Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Haziran '13

 
Kategori
Güncel
 

Halk geziye çıktı!

Halk geziye çıktı!
 

Fotoğraflar : Kemal Nuraydın (Fotoğraflar ve yazı izinsiz kullanılamaz, Tüm hakları saklıdır.)


Seyahat yazarlığı yapan bir yazar olarak, masum bir Gezi Parkı eyleminden, bugüne kadar süregelen olayların neden tırmandığı konusunu, halkın içinden biri olarak analiz yapmasam, kendimi medyada fazlasıyla eksik yapılan yanlışlığın bir parçası, sorumlusu hissedecektim. Yabancı basın yayın kuruluşları canlı yayınlar yapıyor, her gün yazılar yayımlanıyor iken, Türkiye’deki basın kuruluşlarının kendi kabuğu içinde kalması nedeniyle, değerli bir köşe sahibi olarak, ben de sessiz kalıyor gibi durmaktan son derece rahatsızlık duyacaktım. İşte bu nedenle, seyahat dışında bir yazı kaleme alıyorum. Bu kez “Halk geziye çıktı!”

Bu dünyada yapılacak en güzel ibadetin, insanlığa fayda olduğunu savunurum. Her şeyin ayrı bir önemi olmasına karşın, yapacağın bin bir duadan çok, bir insanın hayatını kurtarmanın önemi, bir insana çok hayati şeyler öğretmenin veya insanların hizmetine sunulan, sıkça kullanılan her tür icraatın da en önemli fayda, en önemli ibadet olduğunu düşünürüm. Açık açık tüm samimiyetimle geçmiş hükümetleri de değerlendirdiğimde, halkın faydasına yapılmış bu kadar yararlı icraat olmadığını da düşünüyorum, yiğidin hakkını da vermek gerektiğine inanıyorum. Sağlık alanında yapılanlar, her hastanın SGK’sı ile istediği hastaneye gidebilmesi muhteşem oldu halk için, ulaşım konusunda insanların hayatını son derece kolaylaştırıcı uygulamalar ve ülkenin birçok yerinde belki de en başarılı belediyecilik icraatlarını samimiyetimle ifade etmem gerekirse AKP iktidarı döneminde yaşıyoruz. İnanın gezi parkında olup da, bu düşünceme katılan birçok insan var. Peki  Gezi Parkı eylemi bu aşamaya gelerek neden kitlesel bir tepkiye dönüştü? Aslında çok basit… Ağaçların kesilmesini engellemek adına Gezi parkında kitap okuyup çadırlar kuran, demokratik hakkını kullanmaya çabalayan gençlere ansızın, en savunmasız bir zamanda biber gazı sıkılması, çadırlarının yakılması sonucu, basitçe bir eylemin fitilini ateşledi ve iş halk dayanışmasına dönüştü.

Taksim’de, Beşiktaş’ta ve Türkiye’nin birçok yerinde meydanlarda toplanan genç-yaşlı insanlar, kimi sol görüşlü, kimi sağ, kimi liberal… Baş örtülüsü de var, mini etekli, topuklu ayakkabı giyeni de, gayri müslümü de var, ateisti ve muhafazakârı da var. AKP’ye oy vereni de var içlerinde, vermeyeni de orada! Birbiriyle yan yana gelmesi mümkün olmayan futbol takımı taraftarları da, üstelik formalarıyla… Hepsi de birbirinden değerli güzel insanlar, kısaca bizim insanımız halkımız orada.

