Mistefe’ye ve daha bir kaç ortakçılık yapan köylüsüne vermişti. Fakat ne yaparsa yapsın sonuçta yetmiyordu. Bu nedenle bundan beş ay önce aldığı ani bir kararla, Camili Köyüne isyan

bayrağını çekti. Tüm eşyalarını denkleştirdiği bir kamyonete yükledi ve Ankara’ya göç etti. Kamyonete eşyaları yüklerken karısı Yeter gitmemekte bir hayli direndiyse de, kendisini ikna edemedi. Kararı kesindi ve geriye babası da kabrinden kalkıp gelse kimselere eyvallah etmeyecekti. Kamyonet Topal Memet’in atölyesini yanına gelince Yeter gitmemek için direnmekte direndiyse de nafile, Ehmedi Efe hala kararlıydı. Kamyonet durunca Muammer arabadan inip, römorkta bulunan eşyaların üzerine sevinçle çıkıp, Camili Köyünü bir güzel kalaylayarak:

“Ey Camililer…. Bir daha iccağı miccaği göremiyeceksiniz. Biz gidiyoruzAnkara’ya göçüyoruz….Ankara’ya…” diye avazı çıktığı kadar bağırdı. Ehmedi Efe’nin köydeki lakabı “Iccax” dı. Bu nedenle köyde herkes Ehmedi Efe’den bahsederken “Male iccex” diye bahsederdi. Tüm direnmelere karşın kamyonet onları tozu dumana katarak, Ankara’ya getirdi. Şimdi düşünüyordu da belkide karısı Yeter biraz haklıydı. “Ekmek aslanın ağzında değil, bilakis çok çok gerilerdeydi. Şehrin taşı toprağı altın olmadığı gibi, her gün kuru üzüm, lokum ve bisküvi de yenmiyordu.”

Bir ay kadar bir zaman daha pamuk şekeri satmaya çalıştıysa da, bu işte ekmek olmadığını görüp, başka işlere el atmaya çalıştı. Yine üç tekerlekli düz bir araba alıp, üzerine bolca domates yükleyip, mahalle mahalle dolaşarak;

“Domatezci geldiiii… Hanım abla kan kırmızısı domateslerim var…” diyerek, sokak sokak dolaşıp bağırıyordu. Domates satıcılığında ise henüz haftasını yeni doldurmuştu. İşler umduğundan daha iyi gidiyordu. Pamuk şekeri satmaktan biraz daha yorucuydu, ama varsın olsun hiç değilse emeğinin karşılığını alıyordu. Dün sabahın erken saatlerinde ilk kez Demetevler Semti’ne gelmişti. Yüksek blokların yükseldiği, şehirleşme kavramında her türlü plan ve projeden yoksun olan bu mahalleye adımını atmıştı ki, dört bir yandan seyyar satıcıların yüksek ve tiz sesleri kulağını götürdü. Dalga dalga gelen sesler dayanılır gibi değildi ve bu koraya birazdan kendince o da katılacaktı. Fakat bu adamlar bu işte çok kıdemli ve becerikliydiler.

“Haydiii, kalaycı geldi… Hanım… Kalaycııı..”

“Simiiit…. Taze ve gevrek simidim var…Simitlerim çıtır çıtır….”

“Eskiciiii… Eskiciiiii geldi, Eskici.”

“Hurdacıııı… Demiir, bakııır, plastik alırım. Hurdacı geldi. Hurdacıııı…”

“Zuuu… zucu. zucu… Altı numaraya mı? Apla! Bir damacana mı apla?”

“Evet evladım altı numaraya bir damacana su. Yalnız apartmanın içinde bağırma ne olur! Torunlarım uyuyorlar d!”

Ehmedi Efe de aniden çatallaşan sesini yükseltmeye çalıştıysa da, sesini onlarınki kadar bir türlü yükseltemedi. Tüm bu hengamede, onun cılız çıkan bağırtıları gümbürtüye gidiyordu.

“Domateees…” dediğini pek duyan yoktu ama, balkonlarından aşağı bakan apartman sakini bayanlar kafalarını uzattıklarında kan kırmızısı domatesleri görünce:

“Domatezciii… Aşağı uzattığım sepete iki kilo iyisinden domates koy.” Diyerek, Allak’tan onun fazla bağırıp çağırmasına gerek bırakmıyorlardı.

Bu ikinci gününde de bu mahalledeki satışının iyi gideceğine dair kanaati tamdı. Daha işe yeni başlamıştı ki tombulca bir bayan apartmanlardan birinin üçüncü katından sepetini uzatıp, üç kilo domates istedi. Ehmedi Efe hemen büyük bir telaşla sepetin yanına yanaşıp, istenileni uzatılan sepete koyup, sepetteki parayı da aldı ve ilk siftahını önlüğünün cebine indirmek üzereydi ki, iri yarı izbandutvari pala bıyıklı ve oldukça kıllı bir ele sahip olan birinin tokatı zayıf suratında yankı yaparak patladı. Ehmedi Efe neye uğradığını anlamamıştı. Paraları yere serpilirken, yine aynı kıllı eller gidip arabasında ne kadar domates varsa hepsini yere döktü. Bu ne türden bir belaydı. Bu ayı gibi adam kendisinden ne istiyordu. Çok geçmeden yakasından tutulup, bir çuval gibi kaldırıldığını hissetti. Ayakları neredeyse yerle olan temasını kaybedecekti. Ardından tekme tokat yeniden dayak faslı devam ederken, kıllı ellerin bağlı olduğu gövdeden aynı zamanda bağırtılar da geliyordu.

