Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Şubat '10

 
Kategori
Tarih
 

Haliç'teki Demir Kilise ve İstanbul Bulgar Ortodoks Cemaati (1.Bölüm)

Haliç'teki Demir Kilise ve İstanbul Bulgar Ortodoks Cemaati (1.Bölüm)
 

DEMİR KİLİSE SVETİ STEFAN


İstanbul’da, Haliç’te bir “Demir Kilise” vardır. Herkes önünden geçtiğinde merakla bakar. Bu aslında çok önemli bir yapıdır. Çünkü Osmanlı Dönemi’nde, Türkiye’de inşa edilen ilk “prefabrik” yapıdır. Bu gün Türkiye’deki Bulgar Ortodoks Cemaati 400 kişi civarındadır ve bunların büyük bölümü de kiliseye düzenli gitmez.

Bulgarların “Bulgar Paskalyası”, Bulgarca söylemi ile “Çarigradski Viligden” 1 Nisan 1860’ta Haliç’te yaşanmıştır. Bu tarih Bulgar Kilise hareketinin başlangıcı kabul edilir ve daha sonraki 10 yılda yaşananlar sonucunda; 27 Şubat 1870 Cuma günü, Sultan Abdülaziz’in verdiği fermanla Bulgar Eksarhlığı resmen kurulmuştur. Ne yazıktır ki süreç içinde, Rum Patrikhanesi’ne karşı sürdürülen mücadele ve bu mücadeleyi sürdürenler unutulmuştur.

Bulgaristan; 2. Meşrutiyet’in (1908) karışık ortamında bağımsızlığını ilan ederek ortaya çıkan bir ülkedir. 3. Çarlık Dönemi olarak da bilinen süreç; 1908’den, ülkenin komünist rejime döndüğü 1944’e kadar sadece 36 yıl sürdü. 1944’ten, Todor Jifkov yönetiminin yıkılarak yerine cumhuriyet rejiminin geldiği 1991’e kadar da 47 yıl sosyalist cumhuriyet dönemi oldu. Halen devam eden demokratik cumhuriyet ise 17 seneden beri süregelmektedir. 100 yaşında olan ve bu yüz yıl içinde 3 farklı yönetimle idare edilmiş Bulgaristan; bu mevcudiyetini, 1293 Harbi ya da 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi’nin getirisi olan Aya Stefanos Antlaşması’na bağlar ve ona şükran duymaktan geri kalmaz.

1870’te, Sultan Fermanı ile kurulan Eksarhlık’tan doğan şükran, 1878’de Rusya’ya şükrana olarak saf değiştirir. Bu zaman diliminde Bulgarlar ile Rum Patrikhanesi birbirlerini tanımamaktadırlar. Zaten 1870’ten itibaren (Rum Patrikhanesi tarafından) aforozludurlar. Nasıl olduysa ülkenin komünist rejime geçmesinden sonra birbirlerini tanıdıkları 1945 yılından itibaren, Bulgarlar tamamen başka yöne döndüler. Bundan sonra, Rum Patrikhanesi, İstanbul Bulgar Cemaati’nin yönetimini ele geçirmeye kalktı. Bulgar siyasiler, görevliler ve din adamları da buna yardımcı oldular.

Bu suretle, Sultan Fermanı ile kazanılan kilisenin yönü; Rum Patrikhanesine döner ve ona olan bağlılık adına yapılmadık entrika kalmaz. 1860’larda henüz bir Bulgaristan yoktur. Bu nedenle de dini bağımsızlık mücadelesi ruhani kişilerce sürdürülmüştür. 1945’te yapılan bir protokol İstanbul Bulgar Ortodoks Cemaati’ni allak bullak etti. Aslında yapılan Anayasamıza da aykırıydı. Çünkü bahsi geçen cemaatin neredeyse tamamı Türk vatandaşlarından oluşmaktaydı ve halen de öyledir.

