Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Haziran '15

 
Kategori
Deneme
 

Hoş geldin

1315 Kanunisani’nin son günlerinde doğmuşum. Gün kesin değil. Hayat koşullarının gittikçe itaatkâr yaptığı anneme ne zaman sorsam yirmi beşi derken, her seferinde inadını her yerde sergilemeyi seven babam da durmadan yirmi yedisi olduğuna itiraz kabul etmezdi. Buna bağlı olarak, çeşitli zamanlarda hüviyetteki tarihi onlara her anımsattığımda, o gün dakikalarca ikisinin söz düellosundan bıkmış, kendi keyfine göre kalem sallayan işgüzar memurun işi oldubittiye getirip kayıtlara yirmi altısı yazdıktan sonra önündeki kâğıt yığınından kafasını kaldırmadan bizimkilere evin yolunu tutmalarını salık vermesini garip bir yüz ifadesiyle anlatırdı sürekli annem.
Her anlatmasından değişik olarak, o gün bütün anlattıklarına;
 
“Böyle başladı hayatının ilk günleri,” diye eklemiş, karışık yaşamın verdiklerinin daha yeni yeni idrakinde olduğumu fark etmesiyle de;
“En azından seni tanıyan biri daha olmuştu,” teselli cümlesini sona bırakmıştı.
 
Evladına bakmaktan güç kazanan bakışlarını sihirli biçimde üzerime dikmesiyle aynı anda karşısındakinin tepkisini engellemek için ortaya döktüğü başarılı bir tebessüme bürünmeyi tercih edince, tebessümünü engellememesi bu vücudun iyi ki mevcudum demesine ve mutluluğuna en büyük işaret olmuştu. Bana göre, mutluluk; duraksamalı donuk bir yüz vaziyetinden hızla geçmek için yüzünüze serpiştirilmiş latif bir söz dizisiydi.
Böylece; üzerime yaftalanmış mesudluk çağrışımı ve bu çağrışımın nasıl bir mana-ahenk yapısına bürüneceğini merakı içinde geçip, o heyecanla hemen annemin o sözünden yola çıkacakken, babamın;
 
“Serair-i Vücudu hakikat olansın,” tasdikli kelamı beni ilkin ince bir düşünceye sevketmiş, ardından tam mana koyamasamda kafamın bulanıklığının takibinde gelen sarhoş mutluluğumla iki kat övünmüştüm kendimce. O heyecan ilk günü böyle sürüklemişti. Annemin tebessümüne, babamın beni keşfine takılmıştım kısacası, iyi bir şey sanıyordum varlığın onuruna bulanmış o mutlu yüzümünkavradığı herşeyimi.
 
Fakat bu görüşüm ilk başlarda başka ve büyük bir vasfa ait olunabileceği sevincini aşılasa da nedense sonra, yaşadığım tarihteki hayat meseleleriyle çok fazla uğraşmanın bu varlığın kudretine bırakılması ve sorunların çokluğu, ilerleyen günlerde kafamdan çıkmayan bu sorunun o derin manasının hiçte bana yakın olmayan cevabını aradığımı kanıtladı. Birbiriyle çatışan nice düşüncelerimi birbirine bağlamak için çırpınır olmamdan başka, bu karmaşa, bu acizlik bende tuhaf bir sürü sonucun değişik yer ve zamanlarda birer birer patlamasına neden olmuştu. Bazen şiddetli ve karışıktı manaların bitmek bilmez oyunu, bazen de sadece mana değildi beni uğraştıran; eskiyen her fikrim bir sonraki yenisinde daha derin bir egemenliğe veya soru işaretine açılıyor, aklımın aciz kuruntusu dönüp dolaşıp, son çırpınış olan ölüm denen heyecanın, bir varlığı nasıl bitireceğine daha çok takılıyordu. Bu da derinliğine daldığım anlarda aradığım cevaba daha çok yaklaşmak isteğini getiriyordu. Öyle ki, cevabı yakasını bırakmayan her sorunun, beni, her seferinde hezimete götüreceğini bile bile üstelik;
“ Ölüm!” diyordum.
 
“ Sen nesin?”
 
“ Bir tükeniş ya da bir doğumun cezasını çekmek misin yalnızca?”
 
