Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Eylül '14

     
    Kategori
    Yurtdışı Tatil
     

    İtalya günlüğüm

    İtalya günlüğüm
     

    her noktası tarih olan ülke...


    Öncelikle 7 günlük gezimizi çeşitli sebeplerle önce 6 güne sonra da 5 güne düşürmek zorunda kaldık. 5 güne 3 şehir her ne kadar zor gibi gözükse de, Roma’da da, Floransa ve Venedik’te de görülecek yerler arasındaki mesafelerin birbirine yakınlığı işimizi kolaylaştırdı. Roma’da ilk durağımız Fiumicino Havaalanı… Havaalanından Roma şehir merkezine gitmenin en kısa ve rahat yolu Terravision Bus denilen otobüsler. Havaalanının içinde biraz ileride sağ tarafta bilet satış noktası var. Terravision Bus’ın bir sonraki seferinin kalkmasına 40 dk. olduğunu söyledikleri için 15 dk. sonra kalkacak olan diğer firmayı tercih ettik.(5 Euro) Otobüsler gayet güzel ve wi-fi’si bile vardı. Yaklaşık 45. dk.’lık Roma’nın karakteristiği olan yüksek ağaçların olduğu keyifli bir panaromik yol manzarasından sonra Roma’nın tüm otobüs ve tren hatlarının merkezi olan Termini istasyonuna ulaştık. Otelimizi Booking.com’dan ayarlamıştık ve Termini’ye çok yakın olduğunu biliyorduk. Tam yerini bulabilmek için Termini’nin hemen karşısındaki İstanbul Kebap adındaki restauranttaki bir Türk’e sormak gafletinde bulunduk. Yaklaşık 2 bina gerisindeki otel için bizi 600-700 metre boşuna yürüttükten sonra Hintli olduğunu tahmin ettiğimiz bir satıcının tarifiyle otelimizi bulduk. İtalya’da çok lüks bir otelde kalmıyorsanız oteller genelde apartman dairelerinden bozma 3-4 odalı sevimli eski İtalyan evleri şeklinde dizayn edilmiş. Bizim otelimiz, girişi 2 metrelik büyük ve kilitli bir kapı, ardından parmaklıklı bir kapı, daire girişine benzeyen resepsiyon girişi ve nihayet odamızın girişi şeklinde 4’lü bir kale kapısını andıran; başta garipseyeceğiniz ancak sonradan sevimli gelen yüksek tavanlı bir oda. Otele eşyalarımızı bıraktıktan sonra Roma’nın gecesini görmek için kendimizi dışarı atıyoruz. Temrini bölgesi Roma’da kalmak için birçok yere yürüme mesafesinde olması sebebiyle oldukça ideal bir bölge. Roma’nın meşhur caddelerinden birisi olan Via Nazionale’den yürüyerek 15 dk’da İtalya Cumhurbaşkanı’nın resmi konutu olan Quirinal Sarayı’nın bulunduğu geniş bir meydana ulaştık. Bir iki fotoğrafın ardından ara sokaklardan bizde “Aşk Çeşmesi” diye bilinen Fontana di Trevi’ye ulaştık. 26 metre yüksekliğinde ve 20 metre genişliğindeki barok tarzındaki bu dev çeşme Salvi tarafından 1762 yılında tamamlanmış. İsmini üç sokağın birleşim noktasında olmasından alan Trevi Çeşmesi, Roma’da çekilen “Three Coins in a Fountain”, “Roman Holiday”, “La Dolce Vita” gibi filmlere konu olmuş. İnanışa göre sağ elle sol omuz üstünden Trevi Çeşmesi’ne para atıldığında Roma’ya tekrar geliniyormuş. 20 yıl önce Roma’ya geldiğimde bu çeşmeye para atmıştım, tekrar gelebildiğime göre demek ki inanış benim açımdan gerçekleşmiş! Bu arada bu bölgede ve Roma’nın birçok turistik yerinde karşımıza çıkan Hintli ve Arap seyyar satıcıların şehrin dokusunu biraz zedelediğini söyleyebilirim. Trevi’den sağ tarafa doğru yürüdüğümüzde sprey boyalarla 5-10 dk. içinde müthiş resimler yapan (Bizim izlediğimiz Kollezyum’un resmini değişik temalarla birleştirdi) sokak sanatçılarını izlemek gerçekten keyifliydi. Buradaki ara sokaklar, dükkanlar ve dışarıya sandalyelerini atmış cafelerle dolu. Ardından sol tarafınızda Roma sütunlarından oluşan bir yapı ve devamında mükemmel şekilde korunmuş Antik Roma’dan kalma bir tapınak olan Pantheon’a ulaşıyorsunuz.

    Burayı İmparator Hadrian yaptırmış. "Pantheon" kelimesi "tüm tanrılara adanmış tapınak" anlamındaymış. Kubbesi 43 metrelik çapıyla hala dünyanın en büyük beton kubbesi imiş. Kubbesinde 9 m çapında dairesel bir açıklık var, bu açıklıktan gün ışığının bir spot ışığı gibi içerideki köşeleri aydınlatmasını izlemek etkileyici. Rönesans'tan sonra buraya lahitler de yerleştirilmeye başlanmış. Ünlü ressam Raffaello’in, Roma'nın ilk kralı Vittorio Emanuele'nin, Kral Umberto'nun lahitlerini burada görebilirsiniz. Biz de Pantheon içinde kendimize oturacak bir yer bulduk; kısa bir süre yapının ihtişamını izledik. Sürekli beş dilde sessiz olunması anonsu yapılıyor ama bu anonslar oradaki turistlerden daha fazla gürültü yapıyor bence! Buradan yine okları takip ederek yürüme mesafesindeki Navona Meydanı’na ulaşıyorsunuz. Ortaçağda burada at üzerinde mızrak dövüşleri yapılırmış. Şimdi neredeyse tüm meydanı kaplayan açık hava cafelerini, sokak sanatçılarını ve karikatüristleri görebilirsiniz. Meydanın tam ortasında Bernini’nin Dört Nehir Çeşmesi yer alıyor. Meydanda biraz gezdikten ve oturduktan sonra ayaklarımızın da iflas etmesini fırsat bilerek Pantheon manzaralı ve fonda canlı müzik olan bir yer seçerek akşam yemeğimizi yiyoruz. Bruschetta (Hafif kızartılmış ekmeğin üzerine sarımsak, domates ve yeşillik ile servis ediliyor), Pizza Margarita ve Penne Arabiata yedik eşimle beraber. Bruschetta ve Penne Arabiata oldukça başarılı, pizza ise fena sayılmazdı. Bu arada Roma'da dondurma olayı oldukça başarılı. Blue İce ve Giolitti yazan yerlerden alabilirsiniz.  Bizim favorimiz fındıklı, cevizli ve tramisulu... Yemeğin ve dondurmanın verdiği dopingle ara sokaklardan yaklaşık 10 dk.’lık bir yürüyüşle Piazza Venezzia’ya ulaştık. Roma’nın en popüler meydanlarından olan ve ihtişamlı bir gece ışıklandırması olan  Piazza Venezzia İtlayanlar tarafından “Roma’nın Takma Dişleri” olarak isimlendirilmiş ve şehrin dokusunu bozduğu için pek sevilmiyormuş. Ardından anıtın sol tarafından sağ tarafımıza Roma Forumunu alarak 15-20 dk.’lık bir yürüyüşle Kolezyum’a ulaşıyoruz. Gece ışılandırmasını daha ihtişamlı hayal etmiştik ama restorasyon sebebiyle beklediğimiz kadar görkemli gözükmüyordu. Saat 10’u bulmuştuk yani 5 saatte bayağı bir yer halletmiştik. Hemen karşıdan metroda Colesseo durağından kolayca Termini’ye ulaştık ve böylelikle ilk günümüzü noktalandırmış olduk.