Bu cemaat üzerinde 1945 yılından bu yana çokça oyunlar oynanmakta ve Rum Patrikhanesi tarafından asimile edilmeye çalışılmaktadır. Çok fazla Rum arkadaşı olan biri olarak, Patrik Bartholomeos’un döneminde yapılmaya başlananlar beni fevkalade etkiledi. Tüm önemli bayramlar Rumca yapılmaya başladı. Ben Yeşilköy’de oturuyorum ve başta Aya Stefanos Kilisesi olmak üzere Rum kiliselerine de çok giderdim ve hala da gidiyorum. Ama kendi kilisemde de ayinini kendi lisanımda olması gerekirdi. Türkiye Cumhuriyeti bize bu hakkı vermişti. Ortada bir sorun vardı. Ben de bunu üzerine; 1993 yılında yapılan Vakıf Yönetim Kurulu seçimlerinde aday oldum ve seçildim. 2007 yılına kadar da kesintisiz olarak vakıf yöneticisi oldum.

Araştırmacı kişiliğim beni bilgi ve belge toplamaya yöneltti. Şaşırdım! O güne kadar özümle ilgili ne kadar da az şey bildiğimi gördüm ve zaman içinde bir kitap yazmaya karar verdim. Ancak bu maddi ve manevi sıkıntılar sebebiyle ötelendi durdu. 2009 başında kitabı bitirdim ama biraz daha beklemeye, sivri taraflarını budamaya, bir anlamda olgunlaşmasını beklemeye karar verdim. İyi de oldu! Birçok belge ve bölüm ekleme fırsatım oldu. Kısa bir süre bu kitap içinde basılacak.

Bu süreçte Rum arkadaşlarımla hiç bir sorunum yokken, yakın arkadaşlarım beni anlarken, Bulgar Cemaati tarafından istenmeyen adam ilan edildim. Bu beni çok da etkilemedi ve üzmedi. Ben yine tavernalara, Rum arkadaşlarımla eğlenmeye gittim. Elime bir buzuki geçtiğinde fırsatı kaçırmadım, sahneye atladım.

Bu girişi bu yazının başına özellikle yazdım. Aşağıda okuyacaklarınız; Rum Patrikhanesi ile kurumsal ve hukuksal bir mücadelesi olan bir adamın, Müslüman, Hıristiyan, Türk, Rum ya da ne olursa olsun, hiçbir zaman ve hiçbir surette ayrımcılık yapmayan bir adamın, yani Bojidar Çipof için olumsuz spekülasyonlar yaparak zarar vermeye çalışanlara bir imkân yaratmamak adına yazıldı.

Çünkü bu 15 yıllık vakıf yöneticiliği serüveni sırasında Türk Hukuk Tarihi’nde içtihat olan iki önemli yargı kararının davacısı, müştekisi ve müdahiliyim. Bir başka anlamda bu iki davanın sahibiyim.

1996 yılında Fatih 3. Asliye Ceza Mahkemesi’nde başlayan ilk dava; 4 Temmuz 1997’de Yargıtay 7. Ceza Dairesi 97/5887 No.“Esastan ve Oybirliği” ile onandı.

2002 yılında açtığım diğer dava ise hayli uzun sürdü ve 2004 yılında biten yargılama süreci; 13 Haziran 2007’de Yargıtay 4. Ceza Dairesi’nin 2007/5603 No. İle onandı. Bu dava aynı zamanda Rum Patrikhanesi’nin “Ekümenik” olmadığı yönünde önemli bir tespit oldu.

Aşağıdaki yazı; 2003 yılında, Kadir Has Üniversitesi’nde yapılan “Dünü ve Bugünü ile Haliç Sempozyumu”nda sunduğum konferansın kısaltılmışıdır ve çıkacak kitabın ilk bölümünde “Giriş” olarak yer alacaktır.

Not: Web ortamında “dipnot” uygulaması yapılamadığından, bu yazıdaki dipnotlar, satır, paragraf altlarına parantez içinde verilmiştir.

TÜRKİYE’DEKİ BULGAR ORTODOKS KİLİSESİ’NİN KISA TARİHİ

Bulgar Ortodoks Cemaati’nin ve Kilisesi’nin kimliğini bulması, hatta Bulgaristan Devleti’nin temelleri dahi üzerinde bulunduğumuz bu coğrafyada, İstanbul’da ortaya çıkmıştır. Bulgar Kilise tarihinin, ilk papaz evi, ilk matbaası, ilk kilisesi, Eksarhlığın kurulması için ilk mücadele, kilisenin örgütlenmesi İstanbul’da başlar. Bulgar Ortodoks Cemaati’nin ve hatta Bulgaristan Devleti’nin tarihsel başlangıcı da buradadır.

