Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Nisan '09

 
Kategori
Siyaset
 

İsmet Paşa neden bize kıydın?

İsmet Paşa neden bize kıydın?
 

1950’leri yaşamış birçok kişiden dinlediğim bir yorum vardır. Daha sonraları o neslin takipçilerinden de bolca dinlemişimdir;

“İsmet paşa erken davrandı çok partili rejime geçmek için. Ekonomiyi biraz daha düze sokup, eğitimi daha yaygınlaştırmadan, milli bilinci geliştirip, ülkeyi dini kendi ticari ve siyasi menfaatlerine kullanan kişilerden temizlemeden gitmeyecekti seçimlere. Okuma yazma bilmeyen insanların, hala din bezirgânlarının peşinden giden cahillerin, açlık sınırında yaşayan yoksulların olduğu bir ülkede demokrasi mi olurmuş”

Bu ifadeler, ülkemizin aydınlanmış ve ilerici sıfatını doğuştan kazanmış bireylerimizin, demokrasi kavramına dair iki farklı bakış açılarından birisine denk düşer. Daha doğrusu ilk adım budur, yani demokrasiyi idealleştirmek.

Bu düşünce yapısı için, demokrasi o kadar ideal bir rejimdir ki, ancak, belirli bir ekonomik düzeye gelmiş, belirli kültürü edinmiş, dinin gericiliğinden sıyrılmış insanların yürütebileceği bir sistemdir. Bu durumda, bir demokrasinin işleyebilmesi için, toplumun o sisteme uygun bir seviyeye çıkarılması gerekir. Yani bir ön hazırlık yapmak kaçınılmazdır. Bu durumda toplumun sosyal yapısı, inanç şekli, kültürel düzeyi üzerindeki müdahaleler, bu süreci hızlandırır.

Bu bakış açısının iki noktada hata yaptığını söylemek mümkün. İlki toplumu organik ve çeşitlilik barındıran bir yapı olarak değil, üzerinde kolaylıkla şekil verilebilecek ve ideal bir düzen oluşturabilecek mekanik bir yapı olarak algılamalarıdır. İkinci sorunlu nokta ise, demokrasinin ulaşılması gereken bir ideal hedef değil aksine idealize edilen düzene ulaşmak için tercih edilen yöntemlerden birisi olmasıdır.

İlk hatayı biraz değerlendirecek olursak, toplumu mekanik bir yapı olarak algılamanın, ideal bir birey ve toplum yaratma isteğine kadar uzandığını görebiliriz. Bu durum aslında modernizmin beraberinde getirdiği bir anlayıştı. Modernizmle beraber oluşan ideolojiler, yirminci yüzyılın ilk yarısında bu idealin peşinde koşarak, dünyayı yaşanmaz bir yer haline getirmeyi başardılar. Bir yandan komünizm, diğer yandan faşizm, yeni birey ve yeni toplum ülküsü ile yola çıktılar. Elbette tasarladıkları birey ve toplum şekilleri farklıydı ama temelde, toplumun mevcut durumundaki kusurları gidererek ona bir şekil verme eğilimleri ortaktı. Bu eğilimin diğer ortak noktası ise, farklılıkları yok etmek, dinin toplum üzerindeki etkisini olan en alt sınıra indirmek, aklı ve bilimi kutsallaştırmaktı. (20 yy’ın ikinci yarasında bu sistemlere öykünen din temelli otoriter sistemlerde gelişti ve bazı nüanslar dışında benzer yapılar oluşturdular. İran buna güzel bir örnektir)

Ancak dünya 20. Yy’ın ilk yarısındaki otoriter sistemlerin tamamını elimine etti. Çünkü toplumlar girilmesini istedikleri kalıplara sığmadılar.

Bu düşünce tarzının temel hatası, insanı ve bireyi değil, zihinlerde giderek soyutlaşan toplumu temel alması oldu. İdeal bir toplum düzeni belirleyip ona uygun birey yaratmaya çalışmak, 20, yy’ın ilk yarısını felakete sürükleyen gerekçelerden birisiydi. Bu hata, o dönemlerde belirli ölçülerde bizim Cumhuriyetimize de yansıdı.

Yazının girişinde ortaya çıkan ifade, işte o dönemde ortaya çıkan bakış açısından bu güne miras kalan düşünce biçimiydi.

Oysaki toplumlar hiçbir zaman mekanik bir yapı sergilemediler. Hele ki toplam nüfusu yüzyılın başından sonuna kadar yedi kat artan ve çoğunlukla yerleşik olduğu köy tipi yaşamdan metropol kent yaşamına kayan insanoğlu için böyle bir tanım yapmak asla mümkün değil.

İnsanlığın gelişen nüfusu ile birlikte, akıl sayısı da arttı. Toplumların birbirleri ile daha fazla temas kurması neticesinde daha farklı sentezler gelişti. Her bir düşünsel ve kültürel altyapı, 20. yy’ın ikinci yarısında oluşan düşünce özgürlüğü ortamında derinleşti ve beraberinde çatallaştı, alt birimler oluşturdu. İnsanlık birey birey çok farklı nitelikleri ayrışan ve tümü için bir benzerlik ilişkisi kurulamayacak düşünsel çeşitliliğe ulaştılar. İşte bu süreç, demokrasiyi daha fazla ön plana çıkardı ve modernizmin kalıplarına, tek tipleştirme eğilimine ve tekdüzeliğine antitez olarak çeşitliliğe olanak tanıyan postmodernizmi yarattı.

Demokrasi bu noktada ideal bir düzen olarak ortaya çıkmadı. Aksine ideal düzen diye bir şey olmadığının kanıtı olarak ortaya çıktı. İnsanların farklılıklarını ve her bir farklı bireyin kendisine dair doğruları olduğunu kabul eden bir sistem ortaya çıkardı. Bu nedenle demokrasinin ilk ilkesi, mevcut farklılardan birisinin, kendi doğrularını diğerlerine dayatmaması oldu.

Oysa 20. Yüzyılın ilk döneminden otoriter esintiler taşıyan düşünceler, demokrasiden kendi doğrularını mutlak kılmalarını isterler. Bugün ülkemizde “sol” olduğunu iddia eden çevrelerin demokrasiden beklentileri de budur. Ancak gelişen uzun süreçte demokrasiden beklentilerini karşılayamadıkları için, öncelikle demokrasiyi idealleştirme yoluna gidiyorlar. Ardından ise kendi idealleri vücud bulmadığı için, demokrasiyi basit bir kandırmaca olarak sunmayı tercih ediyor ve 20. Yüzyılın başındaki sistemleri talep etmeye başlıyorlar. Ona da kısaca otoriter sistemler diyoruz.

Bu düşüncenin insanları, bu nedenle bir demokrasi kahramanı yaratılabilecek İsmet İnönü'den, rejimi eliyle düşmanlarına teslim eden bir hatanın sahibi bir lider çıkarabiliyorlar.

Bir sonraki yazı; İçinde dini bir düzen kurmak isteyenlerin, ırkçı bir toplum oluşturmak isteyenlerin, işçi sınıfı iktidarını hedefleyenlerin olmadığı bir toplum sağlıklı bir toplum mudur? Bunların olmadığı sistemlere demokrasi denir mi? Demokrasi yalnızca batı toplumlarına has bir sistem midir?

 
Toplam blog
: 453
: 1826
Kayıt tarihi
: 14.11.06
 
 

36 güneş yılı. 27 yıl G.antep, 9 yıl İstanbul. İstanbul, 90’lı yıllarda yaşandı, bitti.  Hep şe..