Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Nisan '12

 
Kategori
Kişisel Gelişim
 

Hayatın Cepheleri

Hayatın Cepheleri
 

RESİM INTERNETTEN ALINMIŞTIR.


Hangi cephesinde savaşmanın zor olduğa karar verbilen var mıdır? Ya da savaşacağı cepheye doğru karar verebilen.

Tüy kadar hafif ruhların sıkıştığı bedenlerin ağırlığı, bedenlerin getirdiği soyutluk. Somuda bir daha dönemeyen ruhun sıkıntısı ne zaman biter?

Bana kalsa bitmiyor, hatta ruh kurtulduğu bedenin alıştırdıklarının peşi sıra sürükleniyor. Gömüldüğü bedenden kurtulup, bedenini toprağa gömerken, ayrılışın kanırttığı derin bir boşlukla karşılaşıyor.

Hangi cephede savaşması gerektiğini kendisi seçemiyor belki. Hatta cephelerden habersiz düşüyor savaşın ortasına. Kimden taraf olduğunu da bilmiyor. Kendin de habersiz. Yaşa! Bir nefesle başlıyor. İşte o an. İlk nefes ve ilk ağıtla.

Ruhunu seçebiliyor mu? Beden ruhunu bilerek mi donanıyor? Ya da ruh mu istediğinin içine giriyor, deniyor. Sıkar mı? Bol mu gelir? Tartabileceği bir beden yada sevebileceği bir beden.

Ruh bilince ne zaman eriyor da bedenin fark ediyor. Beden ruhuna ne nazan  sahip çıkmayı öğreniyor. İkisi, bir ve tek olmayı nasıl keşfediyor. Keşfedemezlerse ne oluyor?

Hayatın cephelerinde savaşmaya başladıklarında mı birbirlerine sarılıp bütün oluyorlar. Beden yara alınca ruh da alıyor mu? Runun yarasını beden iyileştirebilyor mu? İkisi bir olup bir birlerine mi deva oluyorlar?

Cephelerinne bakınca, zamanlarının pek de önemi olmayan cephelerine. Her beden kendi mevzisinde güçlü bir kumandan edasıyla salınırken, ruhlarını unutup. İlk bozgunda içine kabuğuna sığıyor belki. Bekli de ruhunun orada olduğunu anladığı zaman böyle başlıyor.

İlk karşılaşmada nasıl hissediyorlar? Ruh hissediyor, beden kalıyor mu? İçindeki kendinin kim olduğunu sorgulamakta geç mi kalmış oluyor? Bedenin kibri var mı ruhta? Ruhuna da bir olduklarını unutup  yeni bir cephe gibi yaklaşır bekli.

Evet, habersiz olduğu yeni benlik haline geçiş içinde bir savaş vermek mecburiyeti var. Kendi cephesinde, kendi mevzisinde  ve kendiyle yeni bir savaş alanı.

Kazanım ve kabın hesabını tutacak üçüncünün olmadığı, bir olabilmek uğruna verilen yeni bir savaş. Ruh ve beden arasında kanlı olmayan yaralarını kendilerinin sarmak zordu kalacaklarından habersiz kıyasıya bir vuruşma.

Beden, söküp atmak gayretindeyken içindeki yabancıyı, kendine ait en müstahkem mevkiiden, ruh acımasız olamaz beden kadar. Hafif zira tüy kadar. Yaraları gözükmese de, daha derine nüfus eder. Bedende açılanlar kanayıp kabuk bağlar. Kaşınır bazen geçmenin meyliyle. Ama ruh. Onun yaralarının yeri de yok, kabuğu da.

Hayatın ilk cephesindeki yenilginin bozgununu atlamak için çekilmişti derinlere. Zarar görmeyeceği bir yer vardı. Kimsenin bilmediğinden emin olduğu. Kendi gibi emindi. Yalnız kalıp, yaralarını saracak ve yeni bir cepheye yönelecekti.

Kazanacak kadar güçlenip. İnanıyordu da.  Ta ki içerde karşılaştığı ve tanımadığı yabancıya kadar. İnanıyordu.  Kendine inancı ilk defe sekteye uğramış. Aldığı raraların acısını da unutmuştu. Bu cephe hiç tahmin etmediği kadar zorlu bir cenk için kurulmuştu. Görmediği bir düşman vardı karşısında. İçinde onunla beslenen, onunla yaşayan ve karşılaşmalarının yarattığı şaşkınlığı nedense sadece kendisinin yaşadığı.

Bu düşman hep aynı yerde duruyor olmalı ki, yadırgamadan karşıladı onu. Kim, ne zaman koymuştu içine. Habersizce sızmıştı onca korumaya karşın. Dokunamadığı ama varlığının ağırlığıyla sarsıldığı yeni düşmanıyla yüzleşmekten korkuyor mu?

Tüm benliğini saran bir titreme ve telaş hali, kaçacak yerinin olmayışı başka bir seçim bırakmıyor. Savaşmak ve kazanmak zorunda. Kabullenmek evresine henüz varamamış olmanın yarattığı esikliğin getirdiği zorunluluk.

Onun içine girmeyi başardığına göre sessizce, gördüğü her bedende olabilir mi diye düşünüp rahatlama çabasında. Yalnız olmadığını bilmek rahatlatacak.

Sıkı bir tokat atsın birisi çıkıp istiyor ilk kez. Yaşadığı bu anın gerçekten uzak, hatta zihininin bir oyunu olduğunu düşünmek istiyor. Zihni tamam da kim bu içindeki şekillendiremediği, var olduğunu bilip dokunamadığı kim?