Osmanlı Devleti’nin benimsediği millet sistemi ile ilk başlarda “Rum Milleti” içinde sayılan Bulgar Ortodoksların tarihi incelendiğinde, Rum-Bulgar çatışmasının daima ön planda olduğu gözlenir. Bu çatışmalar; Fener Rum Patrikhanesi ve ruhani hiyerarşisindeki din adamlarının nüfuz ve çıkar amaçları güden baskıları sonucunda ortaya çıkmıştır ve günümüzde de devam etmektedir.
Burada Doğu ve Batı Kiliseleri’nin yapısını konunun daha anlaşılabilmesi açısından bir kaç cümle ile kısaca açmak gerekir. Batı Kilisesi olarak tanımlanan Katolik Kilisesi ile daha yakın bir tarihsel geçmişi olan Protestan kiliseler; “Ümmetçi” bir davranış sergilerler. Dini öğretilerinde ve faaliyetlerinde ulusalcılık ve milliyetçilik ön planda değildir. Amaç olabildiğince insanı kendi kiliseleri çatısı altında sadece inanç yönünden toplamaktır ve bu da misyonerliğin temel felsefesini oluşturur.

Doğu Kilisesi’ndeki ise durum farklıdır. Çünkü burada ümmetçilik yoktur. Ulusalcılık ve milliyetçilik ön plandadır misyonerlik ve “Hıristiyanlaştırma” faaliyetleri de yoktur. Ortodoks mezhebine bağlı kiliselerde ön planda olan daima milliyetçiliktir. Ortodoks kiliseleri bir yandan otonomilerini, dini özgürlüklerini sağlamaya çalışırken öte yandan. Fener Rum Patrikhanesi’nin “Ekümeniklik” iddiası ve “Tüm Ortodokslar Helen’dir” felsefesi ile kurmaya çalıştığı baskı ile uğraşırlar. Bu reddedilmesine karşın din adına milliyetçilik yani filetizmdir.

Osmanlı Yönetimi tarafından “Rum Milleti” içinde sayılan Bulgarlar, Rum din adamları tarafından sömürülmekte ve özellikle lisan ve kültürlerini öğrenme açısından zorluk çekmekteydiler. Millet sisteminin sadece ruhani yetkiler içermeyip idari yetkiler, yargı, vergi ve daha birçok hususu da içerdiği göz önüne alındığında Bulgar Ortodoksların sıkıntıları, Osmanlı İdaresinden değil Rum Patrikhanesi despotlarından gelmekteydi.

Uyuşmuş kalmış olan Bulgar Milleti’nin ruhuna ilk iman kıvılcımını Paisiy adında bir Bulgar keşiş atmıştır.

(Halil İnalcık, Tanzimat ve Bulgar Meselesi, Ankara 1943, s.20 Türk Tarih Kurumu Basımevi)

1762 yılında Atos Dağı’nda, Hilendar Manastırı’nda yaşayan keşiş Paisiy “Slav Bulgar Tarihi” adlı bir el yazması kitap yazdı.

(Aynoroz’daki Hilendar Manastırı, günümüzde artık bir Sırp manastırıdır. Bulgarların yönetiminde sadece Aziz Zoğraf Manastırı (Sveti Georgi Zoğraf) kalmıştır.)

Bu kitabın en önemli kısmı şöyledir: “Ey Bulgar ecdadını öğren dilini tanı... Ben bütün Bulgarlara bizim milletimizin de anlı şanlı bir millet olduğunu ortaya koymak için bu kitabı yazma zahmetine girdim ve buna devam edeceğim. Ben öyle Bulgarlar tanıyorum ki şaşkınlık içinde kendilerini Bulgar saymaktan son derece utanıyorlar... Tam aksine bunlar Yunanca öğreniyorlar... Ey akılsız millet neden öz dilinden utanç duyuyorsun... Neden öz dilinde düşünmek ve okumak istemiyorsun...”

