Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Ekim '11

 
Kategori
Öykü
 

Kızıl 3

Güzel bir akşam yemeğinin ardından Elya duş için banyoya geçti, Yağız da bahçedeki çardağın altına çıkmıştı. Gül ve orkide kokularının arasında elinde bir fincan kahvesiyle yıldızları izliyordu. Üç ay evvel biri karşısına geçipte hayatında tüm bunların olacağını söyleseydi inanmazdı herhalde. Kardeşini o gün halının üzerinde kanlar içinde bulduğunda öleceğini sanmıştı. Nefes alamamıştı. Bugünse o nefes hava gibi kendiliğinden ciğerlerini dolduruyordu. Kardeşi elbette çok değerliydi onun için ama ona yaşamak için havaya ihtiyaç duyduğu gibi bir gereksinim duyduğunu bilmiyordu. İşte bugün bunu anlamıştı. Onun hakkında bilmediği kim bilir daha neler vardı. Kim bilir daha neleri saklıyordu içinde. Onun için hep bir arkadaş gibi olduğunu sanırdı, her şeyini bildiğini ve bir sorunu olduğunda herkesten önce gelip kendisine danıştığını…  Ancak yine anlıyordu ki daha evvel yanıldığı konular arasında en çok yanılgıya düştüğü bu olsa gerekti.  Gün içerisinde hastane de söyledikleri, daha evvel ondan hiç böyle şeyler duymamıştı. Demek ki onu rahatlattığını düşündüğü anlar aslında hep günlük hayatın sıradan sıkıntılarını konuşmalarından ibaretti. Bir kez olsun hep gördüğü o kalın duvarının ardına geçmeyi denememişti hiç. Ona duygularını sormayı hiç düşünmemişti. Oysaki onun içinde bulunduğu bu hayat ve acıları ikisine aitti.  Belki güçlü görünüşüyle ona ilham vermiş, sağlam durmasını sağlamıştı ama bu ne kadar sağlıklı bir temeldi acaba. Sadece dışarıdan bakıldığında görülmeyecek o kadar ruh kırıntısı vardı ki; Güçlü görüntüsünün ardında kim bilir ne kadardır saklıyordu o kırıntıları. Aynı acı onu da yiyip bitirmiyor muydu, öyleyse neden her şey böyle karmaşık bir haldeydi bugün. Elindeki kahveyi önündeki şövalenin üzerine bıraktı, arkasına yaslanıp başını geriye doğru attı. Onu bir kez daha aynı durumda görmek istemiyordu. Açıklığa kavuşturulması gereken o kadar çok konu vardı ki aralarında nereden başlasa bilemiyordu.  Onun odasına doğru çevirdi başını, içeride dört dönüp duruyordu, kim bilir yine ne arıyordu. Gülümseyerek önüne döndü tekrar…

Şu aradığı tokayı bir bulabilse ne güzel olacaktı, neden eşyalarını bıraktığı yerde bulamazdı ki zaten. Sanki ayaklanıp ta odanın içinde oyun mu oynuyorlardı, ne münasebet.  Masanın çekmecesinde yoktu, dolabında da değildi, ah neredeydi bu toka? Bir umut camın pervazında unutmuş olabileceğini düşünerek aranmaya başladı; bunu buraya ne zaman bırakmıştı acaba? Ki uzun zamandır komada olmasına rağmen hala her şeyi rahatlıkla anımsayabilmesine şaşırıyordu. Perdeleri kapatıp Saçlarını topladıktan sonra bornozunu çıkardı üzerinden, yatağın üzerine bıraktığı giysilerini geçirdi üzerine.  Dışarı çıkmadan evvel şu odanın camını açsa iyi olacaktı, iğrenç kokuyordu. Zaten ev de büyük bir çöplüğü andırıyordu, her yer pislik içindeydi. Bu pisliği toplamak çok yoracaktı onu ama bu gece düşünmek istediği bu değildi.yatağının üzerine uzandı boylu boyunca derin bir iç geçirdi. gözleri boş tavana dalıp gitti ve istemsiz bir öfke ve saplantılı düşünceler beynini kemirmeye başladı o anda yeniden. Ellerini kalbinin üzerine bastırdı” hayır, bugün olmaz lütfen, bugün olmaz” diye sayıkladı ama duracak gibi değildi işte. Daha hastaneden yeni çıkmıştı tekrar dönemezdi oraya.ani bir hareketle doğrulup camı açtı ve Kafasını camdan çıkarıp nefes almaya çalıştı, nefesi kesiliyordu yine. Ciğerleri havasızlıktan patlayacak gibiydi. Gözlerinin ateş gibi yandığını hissedebiliyordu, pervaza dayadığı ellerinin üzerine seyrek aralıklarla kan damlıyordu. Kan mı? Dizleri kesildi birden, dönüp pervaza oturdu hemen, kafasını geriye attı. Derin derin nefes almaya çalıştı bunu yaptıkça ciğerleri havayla değil de sanki gazla doluyordu. Cayır cayır yanıyordu içi. Titremekten bir hal olmuştu, kollarını beline dolamışsa da engel olamıyordu. Daha çok kastı kendini, soluklarını biraz daha hızlandırdı. Napacaktı bu durumdan kurtulmak için, tekrar oraya dönmek istemiyordu. Bir kez daha aynı şeyleri yaşamaya katlanamazdı. Günler haftalar boyunca o çölde aç susuz dolaşamazdı. Hem de sonunda hiçbir şey olmayacağını bilerek… Hayır, yapamazdı. Başka bir şey düşünmeye çabaladı belki Annesini… Onun hatırasının bir yararı olabilir miydi? Ne olursa olsun aklında başka bir şey olmalıydı? Ama olmuyordu işte, bir türlü bırakamıyordu korkusunu elden. Hiç tereddüt etmeden çalışma masasının üstünde duran buzlu suyu alıp kafasından aşağı boşalttı. Delikanlı bu yaptığını görünce fırladı yerinden -onu izliyordu zaten-, koşarak eve geçti. Öyle bir hiddetle girdi ki odaya Elya yerinde irkildi. Gülümsedi ona “ bu halime bakma ben iyiyim” dedi ama değildi. Hayretle kardeşine bakıyordu yağız, “ bu mu senin iyi halin, n’oldu söylesene” dedi yanına yaklaşıp ateşini kontrol ederken. Genç kız onun elini aldı alnından, yatağının üzerindeki bornozu alıp giyindi. 