    İkinci gün Vatikandayız. Vatikan dünyanın en küçük ülkesi. Yaklaşık 1500 kişi nüfusu ve 100 kişilik İsviçre vatandaşı ve Katolik olması şart olan geleneksel giysili muhafızlardan oluşan küçük bir ordusu var. Öncelikle Termini’den kırmızı hat metroyla Ottaviano durağında iniyoruz ve internetten aldığımız biletle Vatikan Müzesine doğru yol alıyoruz. Bileti internetten alırsanız iki ayrı sıranın sağından herhangi bir kuyruk beklemeden kolayca müzeye giriş yapıyorsunuz. Bileti girişten alma niyetindeyseniz müzeye girişi planlarınız arasından çıkartın derim. Çünkü sıra gerçekten cesaret kırıcı. Müze 7 km. uzunluğundaki odalar ve galerilerden oluşuyor. Mısır mumyalarından, Etrüsk altın mücevherlerine, Yunan ve Roma heykellerinden, Ortaçağ ve Rönesans başyapıtlarına kadar insanı sersemletecek bir bolluk ve çeşitlilik var. Tek bir biletle (20 Euro - internetten alırsanız) sekiz müze ve beş galeriyi gezebilirsiniz. Müzedeki son durak La Cappella Sistina, yani Sistine Şapeli. Sistine Şapeli müzenin iç kısmında ve neredeyse her yerde buraya gidişi gösteren oklar mevcut. Sistine Şapeli'ni özel kılan birkaç şey var. Bunlardan birincisi buranın Hristyan dünyasının dini lideri Papa'nın seçimlerine ev sahipliği yapması. Bir diğer özelliği ise herhangi bir yardımcısının desteği olmadan bütünüyle Michelangelo’nun eseri olan tavanın efsanevi mimarisi. Adem'in Yaratılışı ve Kıyamet Günü freskleri de oldukça görkemli. Ayrıca Sistine Şapeli'nde fotoğraf çekmek yasak. Ama müzenin diğer bölümlerinin de bence Sistine Şapeli'nden aşağı kalır yanı yok. Yaklaşık 2,5 saatlik müze gezimizin ardından soluğu meşhur San Pietro Meydanında alıyoruz.  Elips şeklindeki ve 284 sütun ile çevrili meydan Bernini tarafından tasarlanmış. Orta kısımda ise 25,5 metre yüksekliğinde bir Mısır obeliski (dikilitaş) var. Günümüzde bu meydan Papanın halka seslendiği ve bazı önemli olayların organize edildiği bir yer haline gelmiş. Meydana geldiğinizde, karşınızda dev bir kubbe size bakıyor ve çevrenizde azizlerin heykelleri sizi çepe çevre sarıyor olacak. Etrafta bol bol fotoğraf çekenleri görüp siz de çekeceksiniz zaten. Kubbeye doğru ilerleyin. Giriş sırası biraz çok olabilir ama neyse ki birçok giriş hattı var ve yaklaşık 15-20 dakikada sıra geliyor. Bazilikanın içine kısa şort-mini etekle girmek yasak ve giriş ücretsiz. Girişte hemen sağ tarafta çarmıhtan indirilen İsa’ya sarılmış bakire’nin heykelinin yer aldığı Michelangelo’nun Pieta’sını görebilirsiniz. Eser, 1972’de bir fanatiğin saldırısına uğradığı için şu anda kurşungeçirmez bir cam içerisinde sergileniyor. Dünyanın en büyük Katolik kilisesinin boyutları gerçekten muazzam ölçülerde.( Dış uzunluk: 212 m, iç uzunluk: 187 m, kubbenin yüksekliği 132 m.) Kalabalığın olduğu mezar birkaç sene önce ölen Papa 2. Jean Paul’e ait. Burayı da gezdikten sonra esas heyecan verici yere gidebilirsiniz; dizaynı Michelangelo tarafından yapılmış Cupola (Kubbe). Buraya çıkmak için 2 yol var. 1. Asansor + 350 Basamak (8€) 2. Tüm yolu yürüyerek çıkmak (5€). Asansörün çıkabileceği maksimum noktadan sonra herkesin yürümesi gereken bölüm başlıyor. Oradaki avluda bir miktar soluklanabilirsiniz çünkü oradan sonraki 350 basamak biraz yorucu. Basık ortamlara karşı fobisi olanlar, kalp riski, hamilelik durumu olanlara bu kısmı tavsiye etmiyorum. Ama geri kalanlara ise kesinlikle tavsiye ediyorum. Bir insanın geçebileceği darlıkta, mistik merdivenlerden geçecek ve kubbenin eğimli kısmına denk geldiğiniz sıralarda duvarın yan şekilde olması ile oldukça değişik bir deneyim yaşayacaksınız. Hele bir de çıkış bitince, o manzarayı görmek için buna değer diyeceksiniz. Tek olumsuz yanı üst kısım oldukça dar ve kalabalıktan doya doya manzaranın tadını çıkaramıyorsunuz. Kiliseden çıkıp meydana son kez bir göz attıktan ve birkaç fotoğraf çektikten sonra karnımızın zil çaldığını fark edip meydana yakın bir yerde spagetti, lazanya ve tiramisu yiyoruz. Ardından 10 dk.’lık bir yürüyüşle Castel Sant'Angelo'ya ulaşıyoruz. Kaleye giriş müze hakkınızı başka bir yerde kullanmamışsanız Roma Pass ile ücretsiz. Kalenin önünde ilginç tiplemeler vardı. Başsız ama havada duran bir güneş gözlüğü ve şapkası olan, iskelet ve altın kaplama kıyafetler giymiş adamların önünden geçtik. Burayı Dan Brown'ın Melekler ve Şeytanlar kitabında anlatılan Illuminati örgütünün merkez binası olarak biliyor olabilirsiniz. Kale, İmparator Hadrian'ın bizzat kendisi ve ailesi için yaptırdığı bir yapı olarak kullanılmış. Ancak daha sonra uzun yıllar şehri koruma amaçlı ve bir süre de hapishane olarak kullanılmış. Cem Sultan’ın da hapishanede mahkum edilenler arasında olduğu belirtiliyor. Kalenin tepesine bir melek indiği rivayetlerinden sonra, adı Castel Sant'Angelo olarak değiştirildiği söyleniyor. İçinde Raffaello’in yaptığı bir melek heykeli mevcut. Aynı zamanda bu kalenin tam önündeki Roma'nın tek araç trafiğine kapalı köprüsü Ponte Sant'Angelo'daki heykeller de öncelerinde Raffaellotarafından yapılmış heykellerle dolu imiş. Daha sonra heykeller Bernini'ye zamanın Papa'sı tarafından yeniden yaptırılmış. Kalenin içindeki kafede bir kahve molası verilebilir. Özellikle dışarıda surlar arasından PonteSant'Angelo'yu izleyerek kahvenizi yudumlamanız keyifli ve dinlendirici olacaktır. Ardından Tiber (Tevere) Nehri’nin kıyısından 20 dk.lık bir yürüyüşle Piazza del Popolo’ya ulaşabilirsiniz. Kimi zaman konserlere, siyasi olaylara ve yeni yıl kutlamalarına ev sahipliği yapan meydan “bizde neden böyle meydanlar yok” duygusunu körükler cinsten. Ginger ve bisikletlerin kiralandığı, insanların keyifle oturduğu halk meydanı anlamına gelen bu meydan bütün gün otursanız sıkılmayacağınız bir kompozisyona sahip. Meydanı yukarıdan gören merdivenlere doğru ilerleyerek önce Pincio Bahçesine ardından Villa Borghese’ye ulaştık. Tepede yine harika bir manzara ile başlayan bu devasa parkı gezmenin en kolay yolu parkın içindeki Bici Pincio’dan kiralayabileceğiniz 1, 2 veya 4 kişilik bisikletler… Burası kocaman, yemyeşil bir alan ve içinde küçük bir gölet bile var. Bisiklet keyfimizden sonra göl kenarında, çimenlerin üzerinde kuş cıvıltıları ve eflatun ağaçlar eşliğinde keyifli vakit geçirdik. Parktan çıktıktan sonra 15 dk.’lık bir yürüyüşle meşhur İspanyol Merdivenlerinin (Spagna) tepesine ulaştık. 138 basamaktan oluşan ve 1723 yılında yapılan bu merdivenler, Avrupa’da yapılmış en uzun merdivenler imiş. Ortamın hareketi ve canlılığının tadını çıkarmak ve birkaç fotoğraf çekmek için basamaklarda kendinize bir yer bulun. Adını İspanya Konsolosluğu’ndan alan bu merdivenler, İtalyanlar için bir buluşma noktası ve her daim kalabalık… Merdivenlerin önündeki “Barcaccia” olarak bilinen ve Bernini ve Lorenzo tarafından inşa edilen çeşme ne yazık ki restorasyon nedeniyle kapatılmış. Çeşmenin yapılış amacı 1598’deki sel felaketini ve o dönemde Fransa ile yapılan anlaşmayı anmak. Merdivenleri inerken tam karşıda gördüğünüz sokak, Roma’da görebileceğiniz bütün ünlü markaları içinde barındırıyor. Gucci ile başlayan Prada ile devam eden sokakta vitrindeki fiyatlar gerçekten oldukça fantastikti. Merdivenlerin üzerindeki Spagna durağından metroya binip otelimize giderek ikinci günümüzü de sonlandırmış bulunuyoruz.

