Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Temmuz '09

 
Kategori
Deneme
 

İki elin verdiği can... 3

İki elin verdiği can... 3
 

Başlamadan önce bir süre bakıyorum resme. Aklımda Grizu’dan sahneler. Falaka, kol kırma, göz çıkarma, göçük, körnefes, ölüm, eşek, kesilen yevmiye, cin, hasret, yırtık çarık, tuzak, küfe, Cebeli, Bayram, Zehra, Kör Cemal, Çavuş Kosor, Satı, Esma, Karadağlı Duro, Efraim Tişo, Hurşit, Kumru, Davut, Harun, Yahya, Recep… Üstüme hikâyeleriyle yağıyorlar sanki. O kargaşanın içinde, gözümün önüne Bayram’ın yüzü takılıp kalıyor.

‘Bayram, ’ diyorum ‘bu Bayram olsun.’

Önceki fırça darbelerine uygun, Bayram’ı kendimce tamamlayacağım. İlk aklıma gelen Bayram’a görülmemiş bir tutkuyla bağlı Zehra. ‘<ı>Sevgiden başka bir şey istemem senden. Kendimi veririm sana. Herşeyimi veririm. Seven erkeğe hizmet ederim.’ Kulaklarımda çınlıyor. ‘Bayram varsa ona gölge olup ömrünü adayan Zehra da mutlaka olmalı, ’ diyorum.

Çizdiği kadınlara benzer bir Zehra yapıyorum önce. Bayram’ın sol yanağına yanağını yaslamış. İğneden ipliğe her şeyini Bayram’a adamış bir Zehra. Arkasında, aklında, omzunda dayanacağı bir baş misali.

‘Zehra, Bayram’ın hem gönül gözü hem de Milapero’nun oniki numaralı ocağındaki höyüklerden birinde çıkarılan gözü olmuştu, ’ diyorum ‘o yüzden, iki göz de tabloda olmalı.’ Kör edilen gözünü de bir güneş gibi düşünüp tablonun sol köşesine konduruyorum. Öyle bir göz ki gecenin karanlığında parlayan, aynı zamanda Bayram’a bel bağlayan çilekeş madencilere ‘Korkmayın, sizi kollayıp gözeten biri var, ‘ diye umut veren bir güneş gibi.

Yüz hatlarına ağır renklerle zıtlıklar yerleştiriyorum. Yumuşak rötuşlarla Bayram ve Zehra’yı sığındıkları grimsi bir karanlık içinde tasvir ediyorum. Bir gece vakti kulübelerini kurdukları yamacın eteğinde oturmuşlarmış gibi. Resme bakıldığında, yamacın alt tarafının peş peşe sıralanan mavi kar balkonlarıyla, derin bir dereye indiği bile hissedilsin istiyorum.

Sıra burna girmiş kamışta. Nasıl kullanacağımı bilemiyorum. ‘Tablodan atsam nasıl olur?’ deyip üstünü boyuyorum kamışın. Fikrini almak için tabloyu gösteriyorum ‘Nasıl?’

Gözlüklerini değiştiriyor. Gözlerini kısıp, küçücük bir aradan bakıyor bir süre. Beğenmediğini anlıyorum. ‘Kamışı oradan yok edişini, alışılmış olana sadakatin işareti olarak görürüm. Kamış resme asıl gücünü veren objedir, hayatın can damarıdır. Sen gibi bir karikatüristin o absürdü görüp, üzerine atlaması gerekirdi.’

Cebeli Bey’in kamış üzerine muhabbeti geliyor aklıma ‘<ı>Kamıştan korkan insanlıktan korkar.

Sadece ‘Nasıl bir ilişki kuracağımı bilmediğimden, ’ diyorum ve fazla konuşmadan kamış üzerine düşünmeye geri dönüyorum.

‘Bayram, burnundan fitil fitil getirilmiş bir hayatı yaşamıştı. Onun burnundan getirilen hayat Zehra’ya da reva görülmüş, Bayram’la birlikte kedersiz bir ömrün acılarını çekmek zorunda kalmıştı. Kamış, öyle bir hayatın zehir zembereğinin yansıması olabilirdi. Hayatın, onların burundan getirilmiş olmasının kadersizliğine vurgu yapabilirdi.’

Kamış kamış deyip onu önemsiz göremez, öyle bir çırpıda resimden silemez ve işin içinden sıyrılamazdım. <ı>‘Âlimlerin elinde, alemler, yani ince, siyah kamıştan yapılma kalemler olurdu. O güzelim kamış kalemlerle, zer-fişan kâğıdının üzerine, görünmez limonlu gül suyuyla insanlığın kaderini yazarlardı, ’ diyen Cebeli Bey de, karşımda oturan Cebeli Bey de haklıydılar. Kamış yerinde durmalıydı. Madenkeşlerin kaderini Bayram’ın şemailine yazmaya koyulmuş Âlimlerin elinden kamışlarını almakta neyin nesiydi. Yeniden eskisinden farkı olmayan bir kamışı çizmeye başlıyorum.

Tablonun artık bittiğini düşünerek ‘Peki, bu nasıl olmuş, ’ diyorum, tekrar gösterirken tabloyu. Gözlüklerini değiştirirken, buz gibi olmuş çayından bir yudum alıyor. Tadını yitirmiş çaya rağmen yüzüne yayılan mutluluktan beğendiğini anlıyorum. ‘Ha şimdi olmuş Murat Abi, ’ diyor, elinden fırçasını bırakmadan ‘Bırak hayal gücün, neşesinden çıldırmış kısraklara dönsün. Hangi bozkırda duracağına kendi iradesi karar versin.’ Saate dokunuyor gözüm, sabah 04.23. Hiç dert etmiyorum.

***

O, tabloya ilk fırçaları 2007’de düşürdüğünü söyleyerek ‘<ı>Muzo ‘07’ diye bense ‘<ı>M.Top ‘09’ diye imzaladık.

İki farklı zamanda iki farklı elin fırça darbeleriyle hayat bulan Devrekli Bayram ve Zehra’nın tablosunu, ortak bir kararla, onun ressam arkadaşlarım dediği Eylül ile Deniz’e hediye ettik. Bayram isimli tablomuz şimdi Eylül’le Deniz’in evinde, bir duvarda asılı.

Eylül, ay ışığının en parlak olduğu zamanlarda tablonun çok daha güzel göründüğünü söyledi telefonda. ‘Dikkat ettim baba, ’ dedi ‘o anlarda rüzgârın dışarıdaki okaliptüs ağacının dallarını sallayışından yayılan sesler sanki insan gülmelerini andırıyor.’

Eylül, Bayram ve Zehra’yı da, onların yaşanmamış büyük aşklarını da henüz bilmiyor. Okaliptüs ağacının titremeleri sandığı o seslerin, Bayram ile Zehra’nın ay ışıklı bir gecede sığındıkları mağaradan dağılan cilveleşmeleri olduğunu da elbet.

 
Toplam blog
: 6
: 1029
Kayıt tarihi
: 21.02.09
 
 

1962 Erzurum Hınıs doğumluyum. 1985 yılında E.Ü. Ziraat Fakültesinden mezun oldum. Çeşitli gıda firm..