Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Nisan '10

 
Kategori
Anılar
 

Hayat, gerçek bir tiyatro! – V

Hayat, gerçek bir tiyatro! – V
 

Şems olduktan sonra...


ÂŞIK VE MÂŞUK (2)

Sahne önündeki Âşık ve Mâşuk büyük bir aşkla koşadursunlar; sahne arkası ve kulisler hiç de bizim için çalışmıyordu. Bunu, son bir aya girdiğimizde çok daha iyi anladım. Daha doğrusu; başta inanmak istemeyen “oyuncu öğrencilerimle” birlikte anladık…

Birden bire, bazı veliler çocuklarının “üniversiteye hazırlıklarını” bahane edip oyundan almak istediler birkaç oyuncumuzu. Baştan beri “gönüllülük” ilkesiyle yolda bulunduğumuzdan; ilk çıkmak isteyen iki öğrencimizi çıkardık. Küçük birer rolleri vardı; benim sınıfım olan –can simidim- 10 TM’den iki öğrencim hemen devreye girdi. Üçüncü çıkmak isteyen öğrencim ana karakterlerden biriydi; o çıkarsa oyun felç olurdu. Önce kendisiyle konuştum; çıkmak istemiyordu. Sonra velisiyle görüştüm; şu ana kadar hiç ses çıkarmadığı halde, son bir iki haftada problemin ne olduğunu sordum. Cevabından; asıl rahatsızlığın ondan değil de, ona ulaştırılan asılsız söylemlerden olduğunu anlamam ve onu ikna etmem zor olmadı.

Sonra, bir şeyi fark ettik beraberce; “Ah Şu Gençler” ekibi başlarında ben olmadığım zamanlarda bile, spor salonunun ucundaki sahnede rahatça çalışırken, sıra Mevlana’ya gelince salonda ya bir maç yapılıyordu ya da salonun “bir bahaneyle” meşguliyeti oluyordu.

Bir başka gün; okul içindeki sıradan bir etkinlik için renkli baskı ilan çıkarabilen okulun “Mevlana Oyunu” için renkli kartuşunun kalmadığını öğrendik. Üzüldük, renksiz çıkardık:)Diğer bir gün; ses cihazlarımız -nedense- çalışmaz oldu…Tamir ettik:) Sanki Çinlilerle büyük bir mücadeleye girmiştik.

Bir gün dayanamadım: Oyuncu kadromuzun içinde Müdür Bey’in oğlunun da varlığını bilerek: “Beni kim engellemeye çalışıyor, bilmiyorum ama şunu herkes bilmeli ki; ben bu şehirde Edebiyat öğretmenliğimi ispat edeli on yıl oldu. Bu okul, bu Tiyatro yarışmasında çuvallarsa; sebebini bende aramayacaklarını iyi biliyorum. Benim kendimden ve ulaşabileceklerimden asla şüphem yok.” deyiverdim çocukların arasında…Sonradan, söylediklerimi gereksiz bulsam da ok yaydan çıkmıştı bir kere… O günkü çalışmayı yapmadım…

Ertesi gün gençler yanıma geldi: “Hocam, Müdür Bey bizleri sahnede bekliyor” dedi. Çağrılma nedenimi sezsem de, hiç bir şey olmamış gibi sahneye gittim ve “çalıştığımız bölümleri” Müdüre gösterdim. Müdür de hiçbir şey demeden seyredip gitti. Ertesi gün, Müdür Bey’in oğlu Şehrin Mehteran Takımından bize lazım olan kıyafetleri babasının oyun için temin edeceğini söyledi… Evet, bazı oyuncularımın kullanabileceği “kostümler” için işe yarayabilirdi gelecek kıyafetler ama “ben, yine de” ciddi bir kostüm sorunu yaşadığımızı biliyordum.

Bir ara aklıma, daha ortada Mevlana’yı sahneleme fikri bile yokken- Mevlana Yolu Araştırmaları sırasında- Kültür Müdürlüğü’nün Dösim Satış Noktasında gördüğüm “Mevlevilik Kıyafetleri” ile ilgili katalog geldi.Hatta, bu katalogda gördüğüm Mevlana’nın şahsına, oğlu Sultan Veled’e ve dervişlere ait kıyafet ve başlıklardan öğrencilerime de söz etmiştim.Tek çare vardı; katalogda “tennure”nin kalıpları da verilmişti; Mevlana ve iki oğluna, iki dervişe, sazendelere “tennure” diktirecektik. Şems’e de “tennure” gibi olmasa da dar bir entari diktirmeliydik.

