Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Ağustos '22

 
Kategori
Kitap
 

Iskarta Hayatlar

                                         ISKARTA HAYATLAR: MODERNİTE VE SAFRALARI

ZYGMUNT BAUMAN

1925 yılı, Polonya doğumlu olan Zygmunt Bauman, Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. 1968 yılına kadar kendi ülkesinde eğitimine ve yaşamına devam eden Bauman, politik bir sebepten dolayı ülkesinden sınır dışı edilmiştir. Önce İsrail’e daha sonra ise adının duyulacağı Leeds Üniversitesinin de yer aldığı İngiltere’ye yerleşmiştir. Yazar doğrudan toplumla ilgilenir ve eserlerini sosyolojik bir bakış çerçevesinde ele alır. Eserleri sorun ve teşhis etrafında döner. Bauman 2017 yılında hayatını kaybetmiştir.

   Bauman yapıtına kitabın genel bir çerçevesini çizdiği giriş bölümüyle başlar.  Bu bölümde Italo Calvino’nun Görünmez Kentler adlı eserindeki iki kenti örnekleme yaparak okuyucusuna sunar. Aglaura ve Leonia kentleri anlatıcıları olan Marco Polo’nun, “ıskartaya çıkarmak” deyimi üzerinden okuyucuya sunulur. Bu iki kent görünen ile görünmeyen arasındaki iki zıtlıkla karşılaştırılır. Öte yandan, konuşulan ve var olan arasındaki ilişki de “atık” kavramı ile özdeşleştirilerek atığı artık kimsenin düşünmediği fikri ile özdeşleştirilir. Asıl olan, bir zaman sonra bu atıkların etkilerinin (koku gibi) kayıtsızlık olarak suçlama yapılmasına ve nefrete sebep olmasına yol açmasıdır. Bu atıklar kentleri sarar. Çöp kelimesi üzerinden tamamen biyolojik bir varoluş savaşı verilir. Bu çöpler bilinen “atık” anlamıyla beklenilenden daha dayanıklı çıkarlar. Polo’nun da ifade ettiği gibi şehir her şeyi saklamaktadır, fakat kimse kendi gerçeği ile yüzleşmek istememektedir. Buradan iki temel anlatı ön plana çıkmaktadır. Anlatılan gerçekliğin tam olarak neyi ifade ettiği ve tüketilenden nasıl bu kadar çabuk vazgeçilebildiği sorunsalı açıklamalarla tanımlanmaktadır.

   Kitap Bauman’a göre “teknik bir sorun” tespitinden ziyade neden bir sorun olduğu düşüncesinden yola çıkarak ele alınmıştır. Yerkürenin Modernleşme sürecinin yaşandığı bölümlerinin “insan atıklarının” boşaltıldığı yerler olarak biçimlenmesini saptamıştır. 

    İlk bölüm Başlangıçta Tasarım Vardı ya da düzen kuruculuğun atıkları olarak adlandırılmıştır. Her nesil bir öncekinden daha farklı bir dünyaya gözlerini açmaktadır. Bölüm, X kuşağının işsizlik konusunu tedavi edilebilir mi sorusu üzerinden ele almıştır. Bu kuşağın modern tarih içerisinde pek çok sorun ve düşmanla savaştığı  belirtilmiştir. Bu insanlar tamamen maddi yük olarak görülmüşlerdir ve ıskartaya çıkmışlar. “Siz” takısı önderliğinde yoksunluk takısından ziyade sıradanlık vurgulanmıştır. Durumdan ziyade hal tanımlanmıştır. Kısacası, gözden çıkarılabilir, ihtiyaç fazlası, hurda, lüzumsuz, gereksiz, çöp ve atık olarak adlandırılmışlardır.