(Adı geçen el yazmasından tercüme. Halil İnalcık da “Tanzimat ve Bulgar Meselesi” adlı basılmış doktora tezinde yaklaşık aynı kelimeler ile ve N.Stanef’in “Geschicte der Bulgaren” 1917 tarihli eserinden alıntı yaparak bu bölümü vermiştir.)

El yazmasında, Osmanlı aleyhine hiçbir husus bulunmamaktaydı ama Bulgarların ve Makedonların, Yunanlılaşmasına çok fazla tepki vardı. Bu el yazması süratle çoğaltılmaya ve halk arasında dolaşmaya başladı.

(Bu el yazması; 13 Eylül 1996’da kimliği belirsiz bir kişi tarafından çalınarak, Bulgar Ulusal Müzesi’ne verildi. Bunun üzerine Zoğraf Manastırı’nda kütüphane görevlisi keşiş Pahomiy yargılanmaya başladı. Bulgar Ulusal Müzesi bu kitabı hiçbir surette geri vermeyeceğini açıkladı. Yunanistan’da çıkan “Yeni Makedonya Gazetesi” bu kitap duruşmadan evvel geri gelmezse tüm Bulgar keşişlerin kovulabileceğini ve mahkûm olabileceklerini yazdı. Rum Patriği Bartholomeos’un keşişleri sürgün edebileceğini haberleri çıktı. Bulgar Sen Sinodu kitabı geri vermek üzere harekete geçti ve çok tepki aldı. (16 Aralık 1996 Trud Gazetesi Sofya) Sonunda kitap geri verildi. Bu arada kitabın elimizde de bulunan kopyaları alınabildi. Bir duyuma göre kitabın aslının geri verilmeyip çok iyi bir taklidinin verildiği ve aslının Sofya’da bir kasada saklandığı şeklindedir. Kitabın mikro filmleri Bojidar Çipof arşivinde mevcuttur.)

Paisiy’den sonra bu dava için çalışan ikinci önemli kişi Sofrani (Stoiko Vladislanof) adlı bir papaz oldu. Bu papaz da çeşitli kitaplar yazarak Bulgarların, Rumlara karşı harekete geçmelerini istemekteydi. Rum Patrikhanesi; 1767’de Bulgar kültürünün en son kalesi olan Ohrid Başpiskoposluğu’nu kapattırdı. Bu arada Bulgar kilise mektepleri de kapatıldı ve okullarda sadece Yunanca okutturulması için bir genelge bütün kiliselere ve mahalli despotlara yollandı. Tırnovo Katedrali’nde ise eski Bulgar patriklerine ait bütün kitaplar bir törenle yaktırıldı. Bulgarlar artık kendilerini Bulgar saymaktan utanır ve bunu gizler olmuşlardı. Kısa bir zaman içinde Rila ve Hilendar manastırları dışında bütün kiliseler tamamen Rumların boyunduruğu altına geçti.

Sarayda söz sahibi ve padişah ile yakın dost olan fakat öte yandan tamamen Rumlaşmış (Grekofil, (Bulgarca söylemi=Gırkoman) bir Bulgar olan Stefan Bogoridi (Osmanlı Tarihi’nde; Stefanaki Paşa ya da Aleko Paşa diye bilinir) Rumların soydaşlarına yaptığı baskılardan artık rahatsız olmaktadır. Bogoridi, bu vicdan azabıyla Bulgarların lehine bir takım girişimlerde bulunmaya başladı ve nitekim 18 Eylül 1848’de padişaha bir mektup yazarak İstanbul’da yaşayan Bulgar Cemaati’ne mahsus bir papaz evi kurulması için müsaade istedi. Stefan Bogoridi’nin mektubuna, 23 Eylül 1849 (6 Zilkade 1265) tarihli padişah iradesi ile izin verildi.

(Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, Bulgaristan İradeleri, No:18, Lef 1. Eksarh Yosif 1889 yılında aynı yere yeni bir kilise yapımı için müsaade için Babıâli’ye müracaatta, bu müsaadenin 8-17 Ekim 1849’da (Evahir-i Zilkade 1265) verildiğini belirtmektedir.)