    3. güne ilk gün ışıklandırmalı olarak gördüğümüz meşhur Kollezyum ile başlıyoruz. (Metroda Termini’den binip Colesseo durağında inerek) Kolezyum’da Roma Pass sahiplerinin bilet sırasını beklemelerine gerek yok. Biletle insanların geçiş yaptığı noktanın hemen yanında, 2 adet Roma Pass geçiş noktası göreceksiniz.(Bizdeki OGS gibi:) Buradan Roma Pass’inizi turnikeye okutarak rahat bir şekilde geçiş yapabilirsiniz. Roma Pass sahipleri için Palatino ile Kolezyum biletleri bir sayılıyor. Yani Kolezyum+Palatino+1 Müze hakkınız var (Biz Castel Sant'Angelo’da hakkımızı kullandık )gibi düşünebilirsiniz. Köle ve mahkumların inşa ettiği söylenen Kolezyum, depremlere ve papaların saraylarında kullanmak için çaldıkları taşlara rağmen halen oldukça görkemli. Arenanın altındaki aslanlar ve gladyatörlerin hazırlandığı bölmeler, yüksek tribün kısımları, elipsoid yapısı ve 50 bin kişilik kapasitesi ile M.S 80 yılında böyle bir yapının tamamlanması insanı gerçekten etkiliyor. Bu arena; filmlerde seyrettiğimiz ölümüne dövüşe giren gladyatörlerin hazırlandığı ve yarıştığı, bir çok bölmesi olan Roma'nın en önemli anıtı niteliğinde bir amfi tiyatro. Seyirciler sosyal statülerine göre taş koltuklara oturtulurmuş. Gladyatörler genelde suçlu, savaş esiri ve kölelermiş. Arenanın zemin kısmına geçmek istedik ama geçişi kapatmışlardı. Kolezyum’un yakınında bulunan Constantinus Kemeri ( Arch of Constantine ) ; Costantinus ‘ un rakibi Maxentius’a karşı kazandığı zaferi kutlamak için yapılmış. Kemer , eski kralların anıtlarından sökülen parçalarla süslenmiş. Maalesef burada da restorasyon şanssızlığına takıldık. Buradan kalabalığı takip edip 3-4 dk. yürüdüğünüzde Palatino ve Roma Forumu’nun girişine geliyorsunuz. Roma pass ile rahatlıkla geçişimizi yaptıktan sonra sol taraftan Eski Roma’lı kralların yaşadığı Palatino’ya giriyoruz. Forum'un solunda kalan bu tepe Roma'nın antik dönemine ait önemli kalıntıları barındırıyor. Roma'nın kuruluş efsanesindeki iki kardeş Romulus ve Romus'un bu tepede bulunan bir mağarada büyütüldüklerine inanılırmış. Bir zamanların bu lüks semtinde soyluların yanı sıra imparatorlar da yaşamışlar ve tepeye birbiri ardına saraylar inşa ettirmişler. Bu bölgenin içinde modern mimarisi dokuya biraz ters düşmüş olsa da tarihi eserlerin üzerine inşa edilmesiyle görülmeye değer bulduğumuz ilginç bir müze var. Palatino ve Capitolino tepeleri arasına kurulmuş Roma Forumu ise eski Roma'nın merkeziymiş. Burası imparator'ların yaşadığı konakların bulunduğu ve zafer sonrası geçit törenlerinin yapıldığı bir merkezmiş. Burası şehrin ticari, idari ve dini merkezi olmuş. Bu nedenle alanda birçok resmi bina görevi görmüş eski yapıya rastlanıyor. Kentin yabancı istilasından sonra bu alan terk edilmiş. Daha sonra tabiat olayları, talanlar ve seller ile bölge, otlak hale gelmiş.19.yy da kazılarla eserler yeniden gün yüzüne çıkarılmış. Forumun yüksek merdivenlerden oluşan çıkışında artık yorgunluğunuz zirve yapıyor. Piazza Venezzia’yı bir de gündüz gözüyle görerek 15-20 dk.’lık bir yürüyüşle Campo De Fiori’ye ulaştık. Campo de Fiori, pazarıyla meşhur bir meydan. Meydanın ortasında burada diri diri yakılarak infaz edilen Rönesans döneminin ünlü filozof ve rahiplerinden Giordano Bruno’nun heykeli var.  Etrafta artık her meydanda alıştığımız cafeler ve restoranlar var. Öğle yemeğimizi burada yiyerek yaklaşık 20-25 dk.lık bir yürüyüşle ve Ponte Sisto Köprüsü’nden geçerek nehrin diğer tarafındaki Trastevere’ye ulaşıyoruz. Ferzan Özpetek’in de evi bulunan Trastevere sevimli dar sokaklarına hayran olunası, bohem bir yer. Daha çok işçilerin yaşadığı bir bölge olan Trastevere, 3-5 masalık cafeleri ve güzel meydanıyla gidilip görülesi bir yer. Floransaya gidecek trenimizin saati yaklaştığı için buradan bir otobüse atlayıp yaklaşık 20 dk.’daTermini’ye ulaşıyoruz. Trene bindiğimizde ufak bir yer krizi yaşıyoruz. İtalyan bir kızla yer numaralarımız aynı. Bu durum bizde küçük bir tedirginlik yaratsa da, tren hareket ettikten sonra gerçek ortaya çıkıyor. Kız yanlışlıkla 1 ay öncesinin biletini almış. Bu yanlışlığın kıza faturası bizim 18 Euro’ya aldığımız biletler için 93 Euro’luk bir ödeme! Bu arada hızlı trenin bizdeki hızlandırılmış trenle hiçbir alakası olmadığını söylemeliyim. Bir buçuk saatlik konforlu bir yolculuktan sonra Toskana bölgesinin başkenti olan Floransa ya da İtalyanların deyişiyle Firenze’deyiz. SMN (Santa Maria Novella) İstasyonu yine otelimize 3-4 dk. yürüme mesafesinde. Buradaki otelimiz Roma’dakinden bir kademe daha iyiydi. Akşam yemeği için Duomo Meydanında Floransa’nın sembol yapılarından birisi olan Floransa Katedrali manzaralı bir yer seçtik. Adını hatırlayamayacağım ama burada yediğimiz makarnalar tartışmasız İtalya’da yediklerimiz içinde en iyisiydi.