“Ulan burası Dingonun ahırı mı? Sen kime sordun da buraya gelip, bizim işimizi elimizden alıyorsun? Kimsin sen ulan kim? Belanı mı arıyorsun?Hadi topla tasını tarağını ve hemen çek git buradan, yoksa sonun çok daha kötü olur. Sakın bir daha da buralarda görmeyeyim seni.”

Tam bu sırada apartmandan çıkan altmış yaşlarında, temiz giyimli, bakımlı aydın görünümlü bir bey kaygı içinde onlara bakıyordu. Çok geçmeden her ikisini de yanına çağırdı. İzbanduta, yaptığının çok abes olduğunu, onu tersleyerek anlatırken, nasihatvari sözlerinin devamını bastırarak ve altını özenle çizerek getirdi.

“Arkadaşlar neyi paylaşamıyorsunuz. Bu yaptığınız çok ayıp. Bakın çoluk çocuk sahibi koskoca adamlarsınız. İnsanlığınızdan utanmanız gerekir.Bu yaptığınız size hiç yakışmıyor. Adil bir paylaşımla dünya hepimize yeter. Bakın özde yaşam sevgidir. Sevgi de yaşamdır. Sevgi ile yaşayıp, sevgiyi koruyup, sevgiyi yaşatmalıyız. Bilmem anladınız mı bu dediklerimi? Bu yaptığınız çok ayıp ve çirkin bir şey. Hadi şimdi birbirinizden özür dileyin bakalım.”

Her ikisi de süklüm püklüm duruyorlardı. Ehmedi Efe suçsuz ve dayak yiyen olduğu halde, şapkasını iki eline almış, kafasını yere eğerek pür dikkat dinliyordu. Birbirlerinden özür diledikten sonra, apartman sakini bey:

“Hadi bakalım şimdi şu dökülen domatesleri toplayalım.”deyip, etrafa dağılan ve kısmen ezilmiş olan domatesleri elbirliği ile toplayıp, tekrar doğrulttukları arabaya doldurdular.

Ehmedi Efe bedeninin çeşitli yerlerindeki ağrı ve sızı ile yavaş yavaş evinin yolunu tuttu. Bu nedenli bir insanlıktı. Barbarlar dünyayı parsellemişlerdi de onun haberi yoktu. Eşkıyalık bir yerde dağdan şehre inmişti. Bu yamyamlarla başa çıkamazdı elbette. Yorgun argın var gücüyle arabasını itekleyedururken, bir yandan da derinden düşünüyordu. En iyisi yeniden köyüne dönmesiydi. Görünen o ki buralarda barınamayacaktı. Bunca yorgunluğa ve emeğe karşın eline bir şey geçmediği gibi, yediği dayakta işin cabasıydı. Köyüne döndüğü zaman babadan kalma tarlalarını yine ortağa verir, kıt kanaat da olsa kazasız belasız, çoluğuyla çocuğuyla gül gibi yaşayıp giderdi.

Ertesi günü elindekini avucundakini verip, yeniden bir kamyonet kiraladı. Var olan tüm eşyasını yükledi ve köyünün yolunu tuttu. Kamyonet sahibi Kırkkale’li bir Ferdiciydi. Kafasını eğip, direksiyonu sallarken, bir yandan da teybinden Ferdi Tayfur’un bir şarkısını dinliyordu.

“Haydi köyümüze dönelim. Fadime’nin düğününde halay çekelim.”

Olmadı, istediği gibi olmamıştı. Ehmedi Efe de köyüne dönüyordu, ama Fadime’nin düğününde halay çekmek için dönmüyordu. Şehirde tutunamadığından dönüyordu.

Kamyonet uzun, tozlu ve dumanlı bir yolculuğun ardından gelip en nihayetinde evinin önünde durdu. Ehmedi Efe’nin köye geri döndüğünü gören komşuları onun etrafını çevirdiler. Ehmedi Efe içi buruk bir şekilde evine bakıp, derin bir iç geçirdi.

“Gözün kör ola, utanmaz kader. Evin yıkıla kahpe felek…”demekten kendini alıkoyamadı. Konu komşu elbirliği ile eşyalarını eve taşımak için kollarını sıvadı. Yeter sevinçliydi. Muammer, küçük kardeşleri Sinan ve Kemal de sevinçliydiler. İşin garibi Muammer Ankara’ya göç ederken de sevinçliydi.

Uzun süre eve kimseler uğrak vermediğinden, bakımsızlıktan evin etrafı çayır ve çimenlerle dolmuştu. Ehmedi Efe yorganlardan birini alıp evine doğru yönelirken, ayağı uzun çimenlere takıldı ve hafif sendeler gibi oldu. Ayağı daha yeni yeni narin yapraklarını açan bir gelincik çiçeğine değdi ve onu tamamıyla ezdi. Gelincik çiçeğinin kan kırmızısı narin yaprakları bu darbeyle, yerlere çimenlerin arasına dağıldı. Boynu büküldü ve çimlerin arasında bir daha doğacak olan güneşe yüzünü dönmemek üzere ezilip, kayboldu.

“İç Anadolu’daki Kum Kentten Öyküler”

 

 

Aydın Yılmaz                             

aydinhecibi@yahoo.com

Amsterdam, 09 Aralık 2006

 

 
Toplam blog
: 102
: 447
Kayıt tarihi
: 17.12.10
 
 

Sevgili okuyucular; oluşturmaya çalıştığım bu blog vasıtası ile boş zamanlarımı değerlendirip, ço..