İçlerinde havayı soluduğunuzda, neden toplumun değişik kesimlerinden, farklı düşünce tarzına sahip insanların orada bulunduğunu anlıyorsunuz. Galatasaraylı-Fenerbahçeli ve Beşiktaş’lının nasıl kenetlendiğine inanamıyorsunuz, ama o havayı soluduğunuzda anlıyorsunuz ki takımın önemi yok takım renktir ve o an hepimiz orada takımdan önce öz kardeşiz. Hepsinin amacı aynı, özgürce bir yaşam, yaşamlarına saygı duyulabilecek bir ortam. Meydanın çeşitli yerlerinde Osmanlı döneminde camilerde yer alan sadaka taşlarına benzer köşeler oluşturuldu, birbirini tanımayan binlerce insan gezi nöbetine gelirken yiyecek-içecek, maske, kask, yağmurluk gibi şeyleri, diğer eylemciler de faydalansın diye yanlarında getirmeyi ihmal etmediler. Üstelik aynen Osmanlı’daki gibi öyle bir güven ortamı oluştu ki, kimse bırakılanları yağmalamadı, sadaka taşı köşelerinde herkes ihtiyacı kadar yedi ve içti, bu da işin güzelliğiydi. Bırakılan bir grissiniye yanlışlıkla iki kişi aynı anda uzandı, biri grissiniyi diğerinden önce yakalayıverdi ve ne yaptı tahmin edin! İkiye böldü al kardeş, bu ikimize de yeter. Gözlerin dolar ağlarsın, bir millet böyle Japon yapıştırıcı ile ayrılmamak üzere kenetlendi, hem de ne bağ… Çadır kuranlar hiç tanımadıkları o an gördükleri kişileri çadırlarına davet ediyor hatta geceyi birlikte aynı yerde uyuyarak geçiriyorlar… Yoğun gaz bombaları atılırken ise, kimse canını önemsemiyor, herkesin yüzünde inanılmaz bir umut, yattı mı televizyon başından kalkmayan, oturdu mu bilgisayar başında chat yapan, politika ile işi olmayan ve sorumsuzca yaşadığı düşünülen gençlerin, herkesi hayretler içinde bırakan tavırlarla ve gazların arasında haklarını gururla yakalamaya çabalayan, onurlu yüzleri gözlerimizin önünde!

Tepkinin asıl sebebi, belki de her şeyin üst üste gelmesi ve birçok söylemin kısa zamanda özgürlükleri kısıtlayıcı tarzda ifade biçimleri. İnternet dünyasında her şeye kolay ulaşmaya alışan, bizim çocukluğumuza göre son derece özgürce yetişen gençler, kaç çocuk doğuracaklarına kendileri karar vermek, parkta bahçede nasıl oturacağının kendisine hatırlatılmadığı, metroda samimi olmayın anonslarını duymak istemedikleri, içki içip içmemenin kendilerinin problemi olduğunu düşünmekte. Ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk gibi kendilerine Ey Türk Gençliği diye saygıyla hitap edilmesini ve düşüncelerinin dikkate alınarak, kendilerini değerli hissetmek istiyorlar. Bunu isteyen aslında sadece gençler de değil, aileler ve yaşlılar da böyle düşünüyor, bu nedenle onlar da meydanda. Zira meydanda toplanan ebeveynlerin tek düşüncesi evlatlarının baskıcı bir ülke yapısında değil de özgürlükçü bir ortamda büyümesinden yana olması. Özgürlükçü yaşam derken emin olunması gereken şey, hiçbiri örf adetlerimizi bırakalım derecesinde insanlar değil! Bir içki yasağı çıkarılıyor ise, halkın %50’sinin düşüncesi o yönde de olabilir ancak bunun referandumla demokratik bir seçim ile yapılabileceğini düşünüyorlar, böyle olsa bu rahatsızlıklar da olmayacak zaten. İktidara oy vermediği için birçok cümle ile dışlanan %50 olmak hiç istemiyorlar, bize hizmet için oradasınız, sadece tabanınızı değil bizim de düşüncelerimize saygı duymalısınız görüşünde. Masumca demokratik haklarını aradıklarında üzerlerine yasadışı bir örgütmüş gibi gazlı saldırı olmasını da istemiyorlar haliyle. Dikkate alınmak istiyorlar, çapulcu ve değersiz gibi görülmek istemiyorlar. Madem orantısız gaz kullanıldığı konusunda iktidar da hem fikir, bu özrü başkan vekilinden değil de devletimizin Başbakanından bekliyorlar, benim gözlemlediğim…