Düz Liseden okul servisiyle okulumun bahçesine girerken kararlıydım: Hem kostüm problemini kökten halledecektim.Hem de okul idaresinin “ne kadar yanımızda olduğunu” “sesli” görecektim.Servisten indiğim gibi, Müdür Baş Muavininin odasına girdim, selamdan sonra dedim ki;

“Hocam, lisede gördüklerimden sonra okulum adına çok utandım.Bizden az imkanları olan bir okulda “yok yoktu.” Biz, iki kostüm diktirmeyi başaramıyor muyuz? Hem bizim okulun geliri de iyi, ben yedi tane kostüm diktireceğim; siz de kostümlere maddi destek sağlayın. Yardımınıza şimdiden inanmak isterim”

Birkaç dakika sessizlikten sonra: “Peki, hoca hanım; siz ne istiyorsanız bir terziye diktirin, faturayı getirin biz okul olarak ödeyeceğiz.”

“Elbette hocam. Önce kumaş parasını ve ön ödemeyi bana veriniz…”

“Kurtuluş yok Hoca hanım, buyurun…”

Pek de güler yüzlü bir diyalog olamamıştı ama neyse ki diyalog olmuştu:) Büyük bir sevinçle dışarı çıktım. Oyunun bel kemiği oyuncularıma, kudüm ve ney üstadıma müjdeyi verdim. Önce gittik, kataloğu bulduk. Sonra kumaşları aldık. Daha sonra soluğu terzide aldık. Terzi önce bize, sonra kumaşa baktı. Anlam veremedi isteğe ama; bir hafta içinde sekiz tane(sekize çıkarmıştık:)) kostümü teslim edeceğini söyledi; oyunu seyretmek istediğini de ilave etti. Biz de terzimizi de oyunumuza çağırdık.

Yanılmıyorsam son iki haftaya giriyorduk. Bir gün hem anlatıcımız hem de kudüm üstadımız yanıma geldi; aramızda artık bir “tavır” haline gelen:) derviş selamıyla, destur istedi:).

Hocam, sizinle bir şey konuşacağım dedi: ”Dikkatinizi çekiyor mu? SefaCan, hiç çalışmalara gelmiyor.”

Dikkatimi uzun zamandır çekiyordu aslında. Üstelik, zaman zaman oyuncu öğrencilerimin konuşmalarına kulak misafiri oluyor, Sefa hakkındaki homurdanmalarını duyuyordum. “Arkadaşlar, Sefa’ya da öğretmenimize de söyleyemiyoruz ama, bu böyle olmaz. Biz zor bir oyunla yarışmaya hazırlanıyoruz. Ya Sefa, tam sahnede takılırsa, ya konuşamazsa, bütün oyun mahvolur.” Birkaç kez buna benzer cümleleri fark etmiştim. Ne yönde tavır koyacağımın kararını veremiyordum. Sefa’yı oyuna dahil eden bendim.

O gün, Üstadımın da:) hatırlatmasıyla bu konuya da açıklık getirmem gerektiğini anladım. Aslında itiraf edeyim, ezberler sırasında aramızda olmamasına aldırmadım Sefa’nın, nasıl olsa bir cümlecik bir rolü vardı. Son gün, yarım da söylese cümlesini, hiçbir şey fark etmezdi. Fakat, oyunda ilerleyince, SefaCan’ın Mevlana ile "bir büyük sahneyi" paylaşan Çelebi olduğunu anladığımda, ben de şok olmuştum. Rolü ağırdı SefaCan’ın ve sahnenin bir bölümünde Mevlana’ya “Mesnevi’yi yazman gerek” diyecek kadar da önemli bir konun altını çizecekti, söyleyecekleriyle…

Neyse, karar karardı, o gün öğlen arası baharla birlikte ısınan havayla, dışarıdaki banklarda bir öğretmen arkadaşımla otururken; Sefa’yı gördüm.Yanıma çağırdım; o gelene kadar düşüncelerim şuydu: “Disiplinsizlik ettin ve oyundan seni çıkardım.” Asıl düşüncelerimi- ve içimin böyle düşünmesine fırsat yaratan benime, yine içimin kızmasıyla- söyleyemezdim.Ben içimde savaş verirken, Sefa ağır adımlarla yanıma geldi; o anda, dudaklarımdan benim de inanamadığım şu cümleler döküldü:

“Sefa, rolünü ezberledin mi?”

“Evet, hocam ezberledim”

”Hala, oynamaya istekli misin?”

”Evet, hocam.Ama bugüne kadar beni atmış olmanız lazım.Üç kere gelmeyeni çıkarırım demiştiniz..”

”Ve sen de, ezberlediğin halde üç kere gelmedin, öyle mi?

”Evet..”

”Çıkmıyorsun SefaCan, bir şansın daha var; madem ezberlemişsin, o sahnede Mevlana da sen de oturuyorsunuz ve en fazla sen konuşuyorsun. Yarın sahnede göreceğim seni.”

Sefa bir şeyler dedi ama, cümlenin sonunda yine takıldı; ikimiz de rahatça güldük olana. Okul bahçemiz çok genişti. O kocaman boyu ve cüssesiyle ağır ağır gelen öğrencim, kendisinde hiç de şahit olmadığımız çeviklikle koşarak geniş bahçeyi geçti, bahçe kapısının yanına gelirken, biçilip de yığın haline gelmiş otların yanında görünmez oldu. Arkadaşım “Sefa düştü” dedi… Benden sadece bir “ah!” çıktı; dönüp bakamadım bile o tarafa.