   Iskartaya çıkmış insan tıpkı sanayi atıkları gibidir. Dışlandığı toplumun kabulü yetersizdir. İnsanlar trenlere benzetilmiştir. Modern çağdan itibaren kuşaklar trende yer almaktadır ve yer bulmak için elemeler yapılmaktadır. Ebeveynleri ise kurallara göre hareket etmiş ve bir güvenlik duygusu içinde belirsizlikten uzaklaşmışlardır. Günümüzün sorunları ise araçlarla değil hedeflerle gösterilmiştir. “Gerçek Dünya,” kusursuzluğun uzak olduğu bu dünya “vizyon” ile yoğrulduğunda düzeni çağırmaktadır. İkili zıtlıkların önemi de bu doğrultuda ortaya çıkmaktadır. Var olanla yıkıcı olan arasındaki ilişki, iyi ve kötü arasındaki ilişki, ölüm ve doğum ilişkisi daima yeniden doğuşu yansıtan bir ilişkiye dönüşmüştür. Bu da baskın olanın diğerini her zaman fazlalık gibi görmesine, gereksiz görülmesine sebep olmuştur. Her şey gereksiz olandan kurtulup, göze güzel gelene ulaşma çabasından yola çıkmıştır.

   Bu konu bilginin niteliğinin dünyayı değiştirmesi ile anlaşılmaktadır. Tarımla uğraşanlar için başka bir anlam ifade etmesine rağmen, maden ve heykeltraşlık örneği için bambaşka anlamlar ifade edebilmektedir. “Atık,” dönüşümü yansıtmakla birlikte, bazı tasarımlara göre tuhaf dönüşüm eyleminin gücü olarak yansıtılmaktadır. Ulaşılabilir olarak uygulanabilir ya da dışarıda kalanlar olarak da adlandırılabilir. Açıkça ifade edilmektedir ki atık, çağdaş sorunlar arasında tıpkı işsizlik, ırkçılık, yoksulluk, terrörizm ve kuraklık gibi algılanabilir. Kimse atık yerlere (örnek: mülteci kampı, gettolar, kenar mahalleler) gitmek istemez.  Bu yerler sevimsiz olarak algılanır. Herkes güvenli yerler ister. Atık güvensiz ve utanç vericidir. Sır olarak kalınması istenir.

     İkinci bölüm ONLARDAN ÇOK MU VAR? ya da ekonomik ilerlemenin atıkları olarak adlandırılmıştır. “Aşırı nüfus” terimiyle birlikte aslında nüfusun bir bölümünden kurtulmak olarak adlandırılan ıskarta insanı yurtdışına göndermek fikri uygulanmaya başlamıştır. Sebebi ise bu insanların nüfus patlamasına yol açacağı korkusudur. Modernleşmiş olan gelişmiş olarak adlandırılırken, ihtiyaç fazlası nüfus modernleşme süreçlerinin dişlileri arasında sıkışmış olarak gösterilmektedir. İnsanlara yer açmak için Amerikan yerlilerinin yok edilmesi ise kimisi için özverili bir katkı olarak adlandırılsa da kimisi için tam anlamıyla katliamdır. “Nüfus fazlası” olarak adlandırılan bu insanlar “kusurlu tüketici” olarak adlandırılmaktadır. Pazarın büyümesini sağlayacak paradan yoksun oldukları gibi sömürülmeyecek grubuna da girmektedirler. En önemlisi de ekonomik ilerlemeye ket vuran insanlardır.

   Özsaygılarını ve özgüvenlerini kaybeden bu insanlar artık duygularını eyleme dönüştürmekten korktukları için tepkilerini asla ifade edemezler. Fuzuli, lüzumsuz, ihtiyaç fazlası, ihtiyaç duyulmayan, istenmeyen katogorisinde olarak kaybetmeye mahkumdurlar. Öte yandan, yeryüzündeki zenginlerin yani gezegenin kaynağını hesapsızca tüketenlerin, kendi içlerini rahatlattıkları düşünülemez mi? Yoksa, kullanışlı ürünü atıktan ayıran bakış açısıyla doğum oranlarını arttıran, açgözlü yaşam biçimini haklı çıkaran doğurganlık israfları olan o ıskartalar, bu öne sürülmeleri hak mı ediyorlar? Sadece gelişimi durdurduklarına dair öne sürülen sorulardan birkaçıdır bunlar. Sorun basit bir şekilde aşırı çoğalmaları korkusu da olabilir. Bu doğrultuda, “refah devleti” ya da “sosyal devlet” kavramı ortaya çıkmaktadır. Bilinçli bir şekilde vatandaşlarının refahı için sorumluluk kabul etmektedir. Tüm bu tanımlamalara rağmen, mültecilerin terörist olarak görülmesi varoluşsal bir sorunu da beraberinde getirmektedir. Tüm sığınmacılar terörist ya da suçlu olarak adlandırılmıştır. “İnsan denizi” olarak ifade edilen bu insanların varoluşsal savaşı, çöplerle tasvir edilmiştir. Göçmenler sapkın, öteki, özenle seçilmiş propaganda malzemeleridir.