Bir baba olarak, kendi yaşadıklarımdan hayatımızın içinden aklıma bazı enstantaneler geldi… Düşünün bir ailenin iki çocuğu var. Biri çok uslu; otur dersen oturur, gel dersen gelir, uyu dersen uyur. Diğeri çok yaramaz; hep dediğinin tersini yapmaya çabalar. Haklı olarak biz büyükler kızar, çıldırır ben ne diyorsam o olacak, gidemezsin, yapamazsın, uyuyacaksın, oturacaksın diye baskı yaparız. Zira baskılamazsak tepemize çıkacak gibi bir hisse kapılırız. Benim dediğim doğru sen neden bunu yapıyorsun bak kardeşin çok uslu, ne desek yapıyor sen nasıl bir çocuksun, başımızın belası mı olacaksın? diye maalesef zaman zaman tepkiler veriyoruz. Çocuk tabii 3 yaşını geçmeye başladığında karakteri oturmaya başladığından birçok şeye hayır demeye başlıyor, istemediği şeyleri de yapmamak için diretiyor. Ama biz hala dünyada tek karakter olmak zorundaymış gibi, kardeşin uslu ve kendi halinde, sen yıllarca canımıza okudun bak hala bizi dinlemiyorsun, senden adam olmaz gibi cümlelerle bir de kıyaslamalara giriyoruz maalesef. Sonra ne oluyor? Önce iki kardeş birbirine cephe almaya başlıyor ister istemez, ne de olsa biri sevilen, diğeri dışlanan pozisyonunda. Ve bir gün geliyor ergenlik dönemlerine ulaştıklarında her biri yeni bir sürü arkadaşlar ediniyor. Bizim haylaz sağa sola sataşmaya, başkalarına zarar vermeye, uslu-sakin insanlara düşman olmaya, hakkını farklı yollardan aramaya çabalıyor. Zira biliyor ki konuşarak çözemeyecek, çünkü kimse onun söylediğine değer vermez diye düşünüyor. Ne de olsa haylaz, yaramaz ve işe yaramaz. Gazetelerin manşetlerinde talihsiz olaylar görüyoruz ve diyoruz ki bu çocuk bunu nasıl yapmış aman Allah’ım inanılacak gibi bir olay değil bu çocuk daha kaç yaşında? Diye hayretler içinde kalıyoruz. Çocuk mu gerçek suçlu, yoksa zamanında ona yaklaşımda bulunmayan ebeveynler mi? Bence çocuğa zamanında ebeveynler olarak şefkat gösterseydik, onun da bir karakteri, fikirleri olduğunu kabul ederek dinleyebilseydik, haylaz-yaramaz ve işe yaramaz damgası yapıştırmayıp, onun fikirlerine de değer verseydik, yıllar sonra ailem bana uymuyor fikrime yakın kişileri bulayım gibi bir çabaya da düşürmezdik… Sonuçta suçlu biz büyükler tabii. Evladımızı kaybettiğimize mi üzülelim, başımıza ve topluma bela ettiğimize mi?, umutlarımızın bittiğine mi üzülelim, geçmişte yaptığımız hatalardan dizimizi mi dövelim? Yok yok Allah korusun bizim evlatlarımız saygı değerdir, her birinin birbirinden değerli fikirleri vardır, onları dinleyelim biz en iyisi, ne de olsa hepimiz için en değerli varlıktır evlatlarımız… Kaybetmeyelim!

NOT : Fotoğraflar gazeteci-yazar Kemal Nuraydın'a aittir. Fotoğrafların ve yazının tamamı veya kısmen izin almaksızın kullanılamaz. Her hakkı saklıdır. Kullanımı halinde yasal işlem yapılacaktır.

 
Toplam blog
: 33
: 4874
Kayıt tarihi
: 12.07.12
 
 

Mesleğim, 1993 yılından bu yana seyahat edenleri mutlu etmek. Turizm sektöründe Türkiye'nin en bü..