Sefa’nın yerine Lise 1’den bir öğrencim son bir haftadır o role çalışıyordu;fakat öğrencime “evet, rol senindir” diyememiştim daha. Desem mi ki? Ah Sefa Ah!...

Ertesi gün Sefa, koltuk değnekleriyle geldi okula, ayağını incitmişti. Bir iki gün daha çalıştık öğrencilerle… Sefa bizi buruk izliyor; öğrenciler bana belli etmese de, sanki Sefa’nın durumuna memnun, benimse iç sıkıntım artmış. Ah Sefa! Bir hafta kaldı oyunun sergilenmesine… Kör topal gelebildiğimiz son hafta…

Hafta başında, büyük bir üzüntü ile okulca sarsılıyoruz. Son sınıflardan - oyuncu olmayan- bir öğrencimizi trafik kazasında kaybediyoruz. Bütün okul şoktayız. Pzt, Salı ara veriyoruz çalışmaya… Çarşamba günü Müdüre diyorum ki “Çocukları zorla oynatamam, moralleri bozuk haberiniz olsun” Müdür bey de “siz bilirsiniz” diyor…

Ben de perişanım.Ölen Can’a mı, Sefa Can’a mı, terleyen Canlara mı yanayım? Gençlere neyi nasıl söylerim diye düşünürken; bütün oyuncularım geliyor:”Hocam, biz düşündük. Biz bu oyunu oynayacağız. Bize ve bütün okula moral lazım. Hem “Canımız” da bunu isterdi.” Ağlamıyorum. Bu kadar “büyük adam” arasında ağlamıyorum. Sabah çalışıyoruz. Belki üç kez soluksuz, baştan sona prova yapıyoruz.Neşesiz fakat gayretli…

Öğleden sonra, koltuk değneklerini bırakmış, ayağına –sızlamasına rağmen- sert basmaya uğraştığı belli olan SefaCan ve yanında babası geliyor. Ve ben, hayatım boyunca bu anları nasıl anladığımı hiç anlayamadığım ben, anlıyorum: “Bu geliş bana, bu geliş Mevlana’ya..”

Karşımda iki adam ve Ben… Ne denir ki onlara? Nereden başlanır ki? Onlar da başlayamıyorlar söze… İş başa düştü, öğreten…Sefa’nın dilini hiç dilime dolamadan…

”SefaCan, seni aramızda görmek isteriz.Çok çalıştığını da biliyorum. Ama sağlık çok önemli.”Basabilecek misin?” Basamazsan zorlama… Ama yine de…Karar senin Sefa…”

İki çift göz bana bakıyor. Ve Sefa “Evet, hocam” diyor…

”Hadi, git giy kostümünü…”

“O, astsubay babanın bakışını da, unutulmaz bakışlar listeme kayıt ediyorum.”

Mayıs’ın ikinci haftası, bütün zorlukları gönülleriyle aşmış 17’den 75 yaşına kadar “yaşamaya âşık”, “ölümde de yaşamda da aşkı bulan” insanlar, sahnede buluyoruz kendimizi. Sema öylesine baş döndürüyor ki; “içimizdeki üzüntüye rağmen” il üçüncüsü oluyoruz.Oyun baştan sona kadar alıp götürüyor herkesi… Herkesin nefesini tuttuğu an o kadar farklı ki… Biz oyuncular ve oyunla “dönenler” SefaCan’da “nefessiz” kalıyoruz…Sefa, kendisinin üç yıllık lise tarihinde, ilk kez, bir saniye tökezlemeden “gür sesiyle” gürlüyor. Ve benim gözüm, seyirciler arasında bir “göz”e takılıyor; işte, şimdi ağlayabiliriz…

Jüri seyircilerin önünde, biz son sırada çıkmışız…Oyunu sergilememizden bir yarım saat sonra sonuçlar açıklanıyor. Üçüncüyüz… Bize yeter…Birinci oyun iki yıldır hazırlanıyormuş… Geçen yıl kendi okullarında da oynamışlar. İkinci olan profesyonel yardım almış…(Yani, “yardım almış”) Biz, sadece “biz”dik. Ve bize Şems yardım etti.

Ama Final muhteşemdi… On beş oyuncunun her birine on beş küçük altını –oyunun oynadığı gün jüri başkanından duyunca- Okul Müdürü, kuliste Hoca Hanıma şunu söylemiş bulunuyor:

“Hediyelerin böyle olduğunu bilseydim, destek verirdim”

Ve cevap gecikmiyor: “Keşke, bunu söylemeseydiniz…”

Belki de, iyi ki bunu duydum. Anladım ki, “aşk “bize yeter… Âşık’a da Mâşuk’a da…Şems olduktan sonra...

PERDE…

Yegâh Elif Mirzâde

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..