Bogoridi, şu anda üzerinde Demir Kilise’nin (Sveti Stefan) bulunduğu, kendi mülkü olan ve üzerinde evi bulunan arsayı papaz evi yapımı için bağışladı. 9 Ekim 1849’da papaz evi ya da küçük kilise denilen ibadethane tamamlanarak 23 Ekim 1849’da yapılan bir törenle Arhidyakon Stefan (Aziz Stefan) adı ile takdis edildi.

(Pars Tuğlacı, Bulgaristan ve Türk Bulgar İlişkileri, İstanbul 1984 s.67)

Kiliseye hemen bir mütevelli heyeti (yönetim kurulu) seçildi. Yönetim kurulu bir süre sonra kilisenin karşısına bu gün de “Metoh” olarak adlandırılan binayı inşa ettirmek için padişahtan izin aldı. Burası, İstanbul’dan geçen Bulgarların konuk edilebileceği 3 katlı ve 25 odalı bir bina olarak kısa sürede tamamlanmıştır. Bina üzerinde bu gün de muhafaza edilmiş, görülebilen ve binanın üst kısmını bir uçtan diğer uca saran, Slavca bir yazı ile padişaha teşekkür vardır.

1856 yılına gelindiğinde artık Rumlar ile Bulgarların arası fevkalade açık bir durumdadır. Tatar-Pazarcık’tan Rum Patriğine gönderilen bir yazıya göre Plovdiv (Filibe) Metropoliti Hrisant tüm papazlara hitaben çıkardığı bir yazı ile aidatların %40 oranında arttırılmasını emretmiştir.

(Tsarigratski Vesnik (İstanbul Gazetesi) 24 Kasım 1856 Sayı:304 Fener’de, Metoh binasının altında basılan ilk Bulgar gazetelerinden biri. Bu matbaanın kalıntıları halen Metoh binasının altındadır. Fakat yol asfaltının birçok defa üst üste atılması sebebiyle bu bölümün kapısı artık kapanmıştır ve içeriye girilememektedir. Yoldan eğilerek bakıldığında matbaanın kalıntıları görülmektedir.)


Bir başka habere göre Plovdiv Metropoliti Hrisant kendisine büyük bir çiftlik inşa etmeye başlamış ve masraflar için vergileri arttırmıştır. ( Tsarigratski Vesnik, 24 Aralık 1856, Sayı:309 ) Edirne esnafının bir şikâyet mektubuna göre ise 2 Şubat günü kiliselerde Bulgarca ayin yapılması yasaklanmıştır. (Tsarigratski Vesnik, 16 Şubat 1857, Sayı:316 ) Bulgarca öğretim yaptığı için Üsküp Metropoliti Yoakim, öğretmen Yordan Konstantinof’u görevden almış ve şehirden kovdurmuştur.(Tsarigratski Vesnik, 16 Şubat 1857, Sayı:316 )

Bizantis Gazetesi’nin 2 ve 8 Mart 1857 tarihli nüshalarında tanrıya ibadet için tek dilin Rum (Yunan) dili olduğu ve buna karşı gelenlerin halkı isyana teşvik ettikleri ve bambaşka bir ayin şekli istedikleri iddia olunmaktadır. (Tsarigratski Vesnik, 23 Mart 1857, Sayı:321) Bulgarların bu dönemde milli duyguları uyanmakta, okulları için, milli ruhanilik için ve Bulgarca basılmış kitaplar için mücadele etmeye başladıkları izlenmektedir. (Tsarigratski Vesnik, 30 Mart 1857, Sayı:322 ) Rumca yayınlanan, Bosfor Telegraf Gazetesi’nden alıntı yapan Tsarigratski Vesnik Rum yazarların da Bulgarların kendi dillerinde ibadet yapmalarının sağlanmasını doğal karşıladıklarını yazmaktadır. (Tsarigratski Vesnik, 13 Nisan 1857, Sayı:324)