    4. güne otelimizde dört gündür özlemini çektiğimiz çay eşliğinde Avrupa standartlarına göre hiç fena olmayan bir kahvaltıyla başladık. Ardından Floransa Katedrali'ni, çan kulesini ve Aziz Giovanni Vaftizhanesi'ni de içeren Piazza del Duomo’dayız yine.  Çan Kulesine çıkış 10 Euro, asansörü yok ve 414 basamakla çıkılıyormuş. Güne gayet zinde başladığımız için bir çırpıda tepeye ulaştık. Hem Floransa manzarası için, hem de Floransa Katedrali’nin Brunelleschi tarafından yapılan kubbesini yakından görmek için çan kulesine çıkışı öneririm. Katedral, 1436 yılında, yaklaşık 150 yılda tamamlanan, dev kubbesi ile bugün bile Floransa’nın en yüksek yapısı olma özelliğini koruyormuş. Roma’daki Pantheon’dan esinlenilen ve ona olan saygıydan bir metre daha küçük yapılan kubbe aslında o kadar büyük ki modern ekipmanların bulunduğu yakın zamana kadar benzeri inşa edilememiş. Katedralin dış kısmı, pembe, beyaz ve yeşil mermerden yapılmış. İç kısmı ise oldukça sade. Katedralde dikkati çeken başka bir eser girişteki saat. Ayrıca çan kulesine giriş biletiyle alt kattaki kilisenin yıllar öncesindeki ilk halini gezebiliyorsunuz.  Kiliseden çıkınca yan taraftaki Vaftizhane’nin ise giriş kapıları çok meşhur. Cennetin Kapısı olarak bilinen ve birisi Hz. Yusuf’un, diğeri ise Hz. İsa’nın hayatını tasvir eden kapıların orjinali Museo dell’Opera del Duomo’da saklanıyor ve bunları yapan Floransa’nın vebadan kurtuluşunu sembolize etmesi adına düzenlenen yarışmada Donatello ve Brunelleschi’yi geçen 21 yaşında Ghiberti’imiş. Yine Museo dell’Opera del Duomo’yu gezmek için çan kulesine giriş biletini kullanabilirsiniz. Daha sonra 2-3 dk.yürüme  mesafedeki Piazza della Republica’ya ulaştık. İsterseniz burada biraz soluklanmak için 1733 yılından beri hizmet veren ve  tiramisusu meşhur Gilli‘de veya kırmızı gömlek anlamına gelen Giubbe Rosse’de kahve keyfi yapabilirsiniz. Ardından Piazza della Signoria’ya 5 dk.da yürüyerek ulaşabilirsiniz. Burası Michelangelo’nun Davut Heykeli’nin bir kopyası ile birçok eserin gerçeği ya da kopyalarını görebileceğiniz bir meydan. Signoria Meydanında Vecchio Sarayı olarak da bilinen Floransa Belediye Binası ile buraya yaklaşık birkaç dakika mesafede olan ve İtalya’nın en iyi sanat müzesi olarak bilinen Uffizi Müzesi görülebilir. Layığıyla gezmenin tam bir günü alabileceğini bildiğimiz Uffizi Müzesi’ni pas geçip, Gotik tarzın etkili bir örneği olan ve aynı zamanda Michelangelo, Machiavelli ve Galileo gibi Floransalı ünlülerin de mezarının yer aldığı Santa Croce Kilisesi'ne doğru yol alıyoruz.. Kilisenin hemen yan tarafında Dante için de bir anıt mevcut. Buradan sonra, şehri ikiye bölen Arno Nehri’nin üstündeki birçok köprüden biri olan Ponte Vecchio’ya (Eski Köprü) ulaşıyoruz.Köprünün en büyük özelliği üstündeki evler ve İkinci Dünya Savaşı’nda Floransa’da bombalanmayan tek köprü olması. Köprü boyunca, mücevherciler, sanat eserleri satan dükkanlar ve hediyelik eşyacıları görebilirsiniz. Ayrıca köprünün bir diğer özelliği Mediciler’in Arno Nehri üzerinden toplum içinde görünmeden bir saraydan (Palazzo Vecchio) diğer saraylarına (Palazzo Pitti) gitmeleri için gizli bir koridor olması imiş. Öğle yemeğini burada bir İtalyan klasiği olan makarna ile geçirdikten Floransa’nın en büyük mimari yapısı olan Pitti Sarayı’na ulaşıyoruz. Palazzo Pitti’nin ilk sahipleri Medici Ailesi’nin rakibi Floransalı banker Pitti Ailesi. Mediciler’den daha zengin olduklarını göstermek için yaptırdıkları bu sarayın maliyeti servetlerinin sonu olmuş ve Mediciler sarayı daha inşa edilirken onlardan satın almışlar. 10 Euro’ya Medicini ailesine ait değerli eşyaların olduğu Silver Museum, Porselen Müzesi, Kostüm Galerisi ve Palazzo Pitti’nin arkasında yer alan Boboli Bahçeleri içeren bir bilet alarak yaklaşık 2-3 saatimizi burada geçiriyoruz. Pericoli tarafından tasarlanan Boboli Bahçeleri, Rönesans döneminde Avrupa bahçeleri arasında bir model haline gelmiş.Parkın içindeki birçok heykel, havuz ve çeşme ise fotoğraf çekmek için güzel bir sahne oluşturuyor. Artık Floransa’dan ayrılmadan önce mutlaka gitmeyi düşündüğümüz son bir yer daha kaldı. Burası tüm Floransa’yı ayaklarınızın altına seren 1869 yılında inşa edilen Piazzale Michelangelo.Yerli halk için de turistler için de panoramik şehir manzarası ile popüler bir yer olan meydanda Michelangelo’nun yapıtlarına ithaf edilen bir kısım da vardır ve burada Michelangelo’nun eserlerin kopyaları görülebilir. Ponte Vecchio, Palazzo Vecchio, Floransa Katedrali Duomo ve Basilica di Santa Croce arka planda harika Floransa fotoğrafları çekebilirsiniz. Şansımıza gitar çalarak canlı müzik yapan bir sokak şarkıcısının da denk gelmesiyle Floransa’da en çok burada keyif aldık diyebiliriz.

    5. gün son günümüz. Sabah hızlı trenle 170 adet kanal ve irili ufaklı 400 köprüden oluşan Venedik’e hareket ediyoruz. Burada yaklaşık 6-7 saatlik bir vaktimiz var. O yüzden ekspres bir Venedik turu bizi bekliyor. Venedik Santa Maria Lucia istasyonunda inerek şehir turumuza başlıyoruz. Gerçekten fantastik bir atmosferi var Venedik’in…  Yeri gelmişken belirteyim, gitmeden telefonumuza Triposo diye bir program indirdik. Program sayesinde gittiğiniz şehrin haritasını indirebilir ve gideceğiniz yerleri bu harita üzerinde işaretleyebilir , haritası sayesinde kaybolmadan her yeri gezebilirsiniz. En güzel yanı tamamen off-line olarak çalışabiliyor. Böylece gezerken internete ihtiyacınız olmuyor. Triposo ile Santa Maria Lucia istasyonundan rahatlıkla Rialto Köprüsü’ne keyifli bir yürüyüşle ulaştık. “Venedik’in Arka Salonu” olarak da bilinen Rialto, Grand Canal’daki en eski köprü... Buradan yine daracık sokaklardan dünyadaki en güzel meydanlardan biri olan San Marco Meydanı’na ulaşabilirsiniz. Meydan, bir manastır bahçesi olarak yapılmış fakat daha sonra Venedik dini ve politik merkezi haline gelmiştir. San Marco’da bir yandan tarihi koklarken bir yandan da şık restoran, kafe, otel, banka ve dükkanları görebilirsiniz. Meydan, Napolyon tarafından “Avrupa’nın resim odası” olarak adlandırılmış. Çıkış ücreti 8 Euro olan meydandaki Campanile di San Marco, şehrin sembolü olarak tanımlanan, en üstüne çıktığınızda meydanın çok güzel bir manzarasını ve fotoğraflarını yakalayabileceğiniz çan kulesi... 97 metre yükseklikten şehir manzarası ve San Marco Bazilika kubbesinin görüntüsünü izleyebilirsiniz. Biz çıktığımızda yukarıda müthiş bir esinti vardı o yüzden 10 dakika bile zor durduk kulenin tepesinde… Kule, 1902 yılında nedensiz bir şekilde çökmüş ve ardından orijinal şeklinde tekrar yapılmış. Venedik Cumhuriyeti’nin mimari anlamda güç ve varlığının sembollerinden birisi olan Basilica di San Marco ise, Bizans mimarisinin en ünlü eserlerinden... İtalya’daki diğer birçok kilisede de olduğu gibi içeri girebilmek için uygun giyinmeniz gerekiyor. Bazilikanın içinde sırt çantası taşımanıza izin verilmiyor yan taraftaki emanet bölümüne çantanızı bırakabilirsiniz. Ardından iki dakikalık mesafede Bridge of Sighs olarak bilinen ”Ahlar Köprüsü’ne ulaşıyoruz. Köprüye bu ismin verilmesinin nedeni ise eski zamanlarda duruşma ardından mahkum edilenlerin bu köprüden geçerek hapse girmesi imiş. Efsaneye göre Venedik’e son bir bakış mahkumda iç çekişe neden oluyormuş. Köprüye bu isim Lord Byron tarafından 19. yüzyılda verilmiş.  Son olarak Vaporetti ile kanal turu yapma niyetindeyiz. Ancak şansımıza 24 saatlik grev olduğu için Vaporetti, sadece Rialto Köprüsü’nden Santa Maria Lucia istasyonunun olduğu kısma kadar gidiyormuş. Yarım kanal turumuzu yapıp, Venedik’te kanal manzaralı bir cafe’de son yemeğimizi yiyerek istasyon yakınındaki Piazzale Roma’dan kalkan otobüslerle Marco Polo Havaalanı’nda İtalya gezimizi tamamlıyoruz.