Savaşın ortalarında bir düşünce sarıyor, dokunamadıklarından yanı. Sevgi, evet ona dokunamıyorum. Dokunamıyor olmak yetmez onu biliyorum. İlk zamandan, ilk ağıttan, saran koldan ve dokunan dudaktan.

Ardından şefkat diyor. Onunda geçmişi aynı sayılır sevgiyle eş zamanlı yaşamaya başladı şefkati. Ona dokunan dudaktan sonra, ilk okşayan elin şefkati. Tartmaya çalışıyor. Bildiği ama dokunamadığı kavramlarla ki iyi bir yanını görmek istiyor düşmanının.

Öğretilenleri düşüyor. İçindekine ilişkin hiç bir öğretinin kendisine sunalmamış olmasının nedenini düşünüp, kendisine öğretilmeyen diğer kavramları düşünüyor. Korumak ve kollamak için öğretilmeyenleri, söylenmeyenleri.

Yeni keşfinin de böyle bir durumun gerekliliği karşısında kedisine söylenmemiş olması fikri karşısındakine karşı garip bir temkinsizlik hissi yaratıyor.       

Öğretilerin zamanları olduğunu ve kendisine zamanları gelince sunulduğunu biliyor.  Yoksa bu karşılaşma zamansız bir karşılaşma mı? Daha zamanı gelmemiş bir durumun tetiklemesini mi yaşıyor. Kaybettiği cephede aldığı yaraların tamiri için yanlış bir yola mı girdi de bu zamansız karşılaşmaya vesile oldu?

Kendine kızmaya başlıyor, zamansız düştüğü bu cenkte sonunu bilmediği vuruşmanın başlama gongunu vurduğu için. Yaşadıklarına sebep yine kendisi olmanın altında ezilir gibi küçülüyor olduğu yerde. İlk geldiği zaman ki gibi  kabuğuna sokuluyor. 

Bir an unutuyor, kabuğun kendine ait olduğuna emin, iyice kapanıyor. Hep böyle yapıp atlattığı zor zamanların bir yenisi bu geçecek. Gözlerini kapatıyor, karanlıkta bir mor ışık bulmak umudunda. Mor ve mavi ışığı görmeli. Kaybettiği cephelerde bu iki ışık yol gösterdi yıllarca.

Sıkıca kapattığı gözlerinin önünde önce karıncalı bir siyahlık, ardından mavinin dinlinliği ve morla huzurlu bir bekleşiyin ardından gelen turuncunun coşkusu. Işık, ışık düşünce gözüne ne kaybettiği cephenin bir önemi, ne de yeni bir cenk için endişesi kalmaz ki. Hep kazanan olur, yeterki üstünde dursun toprağın.

Bu defa diğerlerinden farklı. Işıklar yok. Karanlıkta tek başına kaldığı anlara muhtaç içindeki yabancının varlığından rahatsız. Kurtulmak isteyip kurtulamıyor olmaktan muzdarip.

Uzlaşabildiği anlar da olur, cenkin en kızıştığı zamanlarda. Küçük bir sözle sukunetin sardığı meydanlar biliyor. Olası bir alternatif mi aklına gelen? Kendi cephesinde mevzisini kaybetmeden, denemek akıllıca geliyor bu taktiği.

Işığın izini sürmeyi bırakıyor. Çözülüyor yavaşça, karşısındakini ürkütmekten korkarcasına. Hafifliyor tüy misali. Göremediği bir varlıkla uzlaşmayı nasıl halledeceğinin endeşesini taşıyor olsa da fark ettirmek istemiyor hasmına.

Mevzinin değerini biliyor. Korumak adına sükutla yaklaşıyor. İlk fırsatta içinden söküp atmak fikrini de muhafaza ederek. Açtığı her pencereden içeri düşen ışıkla  şaşırıp kalıyor.  Yavaşça açılıp temkinli yaklaşmak gayesiyle başladığı açılmanın kendi pencerelerinin ışıklarını renklendirdiğini görürür.    

Hasımının yavaça pencerelerinden nüfus edişini engelleyemeden ve sonunun ne olacağını merak ederek bekliyor. Ama tetikte. Karanlığın içinde mavinin  dansının yarattığı dinginliği görüyor önce. Tanıdık ve kendinden. Atamadığı şaşkınlığın  ardından gelen morun huzuru perçinliyor. Savunmadan vazgeçip teslim oluyor artık.

Kendi yarattığı bu zamansız ön görünün öğrenilmesi gerekiyor. Sonuçlarına katlanmayı düşünmüyor. Huzur ve ardından turuncu.

Tüm pencelerinden içeri hücum ediyor turuncu ışık. Hasımının kendisi olduğunu ve bunun kimse tarafından öğretilemeyecek kadar naif bir o kadar da kendi olduğunu bilmenin rehavetiyle bırakıyor kendini.

Bir tüy gibi hafif oluyor. Hasımsız ve cenksiz. Bir oluyorlar yükselirken ışığın dansına, tüm pencerelerden fışkırıp dışarı. Yeni bir cepheye tam olarak...

 

Sağlıkla ve mutlu kalın 02/04/2012

Gülay Mustafaoğlu

 

 
Toplam blog
: 247
: 709
Kayıt tarihi
: 11.03.09
 
 

Buradayım işte. Yaşamın tam içinde. Her anın benim olduğunu bilerek. Yaşamın sadece "Şimdi" olduğun..