Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Nisan '11

 
Kategori
Edebiyat
 

Her ikisi de "Bir şairin asil yüreğine" sahipti - 2

Her ikisi de "Bir şairin asil yüreğine" sahipti - 2
 

Atatürk ve M.Emin Yurdakul


Mehmet Emin Yurdakul “Mili Şair” ünvanını almasındaki asıl etken dizelerindeki yüreğe vurucu gücüydü.
Yolda yürürken bile başı dik ve onurlu duruşuyla, sert adımlarla yürüyüşüyle dikkatleri üzerine toplamasını bilen arif ve yüzüne bakıldığında saygı uyandıran bir kişiliğe sahip olduğunu, Torunu Doğan Yurdakul’un kaleminden okumaktayız. Geçen yazımda Anadolu, adlı şiirin bir kısmını yayınlamıştım. Hani tesadüf ettiği köylü kadının tesirinde kaldıktan sonra Anadolu insanına seslenişi yüreğimizi, duygu duygu ırmak olup, akıp tarumar edecektir:

“Senin sesin hayat için dövüşmeye koşturur,
Senin sevgin vatan için fedakarlık öğretir,
Senin yüzün vatan için bir merhamet duyurur;
Senin ile insanoğlu yeryüzünü şenletir.

Lakin bizler bu hakları unuttuk,
Kadınlığı hayvanlıkla bir tuttuk,
Ninen gibi sana dahi hor baktık;
Seni dahi garip, yoksul bıraktık!..

Evet, seni genç kocandan uzun yıllar ayırdık;
Sen zavallı, duvağına doymadığın bir günde
Bir ihtiyar kadın gibi haykırarak saç yoldun;
Birçok parlak dileklerle dolu olan gönlünde
Bir muradın ülkerini göremeden dul oldun.
Günden güne bir kırık,

Ağaç gibi içlenerek, yaprak gibi solarak
Tırtıl üşmüş dallar gibi kurumaya yüz tuttun;
Kadınlığın duygusunu genç bağrında uyuttun.
Ve dedin ki: “Artık bana ne bahar, ne şafak!”

*
Milli şairimiz Mehmet Emin Yurdakul’un yukarıdaki dizelerinde kadına verdiği değeri, kadınlık onurunu yücelterek yüreğinden geçenleri mısra mısra dokurken bir hakikate de parmak basıyor.
Düşmanın yakıp yıktığı Anadolu’da geride kalan kadın, çoluk ve çocuğun görüntüleri ve açlıkla sefaletle mücadelesindeki kadının yerini, rolünü çizerken dize dize okura, Türk kadınını “kadın işte budur” diye de evrensel tanımını açıkladığı gibi Türk Kadınına bir kimlik vermekte olduğunu görmekteyiz.
Türk Sazı, adını verdiği şiir kitabının 20. Sayfasında Türk Kadını ve kendi eşi hakkında da biz okurlara göze çarpan bir gerçeği açıklayınca, şairin halkçı ve milliyetçi bir görüşe sahip olduğu, yurduna olan sevgisinin gönlündeki yüce duruşunu yakın arkadaşı Ismail Hakkı Baltacıoğlu’na açıklıyor zaten:
“Eşim hayat ve gönül yoldaşım, Şebinkarahisarlı bir Türk kızıdır. Onunla evlendiğim zaman benimle konuştuğu öz Türkçe bana kendi dilinin özünü anlatmıştı. Ben, İstanbul lehçesini anamdan, babamdan; sonra Anadolu lehçesini karımdan öğrendim. Onun saf, asil ruhunun kaynaklarından Türklük aşkının kandırılmaz kevserini içtim.”
Şair, İstiklal harbinde ve harbi sonrası karış karış Anadolu’yu gezerken de boş durmamış. Geride kalan öksüz, yetim, dul ve gözü yaşlı ağlamaktan gözleri kör olmuş insanlara rastladığında milli ruhunu, milli ıstırabını, milli ülküsünü şiirlerine yansıtmış. Sık sık bu duygusunu da “ Benim milliyetçiliğimin asıl kaynağı işte budur.” Derken savaş sonrası Anadolu’nun içler acısı halini ve insan görüntüsünü açıklıyor. Ve şairin göğsünde yatan vatan sevgisi ilk manzumelerinde“Düşmanıma vatanımı saldırtmam” diye coşkuyla anlatmasıyla “10 Temmuz “şiirinde Türkiye sınırlarını öyle anlamlı ve gerçek bir çizgide çizmiş ki, okuyucuya mili duygu şırınga ediyor:
“Bundan sonra her Osmanlı şu Türkiye toprağında
Mabediyle, mektebiyle, her şeyiyle hür olacak” diyerek Türkiye’mizin sınırlarını çizmekte.
Onun yüreğinin sesi İstiklal savaşı öncesi yine aynı şiirinde halkın umutsuzluğuna, çaresizliğine umut olmuş, vatanı savunmada bir an bile duraksayan insanın ruhunu vatanı savunma coşkusuyla doldurmuştur:  