Oysa şu kısa ömrümde biliyordum ki, bahar çiçeklerini, türküleri, güneşi, bilinmezlikleri serseri gibi başını alıp gitmekle cühela gibi terk etmek değildi hayata gelmenin amacı. Hayatımın son günlerinde emeğimi, gücümü, hakkımı olağandan çok harcadığım vatan müdafaamdan, anneye sevgiden, babaya tüm yaşanmışların asla veremediği saygıdan, aşktan, kavgadan kopuvermekte değildi hayatın sonu. Bir şeyler eksikti bu tarafıyla bakınca... Peki hep eksik mi kalacaktı? Tuzla kurye
 
Ayrıca bu eksikliği bir tartıya koyunca dünyaya gelmenin ve gitmenin nedenini salt Tanrı’ya bağlayamazdım; kabul ediyordum, inanç; tanrıyı eksiksiz tanıtıp, düşündüğümüz her şeyden çok daha üstün yapardı. Ama nasıl o ulviyetin en yücesini ancak öldüğümüzde yok oluşumuzun yeni bir başlangıç olduğu o andan itibaren göreceksek, yaşarken de varlığın sebebini anlayabilmek, görebilmek, dahası hayatın sonunu düşündükçe mananın çemberini daraltabilmek, nihai bir karara kendince varabilmek önemliydi. İşte! O zamandan beri, yani on iki yıla yakın önce annemin ve babamın armağanı o ilk mutluluktan itibaren yani, var olmanın kendi içinde neler sakladığını arayan oldum sürekli. Sadece kendimde değil, her yerde, her şeyde. Hem de, dün çocukluğumun dünyasında değil yalnızca, bugün, harp gazisi mükâfatını taşıdığım, yarın ne olacağını bilemediğim, zerre zamanın gelip geçmesinin çok önemli olduğu şu hastane koğuşunda, irinler içinde ömür denen zamanın sonunu birden değil, yavaş yavaş acılar içinde beklemem bu ölüm mevzusunun karabasanlar içinde önemini daha çok artırıyor aslında. Bu hengâmede düşüncelerim sakinleşirken hislerim hiç mana koyamadığım bir süratle karışıyor, ne yapsam kendimi durduramıyorum. Illa ki bir sonun mahiyetini iyice kavramalıyım diyorum. Hatta ki, günlerce metanetime hayran olduğunu anlatan hekimi bir kenara atan hislerim;
"Yüz yıl yaşayanlar için bile hayatın sonu tümden aynıdır," demeyi sürekli tekrarlatırken, diğer taraftan;
"Hayatın gamını hiçe saymak adına şu mazlum dünyaya bağışlanmış daha mutlu yüz olmadığımın da farkındayım," sözünü getiriyor arkasından... Neticede benim savaşım kendimleyse diğer insanların yaptığından farklı bir şey yapacak gücüm olmasa da yine de kısa geçmişime sarılmak, avunuyor görünmek istemiyorum. Bu tükenişi kolaylaştıran yorgunlukta yeterli değildir aldığım nefeslerin hesabı. Hepsini unutup son nefese kilitlenirken, taşların bir bir yerine oturması için doğduğum günü esas almam bazı şeyleri tekrar hatırlamak mecburiyetine düşürse de bir kez daha kırılacağımı bile bile aramayı son kez ama son kez sürdürmek avuntularımın dışında artık görev olmalıdır benim için.
 
Ve sonunda... Bugün... Ataşehir kurye
 
Kendime, vatanıma ve tüm sevdiklerim sağlayacağım faydaların çok gerisinde kalmama neden olan kurşun ve havan mermisinin iz bıraktığı ağır ve derin depreşen yaralarımın esirliğinde, nasıl olduysa çocukluk merakından uzak nihayet bir çeşit teslimolunmuş göreve dönmüştür içimdekiler...
 
Ve içimdeki bir kısmı; kimi çocuk gülüşlerimden saklanıp gelen, kimi gam yemiş son gençlik günlerimin eskisi kadar kuvvetli olmayan nefeslerimde barınan yüzlerimdir. Hepsi ama hepsi karadır aynı zamanda…Ve bütün kara yüzlerimi, ruhumu karanlığa bırakmadan önce sırf kendimi ferahlatacak bir nihai aydınlığa serpiştirme isteği Plutarkhos gibi yalnızca özenilecek ya da; Beykoz kurye sakınılacak bir hayatı anlatmakla yeterli kalınmaz diye düşünüyorum. Yine avuntularımdan sıyrılıp yaşadığım tarihide bu öneme katma sancısı var diğer taraftan. Bu da bana yapılmış başka bir çağrıdır belki. Kim bilebilir? Öyleyse sol ayağımın ağrısını bastıracak kadar egemen olan, o, göğsümde, yüzümde, kollarımda ve sırtımdaki diğer acıların dayanılmaz her kemirişlerinde bu dünyadan tamamen tükenmeden önce şimdi anılarımın üzme zamanı beni anlatmaya başlamakla tehdit ediyorsa, solumdaki hayatla sağımdaki ölümün o hep birbiriyle ince temasında, şimdi bu varlığı korkuyla doğurup, korkuyla yaşatma ve cesaretle öldürme zamanını da getiriyor.
Önce sola sonra sağa bakarak diyorum ki; İkitelli kurye
 
“Hadi bakalım! Hoş geldin ölüm.”
 
Toplam blog
: 10
: 66
Kayıt tarihi
: 28.01.15
 
 

Web tasarımcıyım. Bununa birlikte forum sitelerine yazı yazmak benim için ayrı bir meşgale. Çok s..