Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Kasım '08

 
Kategori
Siyaset
 

Gemerek nire, Bloomington nire...

Gemerek nire, Bloomington nire...
 

Geçmis zaman olur ki hayali cihan deger


Benim Prof. Dr. İlhan Başgöz’ü sevdiğim, saydığım kadar sevdiğiniz saydığınız birileri, kendisinden öğrenecekleriniz olan birileri varsa oralarda bir yerlerde ve “Bir fırsatını bulsam da gidip yanında bir süre kalsam, feyzinden yararlansam.” deyip duruyorsanız ve “Ah işte ne edeyim, hayat gailesi, günün meşgalesi... İnşallah bir gün ...” diye erteliyorsanız bu ziyareti, hemen şu anda bırakın elinizdeki kağıt kalemi, bilgisayar klavyesini, burnunuzu çeke çeke soğan soyduğunuz bıçağı, çifti, sapanı, traktör ya da taksi direksiyonunu. İndirin tozlu valizi yüklükten, iki takım fanila, tuman, bir kaç çift çorap bir kutu da çifte kavrulmuş fıstıklı lokum düşün yola.

Ben öyle yaptım geçen hafta.

İlhan hoca İndiana Eyaleti’nde Bloomington adlı küçük bir üniversite kentinde yaşıyor. Aslında bu tam doğru değil. İlhan hocanın mekanı bol. Edremit, Güre’de bir vakfı, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesinde, Ankara Bilkent Üniversitesi yakınında bir göz odası var. İlhan hoca kaldığı yerin hacmine kulak asmıyor. Kitapları sığsın yeter ona. Arada sırada benim gibi, çalışma ritmini aksatan dostlara ayıracağı bir döşek yorganı da varsa tamam. Keyif binbeşyüz.

Tanıdığım insanların en tatlı dillisi, en güler yüzlüsü, en bol gönüllüsüdür İlhan Başgöz. Bunun bir nedeni doğasında varolan ruh güzelliği ise diğer nedeni Alevi kültürünün şartlanması olabilir. Fakat hocanın sizi ilgilendiren özellikleri bunlar değil. İlhan Başgöz günümüzde, Türk Edebiyatını, özellikle Türk Halk Edebiyatını, Folklorunu en iyi özümlemiş, bu konuda hayatta olan en önemli otoritelerden biridir. Biridir diyorum kendimi emniyete almak için. Ben başkasını tanımyorsam da oralarda birileri olabilir...

İlhan Başgöz’in çevresinde dolaşın bir süre, bu bir üniversite eğitimine denktir. Anlattığı fıkralar bile Anadolu kültürü üzerine verilmiş nice çatık kaşlı konferansa bedeldir maksat birşeyler anlatmak, öğretmek, belgelemekse. En duyulmamış Nasreddin Hoca fıkralarını bilir hoca ve çağdaş olmadıkları halde neden Nasreddin ile Timur’un karşı karşıya getirildiğini, bu anakronizmin kültürel-tarihsel sebeplerini de. Laylaylom sanırsınız onunla yediğiniz akşam yemeklerini. Kahkahalarınız gözyaşlarıyla ıslanır... Ama sonra yatağınıza girince bakarsınız beyniniz almış yürümüş düşüncelerle... Allah Allah hiç düşünmemiştim bunu ya... Demek, Anadolu Timur’dan hıncını almak için fıkralarda karşısına çıkarmış bizim Nasreddin Hoca’yı. Eh pek iyi etmiş. Müstahaktır. Öcümüzü Hoca’dan iyi kim alır. Timur 1331 de Semerkant’ta doğmuş, 1405 de ölmüştür. Nasreddin ise eğer gerçekten böyle biri yaşamışsa, (ki bu isimde birinin gerçekten yaşadığına dair kanıtlar var) 1208 yılında Afton, Sivrihisar yakınındaki Hortu köyünde yaşamıştır. Yani Anadolu halkına kan ağlatan Moğol istilasından 100 küsür sene önce. Bu nedenle şöyle bir olay kronolojik olarak mümkün değilidir:

Timur bir gün yanına Hoca'yı da alarak Akşehir’in Meydan Hamamına gider. Soyunup peştemallara sarınıp sıcak bölüme geçerler. Göbek taşında oturup bir yandan sohbet ederken bir taraftan terlerler.