“Şu dağların, ovaların seslerine kulak verin;
Bakın, her yer sanki coşkun deniz gibi bağırıyor,
Evler, köyler zincirleri parçalayan beldelerin;
“Ya hürriyet, yahut ölüm!” türküsünü çağırıyor.

Hani nerede ağızları kilitleyen o pençeler,
Ahalinin kuvvetini hiçe sayan o yiğitler?
Hani nerde, hür başlara mezar kazan o geceler,
Bir intikam saatinden çekinmeyen müstebitler?

Esir millet yaratmayan adil Allah
Bize dahi “kalkın” dedi;
Elimizde parlayan keskin silah
Bugün zulmü kahreyledi.”

Milli şairimiz tam on sekiz mısra şeklinde yazdığı şiirinde, halkını eşit görmek, sınıf farkını ortadan kaldırmak istediği gibi demokrasiyi, Cumhuriyetin resmini bakın hangi dizeleriyle çizmiş:

“Evet, artık hiç kimsye zulüm pençe sallamayacak;
Bir kuvvetli tarafından zayıf malı yenmeyecek;
Yurdun hiçbir bucağında hakim, mahkum kalmayacak;
“Bu efendi, bunlar dahi kölelerdir!” denmeyecek.

Hakir köylü diyecek ki: “Bugün ben de bir ağayım;
Adaletin huzurunda zenginlerle müsaviyim,
Hür ve mesut bir vatandaş olduğumu duymadayım;
Ağılımın, çiftliğimin, her hakkımın sahibiyim.”


Ben Mehmet Emin Yurdakul’un “On Temmuz” adlı şiirini okurken bir an soluklandım. Çünkü göğsüm farklı bir sızıyla sıkışmıştı. O kadar kendimi kaptırmışım ki, hem soluk almadan okuyordum hem de bağrımda yatan vatan ve insan sevgimi o yıllardaki insanların çilelerine katık ediyordum. O tarihlere yolcu olmuştum; ruhum alev alev yanıyordu adeta. Bir şiir beni bu derece mi etkiledi?
Evet, etkiledi gerçekten. Vatanımızın bugünkü siyasi ve ekonomik sürecini takip eden yüreğim, tarihin o sayfalarında durduğunda acıya tanık olmuştu. Şair o dönemin kültüründe bu denli etkili olmuş ve ulu öndere, Mehmetciğin arkasında nasıl bir on sekiz milyon insanın var olduğunu, asil yüreği ile mücadelesine tanık ediyordu gözlerimi. Şiire devam edersek bunu çok net bir şekilde anlayacağız:  


“Ey Dicle’nin, Sakarya’nın ve Fırat’ın çocukları!
Vatanımız talihini bugün bize terk ediyor.
Doğduğumuz bu yerlerin kara yaslı ufukları
Kadın, erkek, her bir asil evladından iş istiyor.

Zalim devrin bize miras bıraktığı harabeler
Bizim kardeş zekamızın nurlarıyla uyanacak,
Şu zavallı ıssız köyler, şu karanlık kulübeler
Bizim kardeş kalbimizin ateşiyle canlanacak.”


Yukarıdaki dizelerde ne sınıf farkı var, ne de ırk ne de dil ve din. Şair kardeşliğe ve vatanımızın selameti için dirlik ve düzene savaş sonrası kül olmuş bir tarihin küllerinden Cumhuriyet güneşinin doğması için halkı yürek yüreğe buluşturmaya çalışıyor.
İşte edebi sanatın gücü ve tesiri. Ve adeta haykırıyor özgürlük vaad eden sesi, semalarda bir aksi seda oluyordu her dizesi:
“Biz istersek, hürriyet kanadının gölgesinde
Asırları övündüren dehamızı parlatırız.”

Şiirin son kıtasından günümüze geldim ve bir “of” çektim:

“ Dünya dahi öğrenir ki bizim gibi bir milletin
Her cehennem ateşini söndürmeye gücü yeter,
Şu demirden yumruğumuz, zulüm gibi sefaletin,
Taassubun, cehlin dahi başlarını kırar ezer!..”