Bulgarların patrikhanenin idaresinden kesinlikle ayrılma eğilimine girmeleri ve büyük bir kilise inşa etmek üzere padişaha bir dilekçe vermek üzere gerekli hazırlıkları yapmaları, Rum Patriği Kirilos’u harekete geçirir ve Bulgarları kazanmayı amaçlayan bir yaklaşımla bu istidayı bizzat kendisi saraya götürür. (Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, Bİ, No:876, Lef 7. ) Eylül 1858’de verilen bir fermanla kilise inşaatı için izin alındı. Bir yıl sonra, 25 Ekim 1859’da yapılan bir törenle de bu günkü Demir Kilise’nin bulunduğu yere temel atıldı. Törene Fener, Kudüs, İskenderiye ve Antakya patrikleri de katılmışlardır.

(Hasan Kuruyazıcı, Mete Tapan, Sveti Stefan Bulgar Kilisesi, İstanbul 1998, s. 21 Yapı Kredi Yayınları)

Bir süre sonra zeminin sağlam olmadığı ve kaydığı ortaya çıkacak ve inşaat işi duracaktır. Zemine Buharlı bir şahmerdan kullanılarak, birkaç yüz adet çam ve meşe kazık zemine çakılarak sağlamlaştırılma yoluna gidilir fakat bundan kesin bir sonuç alınamaz. Bu arada kilise yapımı için toplanan para da biter ve temelleri zemine kadar atılmış bir şekilde kilise inşaatı yarım kalır. (Hasan Kuruyazıcı, Mete Tapan, a.g.e., s. 23)

Bu durum Rum Patrikhanesi’nin işine gelmiş ve baskıları daha da arttırmıştır. Bu esnada Bulgarlar Rumlar tarafından ezilmiş, Aynoroz’da hapse atılmış eziyet görmüş bir din adamını kendilerine önder olarak görmeye başladılar. Bu kişi Metropolit İlarion Makariopolski’dir. Makariopolski’nin önderliğinde toplanan Bulgarlar Rum Patrikhanesi’nden kopma hazırlıkları sürdürmektedirler ve isyan nihayet başlar. 3 Nisan 1860’da yapılan Paskalya Ayini’nde, ayin esnasında Rum Patriği’nin adının anılması gereken kısma gelindiğinde halk bir ağızdan bağırmaya başladı “Patriği anma Sultanı an... Patriği anma Sultanı an ...” Bunun üzerine İlarion evvela Sultanı ve daha sonra patriğin yerine bütün eski Bulgar piskoposlarının adını andı ve bu hareket ile Fener Rum Patrikhanesi’ni artık tanımadığını ilan etti (Pars Tuğlacı, , a.g.e., s.70) ve bir daha ayin için izin almak gereği duymadı, patriğin adını da bundan böyle anmadı. Bu ayinden hemen sonra karşıda bulunan Metoh binasının balkonunda gençler Sultan Abdülmecit onuruna yazılan ve bestelenen bir şarkıyı okudular. İstanbul’da bulunan Bulgarlara ait 33 esnaf loncası da binlerce imzalı bir mazbatayı saraya yollayarak durumdan Osmanlı Hükümetini haberdar etti ve padişaha bağlılıklarını sundu.

(Aşkın Koyuncu, Bulgar Eksarhlığı Çanakkale 1998, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi. S.74)

Yıllar geçtikçe Rum ve Bulgarlar arasındaki anlaşmazlıklar daha da arttı. 1869 yılına gelindiğinde; bu çok uzayan mücadeleden ve kilise kavgalarından artık rahatsızlık duyan Babıâli ve Ali Paşa meseleyi ele aldı ve önemli bir adım atarak 1869 yılında Rum ve Bulgarlardan itibarlı kişileri bir araya getiren bir komisyon kurdu. Ortaya çıkan mazbatanın maddelerine patrikhanenin itiraz etmesine rağmen bu mazbata Ali paşa tarafından 5 Mart 1870’de Babıâli’ye sunuldu. (Aşkın Koyuncu, , a.g.e. BOA, Düvel-i Ecnebi Defteri, Bulgaristan Berat Defteri, sayfa 1 hüküm 1 ve BOA, Bİ, No:104’den naklen.) Meseleyi bir ferman ile çözmeye karar veren Sultan Abdülaziz de 6 Mart 1970’de Bulgarlara müstakil bir kilise kurulmasını, ruhani ve idari açıdan patrikhaneden ayrılmalarını kabul etti. (Aşkın Koyuncu, , a.g.e. BOA, Bİ, No:104’den naklen.)


