Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Mayıs '08

 
Kategori
Psikoloji
 

Kendine yabancılaşma

Tanıdığımız insanlardan hep insani bir beklenti içine giriyoruz: Onanma, kabul görme, sevilme ve onun için en özel kişi olma beklentisi. Oysa bir daha karşılaşma şansımızın olmayacağına inandığımız insanlardan böyle bir beklentimiz olmuyor. Böyle kişilerle iletişime geçerken -örneğin yolculuklarda- her ne uzunlukta sürecekse sürsün keyifli bir sohbetten öte bir çıkar gözetmiyoruz. Bu nedenle de sadece keyifli bir sohbet için gerekenleri yerine getiriyor ve kendimizi mümkün olduğunca net, saf ortaya koyabiliyoruz: Süslemeden, cilalamadan, parlatmadan... Yalın ve çıplak; olduğumuz gibi... Oysa tanıdığımız kişilerden onanma, kabul görme, sevilme ve onun için en özel kişi olma beklentisi içine girdiğimiz andan itibaren, bu beklentimizin gerçekleşmesine engel olabilecek kötü, itici özelliklerimizi gizleyip yalnızca ilgi çekebileceğine ve sevilmemizi sağlayacağına inandığımız iyi özelliklerimizi sergiliyoruz. Bir anlamıyla da oynuyoruz. Zamanla sahnedeki her tiyatrocunun başına gelen, bizim başımıza da geliyor. Oyun sahnelendiği sürece, kendi kimliğimizden sıyrılıp, oynadığımız karakterin kimliğiyle özdeşleşiyor ve kendimize, kendi benliğimize yabancılaşıyoruz.

Uzmanlara göre medeniyetin gelişmesi, sanayi devrimi ve teknolojik gelişmeler, insanın dünyasını ve çevresini genişlettikçe insanoğlu, kalabalıklar içinde kendini daha yalnız, daha savunmasız ve daha çaresiz hissetmeye başladı. Özgüvenini kaybeden birey, böylece çevresindekiler tarafından onanma, kabul görme, sevilme ihtiyacını daha yoğun hissetmeye ve çevresindeki insanlara daha çok bağımlı olmaya başladı. Elbette ki bireyin onanma, kabul görme, sevilme ihtiyacını karşılayabilmesi için de kendini değiştirmesi ve kendisini onayacak, sevebilecek olanların istediği bir kişilik sergilemesi gerekmekteydi. İşte, bireyde, "kendine yabancılaşma süreci" de böylece başlamış oldu ve birey, zamanla kendisini gerçekte olduğu gibi değil de sergilediği kişilikmiş gibi algılamaya başladı. Şimdilerdeyse benliğinin derinliklerinde "kaybettiği gerçek özünü bulma" ve yeniden "kendi olma" savaşı veriyor.

İlk insanın gözünün alabildiği kadar küçük ve iki elinin parmaklarını geçmeyecek insanla çevrili dünyasında, "kendini yalnız ve çaresiz hissetmesi neticesinde onanma, kabul görme ve sevilme ihtiyacının had safhaya ulaşması" gibi bir sorunu olduğunu sanmıyorum. Aynı şekilde günümüzde de köyünden dışarı çıkmamış, kendi gibi olan insanlardan başkasıyla iletişime geçmemiş, iç dünyasını ve ufkunu aldığı ilköğrenimle sınırlamış köylümün de böyle bir sorunla boğuştuğunu bugüne kadar hiç gözlemlemedim. Sözün özü, ne zaman ki insanın dünyası ve ufku genişlerse, kendisinden uzaklaşması ve kendine yabancılaşması da o denli büyük oluyor...

Ne hazin değil mi? Bir yandan kendi kimliğimizi bulma, ortaya koyma savaşı verirken, öte yandan kendimizden uzaklaşarak benliğimize yabancılaşmamız, kaos değil de nedir?

 
Toplam blog
: 38
: 831
Kayıt tarihi
: 11.09.07
 
 

Hayatı gören, duyan, hisseden, koklayan, tadan, algılamaya, yorumlamaya, kendini geliştirmeye ve ..