    Öncelikle 7 günlük gezimizi çeşitli sebeplerle önce 6 güne sonra da 5 güne düşürmek zorunda kaldık. 5 güne 3 şehir her ne kadar zor gibi gözükse de, Roma’da da, Floransa ve Venedik’te de görülecek yerler arasındaki mesafelerin birbirine yakınlığı işimizi kolaylaştırdı. Roma’da ilk durağımız Fiumicino Havaalanı… Havaalanından Roma şehir merkezine gitmenin en kısa ve rahat yolu Terravision Bus denilen otobüsler. Havaalanının içinde biraz ileride sağ tarafta bilet satış noktası var. Terravision Bus’ın bir sonraki seferinin kalkmasına 40 dk. olduğunu söyledikleri için 15 dk. sonra kalkacak olan diğer firmayı tercih ettik.(5 Euro) Otobüsler gayet güzel ve wi-fi’si bile vardı. Yaklaşık 45. dk.’lık Roma’nın karakteristiği olan yüksek ağaçların olduğu keyifli bir panaromik yol manzarasından sonra Roma’nın tüm otobüs ve tren hatlarının merkezi olan Termini istasyonuna ulaştık. Otelimizi Booking.com’dan ayarlamıştık ve Termini’ye çok yakın olduğunu biliyorduk. Tam yerini bulabilmek için Termini’nin hemen karşısındaki İstanbul Kebap adındaki restauranttaki bir Türk’e sormak gafletinde bulunduk. Yaklaşık 2 bina gerisindeki otel için bizi 600-700 metre boşuna yürüttükten sonra Hintli olduğunu tahmin ettiğimiz bir satıcının tarifiyle otelimizi bulduk. İtalya’da çok lüks bir otelde kalmıyorsanız oteller genelde apartman dairelerinden bozma 3-4 odalı sevimli eski İtalyan evleri şeklinde dizayn edilmiş. Bizim otelimiz, girişi 2 metrelik büyük ve kilitli bir kapı, ardından parmaklıklı bir kapı, daire girişine benzeyen resepsiyon girişi ve nihayet odamızın girişi şeklinde 4’lü bir kale kapısını andıran; başta garipseyeceğiniz ancak sonradan sevimli gelen yüksek tavanlı bir oda. Otele eşyalarımızı bıraktıktan sonra Roma’nın gecesini görmek için kendimizi dışarı atıyoruz. Temrini bölgesi Roma’da kalmak için birçok yere yürüme mesafesinde olması sebebiyle oldukça ideal bir bölge. Roma’nın meşhur caddelerinden birisi olan Via Nazionale’den yürüyerek 15 dk’da İtalya Cumhurbaşkanı’nın resmi konutu olan Quirinal Sarayı’nın bulunduğu geniş bir meydana ulaştık. Bir iki fotoğrafın ardından ara sokaklardan bizde “Aşk Çeşmesi” diye bilinen Fontana di Trevi’ye ulaştık. 26 metre yüksekliğinde ve 20 metre genişliğindeki barok tarzındaki bu dev çeşme Salvi tarafından 1762 yılında tamamlanmış. İsmini üç sokağın birleşim noktasında olmasından alan Trevi Çeşmesi, Roma’da çekilen “Three Coins in a Fountain”, “Roman Holiday”, “La Dolce Vita” gibi filmlere konu olmuş. İnanışa göre sağ elle sol omuz üstünden Trevi Çeşmesi’ne para atıldığında Roma’ya tekrar geliniyormuş. 20 yıl önce Roma’ya geldiğimde bu çeşmeye para atmıştım, tekrar gelebildiğime göre demek ki inanış benim açımdan gerçekleşmiş! Bu arada bu bölgede ve Roma’nın birçok turistik yerinde karşımıza çıkan Hintli ve Arap seyyar satıcıların şehrin dokusunu biraz zedelediğini söyleyebilirim. Trevi’den sağ tarafa doğru yürüdüğümüzde sprey boyalarla 5-10 dk. içinde müthiş resimler yapan (Bizim izlediğimiz Kollezyum’un resmini değişik temalarla birleştirdi) sokak sanatçılarını izlemek gerçekten keyifliydi. Buradaki ara sokaklar, dükkanlar ve dışarıya sandalyelerini atmış cafelerle dolu. Ardından sol tarafınızda Roma sütunlarından oluşan bir yapı ve devamında mükemmel şekilde korunmuş Antik Roma’dan kalma bir tapınak olan Pantheon’a ulaşıyorsunuz. Burayı İmparator Hadrian yaptırmış. "Pantheon" kelimesi "tüm tanrılara adanmış tapınak" anlamındaymış. Kubbesi 43 metrelik çapıyla hala dünyanın en büyük beton kubbesi imiş. Kubbesinde 9 m çapında dairesel bir açıklık var, bu açıklıktan gün ışığının bir spot ışığı gibi içerideki köşeleri aydınlatmasını izlemek etkileyici. Rönesans'tan sonra buraya lahitler de yerleştirilmeye başlanmış. Ünlü ressam Raffaello’in, Roma'nın ilk kralı Vittorio Emanuele'nin, Kral Umberto'nun lahitlerini burada görebilirsiniz. Biz de Pantheon içinde kendimize oturacak bir yer bulduk; kısa bir süre yapının ihtişamını izledik. Sürekli beş dilde sessiz olunması anonsu yapılıyor ama bu anonslar oradaki turistlerden daha fazla gürültü yapıyor bence! Buradan yine okları takip ederek yürüme mesafesindeki Navona Meydanı’na ulaşıyorsunuz. Ortaçağda burada at üzerinde mızrak dövüşleri yapılırmış. Şimdi neredeyse tüm meydanı kaplayan açık hava cafelerini, sokak sanatçılarını ve karikatüristleri görebilirsiniz. Meydanın tam ortasında Bernini’nin Dört Nehir Çeşmesi yer alıyor. Meydanda biraz gezdikten ve oturduktan sonra ayaklarımızın da iflas etmesini fırsat bilerek Pantheon manzaralı ve fonda canlı müzik olan bir yer seçerek akşam yemeğimizi yiyoruz. Bruschetta (Hafif kızartılmış ekmeğin üzerine sarımsak, domates ve yeşillik ile servis ediliyor), Pizza Margarita ve Penne Arabiata yedik eşimle beraber. Bruschetta ve Penne Arabiata oldukça başarılı, pizza ise fena sayılmazdı. Bu arada Roma'da dondurma olayı oldukça başarılı. Blue İce ve Giolitti yazan yerlerden alabilirsiniz.  Bizim favorimiz fındıklı, cevizli ve tramisulu... Yemeğin ve dondurmanın verdiği dopingle ara sokaklardan yaklaşık 10 dk.’lık bir yürüyüşle Piazza Venezzia’ya ulaştık. Roma’nın en popüler meydanlarından olan ve ihtişamlı bir gece ışıklandırması olan  Piazza Venezzia İtlayanlar tarafından “Roma’nın Takma Dişleri” olarak isimlendirilmiş ve şehrin dokusunu bozduğu için pek sevilmiyormuş. Ardından anıtın sol tarafından sağ tarafımıza Roma Forumunu alarak 15-20 dk.’lık bir yürüyüşle Kolezyum’a ulaşıyoruz. Gece ışılandırmasını daha ihtişamlı hayal etmiştik ama restorasyon sebebiyle beklediğimiz kadar görkemli gözükmüyordu. Saat 10’u bulmuştuk yani 5 saatte bayağı bir yer halletmiştik. Hemen karşıdan metroda Colesseo durağından kolayca Termini’ye ulaştık ve böylelikle ilk günümüzü noktalandırmış olduk.