   Kısacası, kimse atıklarla özleştirilmek istemez. Tıpkı Leonia sakinleri gibi çöpçülere duyulan istek git gide büyür. Ellerine bulaşan kirin varlığını kendilerine kanıtlayamazlar, çünkü kiri temizlemesi gereken insanlar hazırdır. Ötekileştirilmiş ve “atık” olarak adlandırılmış olan bu insanlar yokmuş gibi davranılsa da toplumun çöplerini toplamak görevini üstlenirler.

   HER ATIK KENDİ ÇÖPLÜĞÜNE ya da küreselleşmenin çöpü adlı üçüncü bölüm sosyal devletten “karakol devletine” geçişi anlatmaktadır. Yerküre suça artık iyice bulaşmış ve suç küreselleşmiştir. Artık ekonomik durum yasaların denetiminden çok bağımsız bir üst sınıfın (süper zenginlerin) elindedir. Kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen bu sınıf, “hükümdarı olmayan bir hükümete” benzetilir. Siyasetten uzaktır. Kanuna ve demokrasiye ihtiyaç duymaz. Uygulama gücünü elinde tutanların insiyatifine kalmış düzensizlik içinde bir düzendir bu. Belirsizlik endişeyi doğurmaktadır. Küreselleşme de tüm bunlardan beslenen başa çıkabileceği ve denetim altına alabileceği atıklarını bekleyen bir güç durumundadır.

   Mülteciler bu bölümde “uğursuzluk alameti” olarak adlandırılmışlardır. Biz ve onlar arasındaki sınır artık eskisinden daha fazla dünya sahnesinde yerini almıştır. Hiçbir hakka sahip olmamakla birlikte, artık varoluşları bile sorgulanmayan bu insanlar, siyasetçiler için de seçim vaadi olmaktan çok uzaktırlar. Halkın tamamen kurtulmak istediği mültecilerin, fazlalık olmanın da ötesinde, kendi gerçekleriyle bile yüzleşmeye güçleri yoktu. Sokakta yatıyorlardır, Üşüyorlardır, açtılar, korkuyorlardı ve hastalardı. Ücretli hiçbir işte çalışamıyorladı, çünkü ücretli bir işte çalışmak yasaklanmıştı. Sosyal yardımlardan ise faydalanamıyorlardı. Kısacası, “yüzleri olmayan bir kitleye” dönüşmüşlerdi. Kimliklerinden tamamen uzak, “çıplak hayatlarından” başka hiçbir şeyleri kalmamıştı.

   Çöplüğe atılmış bir çöp geri dönüştürülebildiği kadarıyla bir etki etse de ister atık insan olsun ister diğer atıklar olsun hepsi çöptür ve gidecekleri yer aynı çöplüktür. Mülteciler koruma altına alınsalar bile, istenildikleri anlamına gelmez. Amerika’nın siyahi gettoları ise daha farklı bir oluşumun içindedir. Kast sistemine karşı çıkıp, ırklarını ilerletmek için toplumsal ve yapısal açıdan bütünleşme yoluna gitmişlerdir. Hayatlarını yaşarken ister yasadışı isterlerse ahlak dışı davransınlar her zaman güç birliği içinde hareket etmişlerdir. Yönetenleri içinse varoluş sırlarını “hapishane” metaforuna taşırlar. Birbirlerini her ne kadar korusalar da okulları benzettikleri hapishane onları etkisizleştirmek için vardır. Sokakta suç işlemelerini önlemek için günboyu okullarda kilitli tutulurlar ve böylece asiliklerinden ve azgınlıklarından kurtulmaları sağlanır. Kendi bakış açılarına göre kurdukları bu korumacı sistem işe yarıyor gibi görünse de aslında varoluşlarına izin verildikleri kadar bütünleşebildiklerinin onlar da farkındadır. Tüm atıklar, bir gün yok olmaya mahkumdur. Aralarından işe yarar gibi görünen çok azı çıksa da gözle görünen hep aynıdır. Değersiz, yitik ve hapishanede ölmeye mahkum bir suçlu.