Derken Timur Hoca’ya sorar.
<ı>- Hoca sen bir deryasın! Kıymet biçmesini bilirsin. Şu halimle ben kaç para ederim?...
Hoca:
<ı>- On akçe der.
Kendisine bu kadar az kıymet biçilmesi Timur'u küplere bindirir.
<ı>- Bre gafil sen bana nasıl on akçe ettiğimi söylersin bu parayı sadece peştemal yapar!deyince

Nasreddin Hoca boynunu bükerek;
<ı>- Ben de peştamalı hesaba kattım zaten!

 

Timur’dan böylece öcünü almıştır Anadolu.

Fıkrayı dinlerken gülüyoruz, güzel vakit geçiriyoruz.

Sonra düşünüyoruz.

İlhan Başgöz komik bir şey daha anlattı. Yeni tanıştığı, onu tanımayan birisi sormuş: İlhan Bey mesleğiniz nedir diye. İlhan Bey folklorcu olduğunu söylemiş. Adam maaşallah İlhan bey bu yaşta demek ne kadar dinçsiniz, o kadar atlamaya sıçramaya iyi dayanıyorsunuz.... Buna da güldük tabii. Folklor denince adamın kafasına Konya kaşık havası, Bursa’nın kılıç-kalkanı, Aydın zeybeği, Erzurum barı, Akçaabat Horonu neyin gelmiş. Gerçi, yaşının eğip bükemediği o fidan boyuyla Hoca o tür folklorün de hakkından gelir, fakat folklor bu değilidir. Bu folklorün sadece bir kesitidir. Günümüz Türkiyesi Amerikalıların “run-away train” dedikleri şimendifersiz bir lokomotif gibi hızla gidiyor. Ergenekon, etnik, dinsel, idolojik bölünme, üstüne de global ekonomik kriz gelince insanların gözü folklor mü görüyor, edebiyat mı.

Merak eden var mı, neden tutturmuş bu koskoca emeritus profesör maniler türküler, ağıtlar, kasideler diye. Günümüzde türkü, saçı jöleli, kulağı küpeli, ensesi döğmeli oğlanların haykırdıkları, memelerini pazara seren, çukulata kağıdından dar entarili hanımların popolarını kıvıra kıvıra bağırdıkları bir müzik garabeti haline geldi. Bakıyorum biri hançeresini yırtarak haykırıyor :

Güzel aşık cevrimizi
Çekemezsin demedim mi
Bu bir rıza lokmasıdır
Yiyemezsin demedim mi

Yemeyenler kalır naçar
Gözlerinden kanlar saçar
Bu bir demdir gelir geçer
Duyamazsın demedim mi

 

Köşede oturmuş bir arabesk şarkıcı, yanında Bülent Ersoy bey/hanfendi, haykırışcıya not biçiyorlar.

Oysa Pir Sultan’ı bilmek lazım bu sevimiz sanatsız haykırıştan öteye. Pir Sultan Abdal 16ncı Yüzyılda yaşamış, Sivas’ın Banaz köyünden bir Alevi-Bektaşi dedesidir ve Sıvas Beylerbeyi Deli Hızır Paşa’nın haksızlıklarına karşı çıktığı için Serez çarşısında ibret olsun diye dostlarının, ailesinin ve müritlerinin gözleri önünde asılmıştır. Anadolu’nun yenemediği makus talihidir, eli kalem tutan, gönlü hak tanıyan yazar, çizer, sanatçının, rant ve güç manyağı cahil cühela iktidarlar tarafından katledilmesi. Pir Sultan türküleri, Bülentiye hanfendilerin önünde bağrılsın diye icad edilmemişlerdir. Bu türküler, maniler, ağıtlar, bir vakayı namenin (chronicle) koparılmaz parçasıdır. Onları okudukça öğrenirsiniz vebalini, sevabını bugün Türkiye dediğimiz topraklar üzerinde bin yıldır yaşayan toplumun.

Laf lafı açar, laf ta yüreği.

