Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Nisan '13

 
Kategori
Anılar
 

Hocam Nihad Sami Banarlı ve...

Ben eskiden, “tarih” deyince, ortaokul ve liselerde ders olarak okutulan, üzerinde “Tarih” yazan kitaplarda anlatılanları düşünürdüm hep.

Ve yüzde yüz doğru olduğuna inanırdım; o kitaplarda yazılanların.

Tersine bir şey söyleyenlere de: “Tarih bilmiyor bunlar.” diye kızardım.

Kafama ilk “şüphe” tohumlarını eken, İstanbul-Çapa Eğitim Enstitüsü’ndeki edebiyat öğretmenim Edebiyat Tarihçisi Nihad Sami Banarlı olmuştur.

Derslerde anlattıklarıyla yetinmez, pazar günleri Çemberlitaş’taki Yahya Kemal Enstitüsü’ne gideri sohbetinden yararlanmaya çalışırdım.

Rahmetli öğretmenim, Yahya Kemal âşığı bir insandı. Uzun yıllar o büyük şairin hem arkadaşı, hem dostu olmuş; ölümünden sonra da O’nun adını verdiği bir enstitü kurmuş; müdürlük görevini üstlenmişti.

Ben, öteden beri,  karşımdaki kim olursa olsun, her söyleneni hemen kabul ediveren bir insan değildim. Banarlı eserleri olan ünlü bir edebiyatçı ve benim de öğretmenimdi ama her fikrini kabul etmiyordum.

Ve itirazlarımı, karşı fikirlerimi de açıkça söylerdim kendisine.

O hiç kızmaz, sakin sakin anlatır dururdu, neden yanlış düşündüğümü.

Yakın tarihle ilgili gösterdiğim kaynaklara:

“-Üzerinden en az 50 yıl geçmeden yazılan hiçbir kitap tarih değildir.”diyerek itibar etmezdi o kitaplara.

“-Hatta, 50 yıl bile yeterli değildir çoğu zaman. 100 yıl geçmesi gerekir ki, gerçek tarih olabilsin.”derdi de kabul edemezdim hiç.

20 yaşındaki bir genç için 50 yıl, hele hele 100 yıl çok uzun bir zamandı.

Yıl 1961 olduğuna göre, 50 yıl gerisi 1910 oluyordu ki, ne yani Balkan Savaşı’nı Birinci Dünya Savaşı’nı, İstiklâl Savaşı’nı, Cumhuriyet döneminin gerçek tarihini öğrenmiyor muyduk biz?

Uzun yıllar “evet” demedi kafam bu görüşe.

Bugün, çok iyi anlıyorum ki, yüzde yüz haklıymış öğretmenim.

İktidarı ele geçirenler, okullarda okutulan tarih kitaplarını, işlerine nasıl geliyorsa öyle yazdırıyorlarmış meğer.

Gerçekten de 50 yıl yetmiyormuş, en az 100 yıl geçmesi gerekiyormuş; bir olayın tarihteki gerçek yerine oturabilmesi için.

Resmî tarih dışındaki kaynaklara başvurunca anladım ki, yalan dolanlarla doluymuş meğer biz zorla okutulan kitaplar.

Sözgelişi, resmî tarih kitaplarının yazdığı gibi, matbaanın 250 yıl Osmanlı ülkesine girememesinin asıl nedeni, gerçekten din adamları mıdır?

İyi de, din adamlarının çıkarı neydi ki bu yasaktan?

Gerçek bu muydu?

Yoksa:

“Osmanlı ülkesinde Kur’an yazarak geçimini sağlayan binlerce hattat vardı. Mat-baanın gelmesiyle bu işten para kazanan hattatlar işsiz kalacaktı. Hiç kimse, elindeki ek-meği bile bile kolayca vermek istemez. Hattatları da bu nedenle matbaanın gelişine karşı çıkmışlar, şu ya da bu yöntemle etkili ve yetkili görevlerde bulunan bazı din adamlarını kendi saflarına çekmişlerdir.” Görüşü size de daha mantıklı gelmiyor mu?

Bildiğiniz gibi, Atatürk’ün eşi Lâtife Hanım, ölümünden 50 yıl sonra açılıp açıklanması şartıyla bir mektup bırakmıştır Türk Tarih Kurumu’na.

Birkaç yıl önce, 50 yıl doldu.

İlgililer mektubu açıp okudular ama açıklayamadılar kamuoyuna.

Kimler, niçin engel oldular, bilginiz var mı?

Henüz zamanı değilmiş!..

Sakıncalı olurmuş, açıklanırsa…

Bizim adımıza kim karar veriyor bunlara?

“Henüz zamanı değil!”diye diye çok partili döneme geçişimizi 1946’ya kadar engelleyen kafalar mı?

Halkımızın her tercihini küçümseyip demokrasiyi milletimize lâyık görmeyenler mi?

Yahu muhteremler!..

Atatürk’ün her yazdığınız, her söylediğini okula başladığımız günden itibaren okuyo-

ruyuz; okutuyoruz da velev ki boşanmış olsa, eşinin yazdığı bir mektubu neden okuyamıyoruz biz?

            O’nun: “Gerçekleri söylemekten korkmayınız.” sözünü bulduğunuz her yere yazarsınız da gerçekleri söylemekten neden korkarsınız?

            Bizden yana mısınız siz, domuzdan yana mı?

            Atatürk’ten yana mısınız, Atatürk’e düşman mı?

            O’nun sevaplarıyla, günahlarıyla, üstün ve eksik, güçlü ve zayıf yanlarıyla bir “insan” olduğunu neden saklıyorsunuz bizden.

            Atatürk’ü, peygamberler ya da destan ve masal kahramanları gibi olağanüstü, “insan üstü” bir varlık göstermekle kime hizmet ettiğinizi sanıyorsunuz siz?

            Atatürk’e hizmet etiğinizi sanıyorsanız, bilin ki, bu mümkün değil!

            O, yaşarken bile, vıcık vıcık yağ kokan hiçbir yeteneksize iltifat etmemiş; yüz vermemiştir.

            İster yaşıyor, isterse ölmüş olsun, bir kişiyi olduğundan eksik göstermek, ne kadar büyük bir alçaklıksa, olduğundan büyük, olduğundan fazla göstermek de o kadar büyük bir erdemsizliktir.

            Ve mutlaka, böyle yapmakta bir çıkarı vardır o şerefsizlerin!

            Yoksa, konuşmak için ağızlarını, yazmak için parmaklarını oynatmazlar.

            Atatürk o kadar zayıf, güçsüz, eften püften bir insan mı ki, boşandığı eşinin yazdığı mektup açıklanınca, yok olup gitsin.

            Halkımızın kafasında böyle bir “imaj” yaratmak için, Atatürk âşığı imiş gibi gösterir kendilerini, özellikle bilinçli olarak mı böyle yapıyorlar yoksa?

Atatürk’ün eşi olmak şerefini kazanmış bir hanımın yazdığı mektup, ölümünden 50 yıl sonra bile açıklanamıyorsa, ötesini siz düşünün artık…

Kim bilir, daha neler neler var açıklanmayan, açıklanamayan…

Demek ki, sevgili öğretmenim Nihad Sami Banarlı’nın dediği gibi, bildiğimizi sandığımız şeyler yalnızca bize söylenenler!..

Ya söylenmeyenler?..

Ya söylenemeyenler?..

 

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..