   ATIK KÜLTÜRÜ adlı dördüncü ve son bölüm “ebediyet” kavramı ile başlar. İnsanlar ölmeyeceklerini düşünerek ölümün korkutucu yanından kaçmak isterler. Dünyaya bir şeyler bırakmak ve ruhlarının sonsuza dek yaşaması da bu korkunun somut ve soyut açımlamaları olur. Yaşam korkusu olarak adlandırılan bu tanımlamalar sürekli yeni şeylere sahip olarak tükenmek bilmeyen bir kısır döngü ile kendini yeniler. Asla dinmeyen bir açlık ile sahip olunmak istenene duyulan sonsuz istek olarak adlandırılır. Zıtlıklar bir arada anlam kazanmaya başlar. Hep bir kalıcılık arayışı içinde olan insanlar geçiciliğin acısı ile imtihan edilir. İhtiyaçlar, arzular ve istekler asla bitmez. Borçlar sürekli başka borçlarla kapatılır. Bir an önce karşılanması gereken o ihtiyaçlar zamanla sürekli halının altına süpürülen pisliklere yani çöplere dünüşür. Güzel olan kusursuzlaşır. Asla atık olmayacağı vurgulanır, ama kalıcılık yeni güzelin tanımıyla bir anda ortadan kaybolur ve yeni kusurlar ortaya çıkar.

   Seçici olmak kusurlu olmayı doğurur. Her şeye ilgi duyulmalı ve sunulan her şeyin tadına bakılmalıdır. Yeninin reddi büyük bir kabalık olarak görülür. Eğer, risk almak korkutucu gelirse, reddedilmeyle baş başa kalınacağı bilinir. Eskiye sadık olmak da aynı kapıyı açar. Eski olan çirkindir ve çirkin olmak çöplüğü boylamakla eş anlama sahiptir. Tüm bu bağımlılıklardan kaçış ise korkuya sürükler. Artık en büyük korku terkedilmek, dışarıda bırakılmak, reddedilmek, geri çevrilmek, sahipsiz kalmak, defterden silinmek ve kimlik kaybetmek olarak görülür. İhtiyaç dışı olmaktan yani çöplük olmaktan korkulur. Sonra tüketimin kucağına atar insanlar kendilerini, dışlanmaktan ve atık olmaktan kurtulmak için.

   Sığınılan limanlar tanınmayacak hale gelmektedir. Her an kimlik kaybına uğrayıp, o istenmeyen, atık insanların yerine geçebilme düşüncesi sarar. O insanlar, bir yere tıkıldığında gözönünden gittiğinde onlar gibi olacağız düşüncesi de uzaklaşır gibi görünür gene. Ama o gerçek her zaman yerindedir. Gün gelir atık yer değiştirir ve bunun olmaması için hiçbir sebep yoktur. Kimse bulunduğu yerde ne kadar kalacağını bilemez. Artık tüm beklentiler ve ilişkiler tıpkı o kopuk hatlar gibi yok olur gider ve bunun önüne geçebilecek hiçbir güç yoktur.

Not: Kitabın özeti tarafımdan yapılmıştır. 

 
Toplam blog
: 57
: 280
Kayıt tarihi
: 18.07.15
 
 

1992 yılı İstanbul doğumlu. İlkokulu İstanbul'da okudu, ortaokulu ve liseyi Edirne'de bitirdi. Kara..