Biz gelelim (hayır fasulyenin faziletine değil) benim yeni döndüğüm Bloomington seyahatime. Sohbetlerin birinde ben, son zamanlarda gemi azıya alan teneke, lümpen milliyetçilikten yakınıyor ve Ermenilere karşı takınılan husumetli tavırdan duyduğum endişeyi dile getiriyordum. İlhan hoca da, Türk toplumunda Ermeni’ye karşı husumet için zemin olduğunu belirtti. Ben Türkiye dışındaki Ermeni diyasporasının herzelerinden Ermeni asıllı Türk vatandaşlarının sorumlu tutulamayacağını anlatmaya çalışırken, Hoca’nın belli belirsiz kzıdığını farkettim. İlhan Başgöz gibi seyrek ve az kızan insanların kızgınlığını hemen sezersiniz. “ Bak dedi, ben severim Ermenileri. Ben Gemerek’de doğdum. Gemerek’in nüfusununun yüzde yetmişi Ermeniydi tehcire kadar. Şimdi ise parmakla gösteremezsin. Ermenileri öldürdük. Doğrudur. Fakat Ermenilerin bazıları da (evet yerli Ermeniler, Osmanlıyız diyenler) Taşnak’ın tahrikiyle öyle akla sığmaz, ağıza alınmaz zulüm yaptılar ki bunu bilmeyenler için, yılların Ermeni diyasporası propogandasının etkisiyle Türk halkını mahkum etmek kolaydır. Devlet kayıtları, vakayı nameler, kitaplar eksik, yanlış şeyler içerebilir. Ama maniler, ağıtlar, türküler yalan söylemez. Dinle şunu :

1920 yılında Haçın’da (Adana’ya bağlı bugünkü Salimbeyli), Fransız işgali sırasında, Ermenilerin Türklere uyguladığı yoketme harekatını, olaya tanık olan bir kadının ağıtından öğreniyoruz:

Amir memur demeyerek

Hep bir ipe bağladılar

Bekiroğlu Deda’yı

Demirinen dağladılar

Sekiz gavur bir gelince

Osmanımı şaşırdılar

Baban çete başı deyi

Hac’Ahmed’i pişirdiler

Sen çete topladın deyi

Çalgıyınan yüzüyorlar (Derisini yani)

Bebeleri kaynatmışlar

Guzu etidir yeyin deyorlar

Enfiyeci Hüseyin’i

Tellerinen boğuyorlar

Yağ kazanın kurdular

Çocuklş, arı gaynattılar

Gön görmeyen hanımları

Süngü ile oynattılar”

Bu ağıdı söyleyen Haçınlı kadının bir politik hesabı, gündemi yok. Söylediklerinden kuşku etmek için de sebebimiz yok. İlhan Hoca bu araştırmayı Ermeni düşmanlığı yapmak, ya da mevcut olanı körüklemek, Ermeni diyasporasının iftiralarına karşı defansa geçmek amacıyla yapmıyor. O bir araştırmacı. Bir folklorcu. Maniler, Ninniler, Hapishane, Asker Türkülerinin yanısıra Ağıtları da incelerken rastladığı bir tarihsel anlatıyı almış kitabına.

Yazarken bile gönlümü karartan bu olayların tamamı doğrudur eminim. Fakat İmparatorluğun çöküşü sırasında, Fransız işgal kuvvetlerinin himayesine sığınan bir avuç kansızın giriştiği bu sapıklığı ben bir Ermeni-Türk meselesi olarak görmeyecek kadar aydınlanmış bir insan olmak çabasındayım. Çocukları kazanlarda kaynatanın Ermenisi Türkü olmaz. Sapığın milliyeti, zilliyeti, dini, imanı, tarikatı ne ifade eder? Bana hiç. Türk de olsaydı bunu yapan benim için farkı olmazdı. Savaşlar, insan ruhundaki iblisi prangasından boşandırır. Savaşın galibi yoktur dememişler boşuna.

İlhan Başgöz ve Emeni muhabbeti açılınca anlatmadan geçemeyeceğim ve Prof. Başgöz’ün evinde kaldığım sırada hatırlayıp, olayı bilmeyen dostlarla paylaştığımız bir anı var:

İlhan hoca, “Hale sen anlat” dedi. Anlatıyorum.

Oğlum küçüktü. Bir gün eve geldi ve kuru temizlemecide çok tatlı bir Türk teyzeyle tanıştığını anlattı. ‘Öyle mi, kimmiş, ismi neymiş?’ ‘İsmi Anna’ ‘Oğlum Anna Türk ismi değil ki. Yanlış anlamışsındır. Handan filan olmasın.’. ‘Yok anne’dedi ‘ Vallabilla ismi Anna. İstanbullu’. Ben de gidip İstanbullu Anna hanımı bir göreyim dedim. Anna Loloyan ve ailesi ile tanışmam böyle oldu. Loloyan ailesi İstanbul, Kurtuluş’ta yaşarmış ABD’ye göçmeden önce. Aile erkeklerinin kimisi kuyumcu, kimisi terzi.