Nihayet 11 Mart 1870’de (8 Zilhicce 1286) 11 maddeden oluşan “Bulgar Eksarhlığı Fermanı” kabul edildi. (Başbakanlık, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 14 Kasım 1996 tarihli Bojidar Çipof’a hitaben verilen cevabi mektuptan alıntı.) Buna karşı çıkan Rum Patrikhanesi; 5 Nisan 1870’de bir mazbata ile itiraz etti ve Padişah fermanına rağmen Bulgar Eksarhlığı’nın kurulmasına karşı çıktı ve uzun süren yazışmalar, itirazlar süreci yaşandı. Ferman bu süre içinde yürürlüğe giremedi. Sonunda Sultan Abdülaziz’in izniyle 6 Mart 1872’de (25 Zilhicce 1288) Vidin Metropoliti Antim Efendi ilk Bulgar Eksarhı olarak seçildi. Bütün illerde bulunan Bulgarlar padişaha şükran mektupları göndermeye başladılar. Rum Dini Meclisi 10-24 ve 28 Eylül 1872 tarihlerinde yaptıkları üç oturum neticesinde padişah fermanına rağmen tüm Bulgarları aforoz etti.

(Bulgar Patrikhanesi Arşivi Müdürü Dr. Hristo Temelski’nin, 1870 shizması ve Bulgar Eksarhlığı’nın kuruluşu ile ilgili olarak Bojidar Çipof’a hazırladığı çalışmadan alıntı.)


1877’de, Rusya’nın Osmanlıya savaş ilan etmesi Eksarh Antim’in gözden düşmesine neden oldu. Şüpheli kişilerle görüştüğü saptandı ve azledildi. 6 Mayıs 1877’de yapılan seçimle ikinci Eksarh olarak sarayın itimat ettiği Lofça Metropoliti (Lazar Yovçev 1840 -1915) Yosif Eksarh seçildi ve kendisine Birinci Rütbe Mecidi Nişanı verildi.

(Aşkın Koyuncu, , a.g.e. BOA İrade-Hariciye, No:16616 ve 166637’den naklen).

Görkemli bir kilise inşa etme fikri ise bu geçen süre içinde düşünce bazında kalacak ve ancak 1877’de Bulgar Prensliği’nin kurulmasından sonra tekrar ivme kazanacaktır. Bulgar Prensliği’nin kuruluşundan sonra, 1878’de yarım kalan kilisenin bitirilmesi için ciddi girişimlere tekrar başlandı. Bu girişimler ancak Aralık 1887’de sonuçlandı ve prenslik kilise yapımına devam edilmesi için gereken izni verdi ayrıca inşaatın devamı için gereken kaynak da sağlandı. Rusya da yapılacak bu kilise için altı adet çan hediye etti.

(Bulgar Eksarhı 1. Yosif’in günlüğü (Eksarh Yosif 1, Dnevnik) Günlüğün tıpkıbasımı ve güncel Bulgarca ile tercümesi birlikte basılmıştır. Sofya 1992, s.216)


Eksarh 1.Yosif, 20 Mayıs 1889’da (20 Ramazan 1306) saraya tekrar müracaat ederek kilisenin yapımına devam edilmesi için gereken izni aldı. Projeler ünlü Ermeni mimar Josef (Hovsep) Aznavur tarafından yapılmıştır. Uzun arayışlardan sonra varılan sonuca göre kilise Avusturya’da Vagner Firması’na yaptırılmış tamamen sökülebilir özelliği olan bu kilise evvela firmanın bahçesine kurulmuş ve bilahare sökülerek İstanbul’a nakledilerek bir kez daha burada monte edilmiştir. Haliç’te demirden inşa edilen Aziz Stefan (Sveti Stefan) Kilisesi birçok mimari özelliğinin yanı sıra Osmanlı toprakları üzerindeki ilk prefabrik yapı olma özelliğini de taşır.
(Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, Bİ, No:876, Lef 13)