    İkinci gün Vatikandayız. Vatikan dünyanın en küçük ülkesi. Yaklaşık 1500 kişi nüfusu ve 100 kişilik İsviçre vatandaşı ve Katolik olması şart olan geleneksel giysili muhafızlardan oluşan küçük bir ordusu var. Öncelikle Termini’den kırmızı hat metroyla Ottaviano durağında iniyoruz ve internetten aldığımız biletle Vatikan Müzesine doğru yol alıyoruz. Bileti internetten alırsanız iki ayrı sıranın sağından herhangi bir kuyruk beklemeden kolayca müzeye giriş yapıyorsunuz. Bileti girişten alma niyetindeyseniz müzeye girişi planlarınız arasından çıkartın derim. Çünkü sıra gerçekten cesaret kırıcı. Müze 7 km. uzunluğundaki odalar ve galerilerden oluşuyor. Mısır mumyalarından, Etrüsk altın mücevherlerine, Yunan ve Roma heykellerinden, Ortaçağ ve Rönesans başyapıtlarına kadar insanı sersemletecek bir bolluk ve çeşitlilik var. Tek bir biletle (20 Euro - internetten alırsanız) sekiz müze ve beş galeriyi gezebilirsiniz. Müzedeki son durak La Cappella Sistina, yani Sistine Şapeli. Sistine Şapeli müzenin iç kısmında ve neredeyse her yerde buraya gidişi gösteren oklar mevcut. Sistine Şapeli'ni özel kılan birkaç şey var. Bunlardan birincisi buranın Hristyan dünyasının dini lideri Papa'nın seçimlerine ev sahipliği yapması. Bir diğer özelliği ise herhangi bir yardımcısının desteği olmadan bütünüyle Michelangelo’nun eseri olan tavanın efsanevi mimarisi. Adem'in Yaratılışı ve Kıyamet Günü freskleri de oldukça görkemli. Ayrıca Sistine Şapeli'nde fotoğraf çekmek yasak. Ama müzenin diğer bölümlerinin de bence Sistine Şapeli'nden aşağı kalır yanı yok. Yaklaşık 2,5 saatlik müze gezimizin ardından soluğu meşhur San Pietro Meydanında alıyoruz.  Elips şeklindeki ve 284 sütun ile çevrili meydan Bernini tarafından tasarlanmış. Orta kısımda ise 25,5 metre yüksekliğinde bir Mısır obeliski (dikilitaş) var. Günümüzde bu meydan Papanın halka seslendiği ve bazı önemli olayların organize edildiği bir yer haline gelmiş. Meydana geldiğinizde, karşınızda dev bir kubbe size bakıyor ve çevrenizde azizlerin heykelleri sizi çepe çevre sarıyor olacak. Etrafta bol bol fotoğraf çekenleri görüp siz de çekeceksiniz zaten. Kubbeye doğru ilerleyin. Giriş sırası biraz çok olabilir ama neyse ki birçok giriş hattı var ve yaklaşık 15-20 dakikada sıra geliyor. Bazilikanın içine kısa şort-mini etekle girmek yasak ve giriş ücretsiz. Girişte hemen sağ tarafta çarmıhtan indirilen İsa’ya sarılmış bakire’nin heykelinin yer aldığı Michelangelo’nun Pieta’sını görebilirsiniz. Eser, 1972’de bir fanatiğin saldırısına uğradığı için şu anda kurşungeçirmez bir cam içerisinde sergileniyor. Dünyanın en büyük Katolik kilisesinin boyutları gerçekten muazzam ölçülerde.( Dış uzunluk: 212 m, iç uzunluk: 187 m, kubbenin yüksekliği 132 m.) Kalabalığın olduğu mezar birkaç sene önce ölen Papa 2. Jean Paul’e ait. Burayı da gezdikten sonra esas heyecan verici yere gidebilirsiniz; dizaynı Michelangelo tarafından yapılmış Cupola (Kubbe). Buraya çıkmak için 2 yol var. 1. Asansor + 350 Basamak (8€) 2. Tüm yolu yürüyerek çıkmak (5€). Asansörün çıkabileceği maksimum noktadan sonra herkesin yürümesi gereken bölüm başlıyor. Oradaki avluda bir miktar soluklanabilirsiniz çünkü oradan sonraki 350 basamak biraz yorucu. Basık ortamlara karşı fobisi olanlar, kalp riski, hamilelik durumu olanlara bu kısmı tavsiye etmiyorum. Ama geri kalanlara ise kesinlikle tavsiye ediyorum. Bir insanın geçebileceği darlıkta, mistik merdivenlerden geçecek ve kubbenin eğimli kısmına denk geldiğiniz sıralarda duvarın yan şekilde olması ile oldukça değişik bir deneyim yaşayacaksınız. Hele bir de çıkış bitince, o manzarayı görmek için buna değer diyeceksiniz. Tek olumsuz yanı üst kısım oldukça dar ve kalabalıktan doya doya manzaranın tadını çıkaramıyorsunuz. Kiliseden çıkıp meydana son kez bir göz attıktan ve birkaç fotoğraf çektikten sonra karnımızın zil çaldığını fark edip meydana yakın bir yerde spagetti, lazanya ve tiramisu yiyoruz. Ardından 10 dk.’lık bir yürüyüşle Castel Sant'Angelo'ya ulaşıyoruz. Kaleye giriş müze hakkınızı başka bir yerde kullanmamışsanız Roma Pass ile ücretsiz. Kalenin önünde ilginç tiplemeler vardı. Başsız ama havada duran bir güneş gözlüğü ve şapkası olan, iskelet ve altın kaplama kıyafetler giymiş adamların önünden geçtik. Burayı Dan Brown'ın Melekler ve Şeytanlar kitabında anlatılan Illuminati örgütünün merkez binası olarak biliyor olabilirsiniz. Kale, İmparator Hadrian'ın bizzat kendisi ve ailesi için yaptırdığı bir yapı olarak kullanılmış. Ancak daha sonra uzun yıllar şehri koruma amaçlı ve bir süre de hapishane olarak kullanılmış. Cem Sultan’ın da hapishanede mahkum edilenler arasında olduğu belirtiliyor. Kalenin tepesine bir melek indiği rivayetlerinden sonra, adı Castel Sant'Angelo olarak değiştirildiği söyleniyor. İçinde Raffaello’in yaptığı bir melek heykeli mevcut. Aynı zamanda bu kalenin tam önündeki Roma'nın tek araç trafiğine kapalı köprüsü Ponte Sant'Angelo'daki heykeller de öncelerinde Raffaellotarafından yapılmış heykellerle dolu imiş. Daha sonra heykeller Bernini'ye zamanın Papa'sı tarafından yeniden yaptırılmış. Kalenin içindeki kafede bir kahve molası verilebilir. Özellikle dışarıda surlar arasından PonteSant'Angelo'yu izleyerek kahvenizi yudumlamanız keyifli ve dinlendirici olacaktır. Ardından Tiber (Tevere) Nehri’nin kıyısından 20 dk.lık bir yürüyüşle Piazza del Popolo’ya ulaşabilirsiniz. Kimi zaman konserlere, siyasi olaylara ve yeni yıl kutlamalarına ev sahipliği yapan meydan “bizde neden böyle meydanlar yok” duygusunu körükler cinsten. Ginger ve bisikletlerin kiralandığı, insanların keyifle oturduğu halk meydanı anlamına gelen bu meydan bütün gün otursanız sıkılmayacağınız bir kompozisyona sahip. Meydanı yukarıdan gören merdivenlere doğru ilerleyerek önce Pincio Bahçesine ardından Villa Borghese’ye ulaştık. Tepede yine harika bir manzara ile başlayan bu devasa parkı gezmenin en kolay yolu parkın içindeki Bici Pincio’dan kiralayabileceğiniz 1, 2 veya 4 kişilik bisikletler… Burası kocaman, yemyeşil bir alan ve içinde küçük bir gölet bile var. Bisiklet keyfimizden sonra göl kenarında, çimenlerin üzerinde kuş cıvıltıları ve eflatun ağaçlar eşliğinde keyifli vakit geçirdik. Parktan çıktıktan sonra 15 dk.’lık bir yürüyüşle meşhur İspanyol Merdivenlerinin (Spagna) tepesine ulaştık. 138 basamaktan oluşan ve 1723 yılında yapılan bu merdivenler, Avrupa’da yapılmış en uzun merdivenler imiş. Ortamın hareketi ve canlılığının tadını çıkarmak ve birkaç fotoğraf çekmek için basamaklarda kendinize bir yer bulun. Adını İspanya Konsolosluğu’ndan alan bu merdivenler, İtalyanlar için bir buluşma noktası ve her daim kalabalık… Merdivenlerin önündeki “Barcaccia” olarak bilinen ve Bernini ve Lorenzo tarafından inşa edilen çeşme ne yazık ki restorasyon nedeniyle kapatılmış. Çeşmenin yapılış amacı 1598’deki sel felaketini ve o dönemde Fransa ile yapılan anlaşmayı anmak. Merdivenleri inerken tam karşıda gördüğünüz sokak, Roma’da görebileceğiniz bütün ünlü markaları içinde barındırıyor. Gucci ile başlayan Prada ile devam eden sokakta vitrindeki fiyatlar gerçekten oldukça fantastikti. Merdivenlerin üzerindeki Spagna durağından metroya binip otelimize giderek ikinci günümüzü de sonlandırmış bulunuyoruz.