Anna evine davet etti. Gittim. İçerden bir İbrahim Tatlıses müziği duyuldu. Ayağıma terlikler verdiler. Kahve içtik, fal kapattık. Yıllar boyunca dostluklarını esirgemediler. Sonra baba Loloyan, Ohannes vefat etti. Ailece klisede anma törenine gittik. Anna’nın annesi Nazlı teyze çok hanım, esaslı bir kadın. Birgün evlerine gittiğimde baktım Nazlı teyze namaz pozisyonunda dizlerini kırmış oturuyor. Başında namaz örtüsü, elinde tesbih mırıl mırıl dua ediyor. ‘Hımmm’ dedim kendi kendime. ‘Nazlı teyze dönme anlaşılan. Zaten ismi de Ermeni ismi değil’ (Oysa ailede bir de Gülbahar gelin var).

Kadının duası biter bitmez “Nazlı teyze sen dönmesin değil mi” diye sordum (Sanki neden önemli ise). Yaşlı kadın, yüzüme tuhaf tuhaf bakıp “ Yooo” dedi. Bozuldum. “Şey, yani tıpkı müslümanlar gibi başını bağlamışın, elinde tespih, dizlerin bükülü, oturmuş dua ediyorsun da.. Sandım ki...” Nazlı teyze gülüverdi “Ne bilim gızım, bizim orlarda hep böyle dua ederidik” dedi. Nazlı teyzenin torunu Julyet ömründe Türkiye’ye gitmediği halde İç-Anadolu şivesiyle mükemmel Türkçe konuşur. Türkçeyi anneanneden öğrenmiş. Sordum neden bu şiveyle konuştuklarını.

Biz dediler Gemerekliyik. Gel zaman git zaman (böyle anlatırdı masalları büyük hanım) Nazlı teyze bana Gemerekte evlerinin bir odasını kiralayan ailenin oğlu Mehmet’ten söz eder oldu. “Duydum ki oğlan Amerika’ya gelmiş. Böyük adam olmuş. Bir aile gibiydik onlarla. Oğlan elimizde büyüdü.”

İlhan Başgöz Hoca’yı biraz yakından tanıyınca O’nun da Gemerekli olduğunu, yoksul oldukları için bir Ermeni ailesinin yanında bir göz odada kiracı yaşadıklarını yine de onu okula göderdiklerini öğrendim. Ü ile başlar züm le biter, bağda yetişir bilin bakalım bu nedir. 2 ile 2 yi yanyana getirip 4 ü bulan dahi matematikçi gibi “Yani şu Gemerek dediğin ne kadarlık yerdir 60 yıl önce. Orda kaç tane Ermeni ailesinin bir odasını kiralayan, kaç tane dul kadın vardır, oğlunun adı Mehmet olan. (İlhan hocanın tam adı Mehmet İlhan Başgöz)

Hocaya yıllarca gel evimizde konuğumuz ol dedik durduk. O “yok, ben kendi evimdem başka yerde rahat edemem” der gelmezdi. Bir kış günü telefonda “Washington’da bir konferansa katılacağım, size de uğramak istiyorum” dedi. Sevindik. Geldi ve fethetti gönülleri. Ben de ona “ Hoca gel seni birileriyle tanıştıracağım” deyip, onu Nazlı teyzenin evine götürdüm. Aradan geçen onca yıla rağmen, bu iki insan birbirini görür görmez bir bağrış bir çığrış sarıldılar, ağladılar, seyredenlerin yüreğini dağladılar. Ogün bugün görüşürler. Ben de, aklımla bin yaşayım, kendimi Mısır seferinden osaat dönmüş Napolyon gibi hissettim biran.

İşte Anadolu’nun kültürel, etnik danteli. Çözmeğe kalkışırsanız dolaşır iplik. Kördüğüm olur.

Kendinize bir edebiyat, kültür ziyafeti çekmek ve bugün Türkiye’de sergilenen çirkinlikleri bir an için unutmak istiyorsanız, bu yazıyı bitirir bitirmez kitapçıya koşup Profesör Dr. Mehmet İlhan Başgöz’ün TÜRKÜ isimli kitabını satınalın. Pişman olmayacaksınız.

 
Toplam blog
: 7
: 992
Kayıt tarihi
: 02.07.08
 
 

ABD'de yaşıyorum. Mesleğim öğretmenlik. Çeşitli yayın organlarında, internet dergilerinde yayınlanmı..