Başbakanlık Arşiv Belgeleri’ne göre; Sveti Stefan Kilisesinin açılış günü 20 Eylül 1898’dir. (BOA, Bİ, No:1290) Kilisenin açılış töreni ile ilgili olarak birçok Başbakanlık Arşiv Belgesi bulunmaktadır. Alınan istihbarat bilgilerine göre, açılış esnasında bazı Rumların taşkınlık yapabilecekleri ve bunun şehrin asayişini bozacağı ve bunun için önlem alınması defalarca saraya iletilmiştir. Bu nedenle Balkanlardan gelecek Bulgarların engellenmesi ve gelen kişi sayısının sınırlı tutulması için resmi görevlilerce saraya tavsiyelerde bulunulmuştur. Bu belgelerden birisi ise taşıdığı imzalar nedeniyle ayrı bir önem taşır. 7 Eylül 1898 tarihli bu belgenin altında Şurayı Devlet Reisi, tüm nazırlar ve Şeyhülislam ile müsteşarların imzaları bulunmaktadır. Belgeden bazı alıntılar şöyledir:

“Rumlarla Bulgarların mezhepçe olan ihtilafları malumdur. İnzibatı ihlal edebilecek bazı münasebetsizlikler vukuuna ihtimal vardır (...) Bulgarların nakline muvafakat olunmamasının şimendüfer kumpanyalarına tebliğine...”

(Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, Bİ, No:1290, Lef 1/b)


1945 PROTOKOLÜ VE SHİZMANIN KALKMASI


Biraz evvel de değinildiği gibi; Bulgarlar 1870 tarihli Padişah fermanına rağmen Fener Rum Patrikhanesi tarafından millet olarak aforoz edilmişlerdir. Bulgar kaynaklarında sıkça rastlandığı üzere, aslında bu shizma işini pek ciddiye de almamışlardır.

(Bulgaristan’da yayınlanan Novvek (Yeni Asır) Gazetesi’nde 20 Mayıs 1901’de bu hususta çıkan bir haber şöyledir: “Aforozlu olalım veya olmayalım biz böyle iyiyiz. (...) Fener papazları bizi cennete götüremeyeceği gibi Rum Patriğinin aforozu da bizi cehenneme göndermez.” 1901’de aforoz (shizma) devam etmekteydi.)


Bu durum 1944 yılına kadar devam eder. 9 Eylül 1944’de Bulgaristan’da Sovyet Rusya destekli komünist bir rejim başlamıştır. Bulgaristan Hükümeti dış dünya ile bağlarını tamamen koparmamak, hatta bazı ülkelere sempatik görünmek için Bulgar Ortodoks Kilisesi’ni destekler bir havaya girdi. Amaç kiliseyi devlete bağımlı/kukla bir idare olarak yönetmekti. Bir taraftan Fener Rum Patrikhanesi tarafından aforozlu (Shizmatik) ilan edilen, öte yandan uzun yıllar gerçek anlamda başsız kalan Bulgar Ortodoks Kilisesi politik açıdan kullanılmaya hazırdı.

Ortodoks dünyasının liderliğini ele geçirmek isteyen Rus Patrikhanesi ile Fener Rum Patrikhanesi arasında ezelden beri süre gelen –ve hala devam eden- rekabet ile o yılların Avrupa’sını paylaşan siyaset birleşti. Galip devletler siyasi etki alanlarını paylaşırken, Balkanları Sovyet Rusya’ya bırakmışlardı. Dış ülkeler ile olan ilişkilerinde bu ülkelere sempatik görünmek Rusya için de çok gerekliydi. Rusya’nın yöneticileri komünist idare altındaki -Bulgaristan gibi- diğer ülkelerin ulusal kiliselerini de kendi kiliselerine manevi açıdan bağımlı hale getirmeye çalışıyorlardı.

DEVAMI VAR

 
Toplam blog
: 336
: 625
Kayıt tarihi
: 29.01.10
 
 

Araştırmacı yazar BOJİDAR ÇİPOF: 1953 yılında İstanbul'da doğdu. Ailesi; Ege Makedonyasından İsta..