Elimdeki kitapta Milli Şairiin bu yüce gönlünden fışkıran dizelerin asıl kaynağına da tesadüf ettim. Öyle Ya nerden alıyordu bu kadar akıcı ve mükemmel bir Türkçeyle kaleme aldığı dizelerin gücünü, ışığını? Milli şairin yaşamında sanat ve idealin dışında, okuduğu okullar da rol oynamamış. Onu asıl etkileyenlerin başında babasının çevresinde olan Salih Reisin adına tesadüf ettim. Salih Reis, oğluna okutup, şairinde dinlemiş olduğu “Kerem ile Aslı” “Aşık Garip” “Battal Gazi” gibi halk ve roman destanlarıyla Namık Kemal’in “Evrak-ı Perişan” ı Milli Şairimizi derinden etkilemiş.
Böylece henüz çocukluk yıllarında onun kulakları, Türk Halkının hissedebileceği, anlayacağı, faydalanacağı ve hoşlanacağı eserlerin doğacağı feyzini almış ki, milli duygularımızı kabartacak eserlere bizler de tanık oluyor, okuyoruz.
İleriki yaşamında Mehmet Emin Yurdakul, 1890 senesinde Babıali katibi olarak görev alır, 1893 senesinde Rüsumet Evrak Müdürlüğüne yükselir. İşte bu döneminde bir anısını bizlere bakın nasıl aktarıyor:
Şeyh Cemaleddin Efgani İstanbul’a gelmişti. Dini inancını beslemek için onun müridleri arasına karışan M.Emin Yurdakul, şeyhten aldığı fikir ve düşüncelerin tesiriyle Türkçe şiirler yazmaya başladı. Yunan Harbinin arifesinde şair, “Cenge Giderken” adlı meşhur şiirini yazdı. Sonra da üstadı olan Şeyhe gidip okudu. Şeyh Cemaleddin Efgani onu içtenlikle alkışladı ve şu sözleri söyledi:
“ İşte asıl sizin edebiyatınız budur” dedi ve şairin bu yolda yazmasını önerdi. İşte bu şiiri Selanik’te Asır gazetesinde yayımlanınca Mehmet Emin Yurdakul Milli Şair olarak tarihe ilk adımını attı ve meşhur oldu:  


“Ben bir Türküm; dinim, cinsim uludur;
Sinem, özüm ateş ile doludur;
İnsan olan vatanının kuludur,
Türk evladı evde durmaz, giderim.”


Özellikle Türklüğün unutulduğu, Osmanlının saltanatının sürdüğü ve adeta Türk sözünden bahis bile edilmediği bir devirde yazılmış olan bu şiir, o günkü nesillerin dudaklarından eksik olmadığı gibi günümüze de hitap etmiyor mu? Günümüzü çok bariz bir şekilde de siyasi rengini çizmiyor mu? Ben yazayım da bu düşünceye varın siz ister katılın isterse katılmayın.

Tanrım şahit duracağım sözümde,
Milletimin sevgileri özümde;
Vatanımdan başka şey yok gözümde
Yar yatağın düşman almaz, giderim