    3. güne ilk gün ışıklandırmalı olarak gördüğümüz meşhur Kollezyum ile başlıyoruz. (Metroda Termini’den binip Colesseo durağında inerek) Kolezyum’da Roma Pass sahiplerinin bilet sırasını beklemelerine gerek yok. Biletle insanların geçiş yaptığı noktanın hemen yanında, 2 adet Roma Pass geçiş noktası göreceksiniz.(Bizdeki OGS gibi:) Buradan Roma Pass’inizi turnikeye okutarak rahat bir şekilde geçiş yapabilirsiniz. Roma Pass sahipleri için Palatino ile Kolezyum biletleri bir sayılıyor. Yani Kolezyum+Palatino+1 Müze hakkınız var (Biz Castel Sant'Angelo’da hakkımızı kullandık )gibi düşünebilirsiniz. Köle ve mahkumların inşa ettiği söylenen Kolezyum, depremlere ve papaların saraylarında kullanmak için çaldıkları taşlara rağmen halen oldukça görkemli. Arenanın altındaki aslanlar ve gladyatörlerin hazırlandığı bölmeler, yüksek tribün kısımları, elipsoid yapısı ve 50 bin kişilik kapasitesi ile M.S 80 yılında böyle bir yapının tamamlanması insanı gerçekten etkiliyor. Bu arena; filmlerde seyrettiğimiz ölümüne dövüşe giren gladyatörlerin hazırlandığı ve yarıştığı, bir çok bölmesi olan Roma'nın en önemli anıtı niteliğinde bir amfi tiyatro. Seyirciler sosyal statülerine göre taş koltuklara oturtulurmuş. Gladyatörler genelde suçlu, savaş esiri ve kölelermiş. Arenanın zemin kısmına geçmek istedik ama geçişi kapatmışlardı. Kolezyum’un yakınında bulunan Constantinus Kemeri ( Arch of Constantine ) ; Costantinus ‘ un rakibi Maxentius’a karşı kazandığı zaferi kutlamak için yapılmış. Kemer , eski kralların anıtlarından sökülen parçalarla süslenmiş. Maalesef burada da restorasyon şanssızlığına takıldık. Buradan kalabalığı takip edip 3-4 dk. yürüdüğünüzde Palatino ve Roma Forumu’nun girişine geliyorsunuz. Roma pass ile rahatlıkla geçişimizi yaptıktan sonra sol taraftan Eski Roma’lı kralların yaşadığı Palatino’ya giriyoruz. Forum'un solunda kalan bu tepe Roma'nın antik dönemine ait önemli kalıntıları barındırıyor. Roma'nın kuruluş efsanesindeki iki kardeş Romulus ve Romus'un bu tepede bulunan bir mağarada büyütüldüklerine inanılırmış. Bir zamanların bu lüks semtinde soyluların yanı sıra imparatorlar da yaşamışlar ve tepeye birbiri ardına saraylar inşa ettirmişler. Bu bölgenin içinde modern mimarisi dokuya biraz ters düşmüş olsa da tarihi eserlerin üzerine inşa edilmesiyle görülmeye değer bulduğumuz ilginç bir müze var. Palatino ve Capitolino tepeleri arasına kurulmuş Roma Forumu ise eski Roma'nın merkeziymiş. Burası imparator'ların yaşadığı konakların bulunduğu ve zafer sonrası geçit törenlerinin yapıldığı bir merkezmiş. Burası şehrin ticari, idari ve dini merkezi olmuş. Bu nedenle alanda birçok resmi bina görevi görmüş eski yapıya rastlanıyor. Kentin yabancı istilasından sonra bu alan terk edilmiş. Daha sonra tabiat olayları, talanlar ve seller ile bölge, otlak hale gelmiş.19.yy da kazılarla eserler yeniden gün yüzüne çıkarılmış. Forumun yüksek merdivenlerden oluşan çıkışında artık yorgunluğunuz zirve yapıyor. Piazza Venezzia’yı bir de gündüz gözüyle görerek 15-20 dk.’lık bir yürüyüşle Campo De Fiori’ye ulaştık. Campo de Fiori, pazarıyla meşhur bir meydan. Meydanın ortasında burada diri diri yakılarak infaz edilen Rönesans döneminin ünlü filozof ve rahiplerinden Giordano Bruno’nun heykeli var.  Etrafta artık her meydanda alıştığımız cafeler ve restoranlar var. Öğle yemeğimizi burada yiyerek yaklaşık 20-25 dk.lık bir yürüyüşle ve Ponte Sisto Köprüsü’nden geçerek nehrin diğer tarafındaki Trastevere’ye ulaşıyoruz. Ferzan Özpetek’in de evi bulunan Trastevere sevimli dar sokaklarına hayran olunası, bohem bir yer. Daha çok işçilerin yaşadığı bir bölge olan Trastevere, 3-5 masalık cafeleri ve güzel meydanıyla gidilip görülesi bir yer. Floransaya gidecek trenimizin saati yaklaştığı için buradan bir otobüse atlayıp yaklaşık 20 dk.’daTermini’ye ulaşıyoruz. Trene bindiğimizde ufak bir yer krizi yaşıyoruz. İtalyan bir kızla yer numaralarımız aynı. Bu durum bizde küçük bir tedirginlik yaratsa da, tren hareket ettikten sonra gerçek ortaya çıkıyor. Kız yanlışlıkla 1 ay öncesinin biletini almış. Bu yanlışlığın kıza faturası bizim 18 Euro’ya aldığımız biletler için 93 Euro’luk bir ödeme! Bu arada hızlı trenin bizdeki hızlandırılmış trenle hiçbir alakası olmadığını söylemeliyim. Bir buçuk saatlik konforlu bir yolculuktan sonra Toskana bölgesinin başkenti olan Floransa ya da İtalyanların deyişiyle Firenze’deyiz. SMN (Santa Maria Novella) İstasyonu yine otelimize 3-4 dk. yürüme mesafesinde. Buradaki otelimiz Roma’dakinden bir kademe daha iyiydi. Akşam yemeği için Duomo Meydanında Floransa’nın sembol yapılarından birisi olan Floransa Katedrali manzaralı bir yer seçtik. Adını hatırlayamayacağım ama burada yediğimiz makarnalar tartışmasız İtalya’da yediklerimiz içinde en iyisiydi.

    4. güne otelimizde dört gündür özlemini çektiğimiz çay eşliğinde Avrupa standartlarına göre hiç fena olmayan bir kahvaltıyla başladık. Ardından Floransa Katedrali'ni, çan kulesini ve Aziz Giovanni Vaftizhanesi'ni de içeren Piazza del Duomo’dayız yine.  Çan Kulesine çıkış 10 Euro, asansörü yok ve 414 basamakla çıkılıyormuş. Güne gayet zinde başladığımız için bir çırpıda tepeye ulaştık. Hem Floransa manzarası için, hem de Floransa Katedrali’nin Brunelleschi tarafından yapılan kubbesini yakından görmek için çan kulesine çıkışı öneririm. Katedral, 1436 yılında, yaklaşık 150 yılda tamamlanan, dev kubbesi ile bugün bile Floransa’nın en yüksek yapısı olma özelliğini koruyormuş. Roma’daki Pantheon’dan esinlenilen ve ona olan saygıydan bir metre daha küçük yapılan kubbe aslında o kadar büyük ki modern ekipmanların bulunduğu yakın zamana kadar benzeri inşa edilememiş. Katedralin dış kısmı, pembe, beyaz ve yeşil mermerden yapılmış. İç kısmı ise oldukça sade. Katedralde dikkati çeken başka bir eser girişteki saat. Ayrıca çan kulesine giriş biletiyle alt kattaki kilisenin yıllar öncesindeki ilk halini gezebiliyorsunuz.  Kiliseden çıkınca yan taraftaki Vaftizhane’nin ise giriş kapıları çok meşhur. Cennetin Kapısı olarak bilinen ve birisi Hz. Yusuf’un, diğeri ise Hz. İsa’nın hayatını tasvir eden kapıların orjinali Museo dell’Opera del Duomo’da saklanıyor ve bunları yapan Floransa’nın vebadan kurtuluşunu sembolize etmesi adına düzenlenen yarışmada Donatello ve Brunelleschi’yi geçen 21 yaşında Ghiberti’imiş. Yine Museo dell’Opera del Duomo’yu gezmek için çan kulesine giriş biletini kullanabilirsiniz. Daha sonra 2-3 dk.yürüme  mesafedeki Piazza della Republica’ya ulaştık. İsterseniz burada biraz soluklanmak için 1733 yılından beri hizmet veren ve  tiramisusu meşhur Gilli‘de veya kırmızı gömlek anlamına gelen Giubbe Rosse’de kahve keyfi yapabilirsiniz. Ardından Piazza della Signoria’ya 5 dk.da yürüyerek ulaşabilirsiniz. Burası Michelangelo’nun Davut Heykeli’nin bir kopyası ile birçok eserin gerçeği ya da kopyalarını görebileceğiniz bir meydan. Signoria Meydanında Vecchio Sarayı olarak da bilinen Floransa Belediye Binası ile buraya yaklaşık birkaç dakika mesafede olan ve İtalya’nın en iyi sanat müzesi olarak bilinen Uffizi Müzesi görülebilir. Layığıyla gezmenin tam bir günü alabileceğini bildiğimiz Uffizi Müzesi’ni pas geçip, Gotik tarzın etkili bir örneği olan ve aynı zamanda Michelangelo, Machiavelli ve Galileo gibi Floransalı ünlülerin de mezarının yer aldığı Santa Croce Kilisesi'ne doğru yol alıyoruz.. Kilisenin hemen yan tarafında Dante için de bir anıt mevcut. Buradan sonra, şehri ikiye bölen Arno Nehri’nin üstündeki birçok köprüden biri olan Ponte Vecchio’ya (Eski Köprü) ulaşıyoruz.Köprünün en büyük özelliği üstündeki evler ve İkinci Dünya Savaşı’nda Floransa’da bombalanmayan tek köprü olması. Köprü boyunca, mücevherciler, sanat eserleri satan dükkanlar ve hediyelik eşyacıları görebilirsiniz. Ayrıca köprünün bir diğer özelliği Mediciler’in Arno Nehri üzerinden toplum içinde görünmeden bir saraydan (Palazzo Vecchio) diğer saraylarına (Palazzo Pitti) gitmeleri için gizli bir koridor olması imiş. Öğle yemeğini burada bir İtalyan klasiği olan makarna ile geçirdikten Floransa’nın en büyük mimari yapısı olan Pitti Sarayı’na ulaşıyoruz. Palazzo Pitti’nin ilk sahipleri Medici Ailesi’nin rakibi Floransalı banker Pitti Ailesi. Mediciler’den daha zengin olduklarını göstermek için yaptırdıkları bu sarayın maliyeti servetlerinin sonu olmuş ve Mediciler sarayı daha inşa edilirken onlardan satın almışlar. 10 Euro’ya Medicini ailesine ait değerli eşyaların olduğu Silver Museum, Porselen Müzesi, Kostüm Galerisi ve Palazzo Pitti’nin arkasında yer alan Boboli Bahçeleri içeren bir bilet alarak yaklaşık 2-3 saatimizi burada geçiriyoruz. Pericoli tarafından tasarlanan Boboli Bahçeleri, Rönesans döneminde Avrupa bahçeleri arasında bir model haline gelmiş.Parkın içindeki birçok heykel, havuz ve çeşme ise fotoğraf çekmek için güzel bir sahne oluşturuyor. Artık Floransa’dan ayrılmadan önce mutlaka gitmeyi düşündüğümüz son bir yer daha kaldı. Burası tüm Floransa’yı ayaklarınızın altına seren 1869 yılında inşa edilen Piazzale Michelangelo.Yerli halk için de turistler için de panoramik şehir manzarası ile popüler bir yer olan meydanda Michelangelo’nun yapıtlarına ithaf edilen bir kısım da vardır ve burada Michelangelo’nun eserlerin kopyaları görülebilir. Ponte Vecchio, Palazzo Vecchio, Floransa Katedrali Duomo ve Basilica di Santa Croce arka planda harika Floransa fotoğrafları çekebilirsiniz. Şansımıza gitar çalarak canlı müzik yapan bir sokak şarkıcısının da denk gelmesiyle Floransa’da en çok burada keyif aldık diyebiliriz.

    5. gün son günümüz. Sabah hızlı trenle 170 adet kanal ve irili ufaklı 400 köprüden oluşan Venedik’e hareket ediyoruz. Burada yaklaşık 6-7 saatlik bir vaktimiz var. O yüzden ekspres bir Venedik turu bizi bekliyor. Venedik Santa Maria Lucia istasyonunda inerek şehir turumuza başlıyoruz. Gerçekten fantastik bir atmosferi var Venedik’in…  Yeri gelmişken belirteyim, gitmeden telefonumuza Triposo diye bir program indirdik. Program sayesinde gittiğiniz şehrin haritasını indirebilir ve gideceğiniz yerleri bu harita üzerinde işaretleyebilir , haritası sayesinde kaybolmadan her yeri gezebilirsiniz. En güzel yanı tamamen off-line olarak çalışabiliyor. Böylece gezerken internete ihtiyacınız olmuyor. Triposo ile Santa Maria Lucia istasyonundan rahatlıkla Rialto Köprüsü’ne keyifli bir yürüyüşle ulaştık. “Venedik’in Arka Salonu” olarak da bilinen Rialto, Grand Canal’daki en eski köprü... Buradan yine daracık sokaklardan dünyadaki en güzel meydanlardan biri olan San Marco Meydanı’na ulaşabilirsiniz. Meydan, bir manastır bahçesi olarak yapılmış fakat daha sonra Venedik dini ve politik merkezi haline gelmiştir. San Marco’da bir yandan tarihi koklarken bir yandan da şık restoran, kafe, otel, banka ve dükkanları görebilirsiniz. Meydan, Napolyon tarafından “Avrupa’nın resim odası” olarak adlandırılmış. Çıkış ücreti 8 Euro olan meydandaki Campanile di San Marco, şehrin sembolü olarak tanımlanan, en üstüne çıktığınızda meydanın çok güzel bir manzarasını ve fotoğraflarını yakalayabileceğiniz çan kulesi... 97 metre yükseklikten şehir manzarası ve San Marco Bazilika kubbesinin görüntüsünü izleyebilirsiniz. Biz çıktığımızda yukarıda müthiş bir esinti vardı o yüzden 10 dakika bile zor durduk kulenin tepesinde… Kule, 1902 yılında nedensiz bir şekilde çökmüş ve ardından orijinal şeklinde tekrar yapılmış. Venedik Cumhuriyeti’nin mimari anlamda güç ve varlığının sembollerinden birisi olan Basilica di San Marco ise, Bizans mimarisinin en ünlü eserlerinden... İtalya’daki diğer birçok kilisede de olduğu gibi içeri girebilmek için uygun giyinmeniz gerekiyor. Bazilikanın içinde sırt çantası taşımanıza izin verilmiyor yan taraftaki emanet bölümüne çantanızı bırakabilirsiniz. Ardından iki dakikalık mesafede Bridge of Sighs olarak bilinen ”Ahlar Köprüsü’ne ulaşıyoruz. Köprüye bu ismin verilmesinin nedeni ise eski zamanlarda duruşma ardından mahkum edilenlerin bu köprüden geçerek hapse girmesi imiş. Efsaneye göre Venedik’e son bir bakış mahkumda iç çekişe neden oluyormuş. Köprüye bu isim Lord Byron tarafından 19. yüzyılda verilmiş.  Son olarak Vaporetti ile kanal turu yapma niyetindeyiz. Ancak şansımıza 24 saatlik grev olduğu için Vaporetti, sadece Rialto Köprüsü’nden Santa Maria Lucia istasyonunun olduğu kısma kadar gidiyormuş. Yarım kanal turumuzu yapıp, Venedik’te kanal manzaralı bir cafe’de son yemeğimizi yiyerek istasyon yakınındaki Piazzale Roma’dan kalkan otobüslerle Marco Polo Havaalanı’nda İtalya gezimizi tamamlıyoruz.

     
    Toplam blog
    : 1
    : 743
    Kayıt tarihi
    : 16.09.14
     
     

    Gezmeye, yeni yerler görmeye, bu yerleri görürken kültürlerini, yemeklerini, müziklerini kısacası..