Milli şairimizin, tarihe destanlar yazdıran ve gönüllerimizin sultanı olan, yine bir başka şair ruhla tesadüf etmesi edebi bir mucizenin eseridir. Çünkü artık Türk Edebiyatında yeni bir döneme girilmiştir. 1899 senesinde şairin “Türkçe Şiirler” adlı eseri resimli olarak basılmış ve “Cenge Giderken” adlı şiiriyle onu alkışlayanların arasındaki isimler şunlardır: Recaizade Ekrem, Abdülhak Hamid, Şemseddin Sami, Rıza Tevfik gibi isimlerin yanı sıra Minorsky, Horn, Vamberi gibi tarihe imza atmış isimler de yer almıştır. Hatta Gibb “Sizi altı asır beklemiştir.” Diye mektup yazarak şairimizin kitleleri nasıl etkilediğine tanık oluyoruz.
Şairimiz hem siyasi yaşamında hem de edebi sanat dünyasındaki yeri yükseldiği dönemlerde 1908 senesi sonrası Sivas Valiliğine yükselmiştir. Daha sonra Erzurum Valiliği ve emekliliğinden sonra siyasetle ilgisi kalmayan şair edebiyatı hiç bırakmadı ve TÜRK SAZI adlı şiir kitabı da o dönemin ürünü oldu.
Birinci Dünya savaşı başladığında “Ey Türk Uyan” “Sefer Yolunda “ gibi eserlere imza atan şairimiz Sultanahmet Meydanındaki Mitingte halkın manevi kuvvetini arttırmak için nutuk okudu. Onu uzaktan izleyen ulu Atatürk şu telgrafı çekmiştir:( Türk Sazı: sayfa 30)
“Türk milliyetperverliğinin ilahi mübeşşiri olan şiirleriniz, bugünkü mücadelemizin ruh-u hamasetine ufk-u tulu olmuştur. Teşrifinizden duyduğum memnuniyeti beyan ile sizi milletimizin mubarek babası olarak selamlarım.”
Mustafa Kemal Paşanın bu telgrafı şairi onurlandırmış ve daha bir çok eserin doğmasına neden olmuştur. Hatta Anadolu’yu karış karış gezmiş birçok illerinde mebusluk görevinde bulunmuştur.
Aydın Kızları- Vur-Ilgaz Dağları- Metristepe-Siperlerde-Dağlılar- İstiklal Destanı-Kurtarıcıya-Anıt-Ankara-Devrim ve Dante’ye adlı eserleriyle, şiirleriyle, gerek orduyu gerekse milletine heyecan ve iman gücü vererek, o cepheden bu cepheye Kurtuluş Savaşı Mücadelesinin manevi babası olmuştur. Ta ki 14 Ocak 1944 senesinde gözlerini yaşama kapayana kadar.
Bugüne bakıyorum da, söyleniyorum kendi kendime, “Bizler nihayetinde gözlerimizi ebedi yummayacak mıyız, Şu şairleri ve nice insanları örten toprağın altına sokulmayacak mıyız?” diye.
Ve şairin yürek hıçkırığı gibi “ Bırak Beni Haykırayım” adlı dizeleri kulaklarımda yankı buluyor:


“ Ben en hakir bir insanı kardeş duyan bir ruhum;
Bende esir yaratmayan bir Tanrı’ya iman var,
Paçavralar altındaki yoksul beni yaralar;
*
Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et!
Unutma ki, şairleri haykırmayan bir millet,
Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuklar gibidir.”


Şairin bir önemli özelliğini, bir ruh depremini yazmazsam içim rahat etmeyecek. Milli şairimiz ölümünden önce başından iki önemli olay geçmiş.. Adeta yıkılmış, belki de şu geçici yaşamdaki süresini de kısaltan en önemli olaylarıdır.
Biri evinin ve çok sevdiği kütüphanesinin tamamen yanması, bir diğeriyse çok sevdiği eşinin ölümüydü. Bu iki yaşadığı hazin gerçek onu acilen Alman Hastanesine yatmasına neden olmuştur.
Yattığı mekan cennet kokusuyla dolsun.
Milli Şairimizi yazmakla bitiremem, çünkü sayfalar almaz. Amacım Kurtuluş Savaşı öncesi ve sonrası Türk Halkına nasıl merhem olduğu ve Mehmetçiğin yüreğine verdiği milli duygunun edebi sanatla nasıl gerçekleştiğine şairin kaleminden o tarih sayfalarına yolcu etmekti.
Tarihimizi bilmeden odun gibi yaşamak yakışmaz ki bize.
Bundan sonraki yazımın devamında yüce ulusumun gönlünde yatan arslan Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşından önceki Afrika Sahillerinden Vatan Kokusu ile nasıl yandığını, o vatan için nelere katlandığını ve sağlığını nasıl vatanı ve insanı uğruna yitirdiğine tanık olacaksınız.

Yazan: Emine PİŞİREN
Edebiyat Galerisi Net Sitesi
Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni

Kaynak: Mehmet Emin Yurdakul”Türk Sazı Kitabı” adlı kitabının/Sayfa: 28-30-74-82-83-84-110

Not: Yukarıdaki fotoğraf 16-mart-1923 Atatürk’ün Adana’yı 3.ziyareti.Yeni Adana Gazetesinden Ferit Celal Güven ile muhabbet ederken. Fotoğrafın en solundaki sakallı kişi , ünlü şair mehmet emin YURDAKUL’dur.

Emine PİŞİREN/Antalya

23.03.2011
 

 
Toplam blog
: 141
: 1282
Kayıt tarihi
: 02.11.08
 
 

Kayseri- Develi doğumluyum. İlk- orta- lise ve üniversiteyi istanbul'da bitirdim. Kültür Bakanlığ..