 

— İyiyim, ağabey. Eğer izin verirsen üzerimi değiştirmeliyim, üşüyorum.

— Elya dedi kolundan yakalamıştı, - nolduğunu anlatmadan şuradan şuraya gitmiyorum anladın mı?

— Ağabey, Allah aşkına, hasta mı olmamı istiyorsun? Üzerimi değişeyim anlatırım.

— Çabuk ol öyleyse, seni küçük odada bekliyorum, bir bahane uydurupta kaçmaya yeltenme sakın, anlaşıldı mı?

— Emredersiniz komutanım dedi alayla selam vererek.

 Çıktı odadan;  o çıktıktan sonra aceleyle değiştirdi kıyafetlerini, kafasında birkaç yalan düşünüyordu söyleyebileceği. Gerçeği anlatacak değildi elbette ona. O esnada neler gördüğünü bir anlatsa saçmaladığını düşünecek on inanmayacaktı. Kesik kesik gördüğü imge... O gün de bir şeyler gördüğünü anımsıyordu, ne anlama geldiğini bilmese de; ah şu an umurunda olması gereken bunlar mıydı, söyleyeceği yalanlara inandırıp inandıramayacağına odaklanmalıydı. Kusursuz olmalıydı yoksa hiç şansı yoktu; Tüm olan biteni izlediyse zaten inanmazdı ama bir ihtimal...  Keşke bu kadar zeki olmasaydı diye geçirdi aklından; o zaman kandırması belki daha kolay olurdu ama ne yazık ki değildi işte.  Yine de yüzünde kocaman bir gülümsemeyle geçti küçük odaya böylece bir ihtimal daha az uzun olurdu bu konuşma. Elleri kucağında karşısındaki koltuğa oturdu, başını dik tutuyordu ki konuşurken gözleri onda olsun. Bu şekilde de yalan olmadığını düşündürtebilirdi herhalde. O çok zeki olabilirdi belki ama kendisi de onun ciğerini bilirdi. 

 - Seni dinliyorum dedi kardeşi oturur oturmaz.

- İyiyim ben, ne olduğunu sandın bilmiyorum.

- Yalan söyleme Elya, her şeyi gördüğümü söyleyeyim de beni kandıramayacağını en başından bil en iyisi.

- Abi! 

- Yüzüme bak, gözlerini kaçırman bir şeyi değiştirmeyecek.

- Umurumda değil, sana hiçbir şey anlatmak zorunda değilim. Kendime saklamam… Eliyle kapattı ağzını, bu son kelimeyi söylememeliydi işte. Bu her şeyin bittiği an demekti, artık onu kesinlikle kandıramayacaktı. Gerçi zaten imkânsızdı…

- O tilki kurnazlığının benim üzerimde bir işe yaramadığını bilmiyor musun? Daha önce çok kez denemiştin, ben seni senin beni tanıdığından daha fazla tanıyorum, kardeşim.

- Ya evet, haklısın. Bu yüzden sana yalan söylemek deveye hendek atlatmaktan zor, bunu nasıl yapıyorsun bilmiyorum artık.

- Konuyu değiştirme, neler olduğunu anlat.

- Madem yalan söyleyemiyorum, gerçeği de söylemem, kusura bakma. Merak ettiğinle kalacaksın.

- Ya demek öyle dedi arkasına yaslanırken, kollarını koltuğun tepesine koydu. Kaşlarını çatmış, yine o ifadeyi takınmıştı yüzüne.

- Bana öyle bakmandan nefret ediyorum, biliyorsun. 

- Üzgünüm küçük kardeşim, çok acemisin.

- Ne yapmaya çalıştığını biliyorum, beni sinirlendirip her şeyi anlatmamı sağlayacaksın dedi gözlerini ondan kaçırarak, yere eğdi başını, gözlerini de olabildiğince sıkı kapattı.

- Hiçbir şey anlatmayacağım, beni buna zorlayamazsın.

- İyi de neden peki?

- Kes! Lütfen. Anlatamam diyorum neden zorluyorsun.

- Elya!

 

- küçük kardeşim. Kaçamazsın boşuna diretme. Bu kadar çırpındığına göre mutlaka çok kötü bir şey olmalı, değil mi?

- bana inanmayacağını düşündürtecek kadar… İşte başlıyordu, lanet olsun. Ne zaman böyle olsa çenesi düşerdi istemsiz.

- Anlat öyleyse, ufkum açılsın biraz.

- Dalga geçme, ağabey. Senden küçük olduğum için söylediğim hiçbir şeye itimat etmiyorsun. Yalan söylemiyorum ya da bu yaşta ki gençler gibi bir düşünce biçimiyle hareket etmiyorum, beni çok iyi tanısaydın bunu da bilirdin. 

- Farklı olduğunu biliyorum, canım. 

- Hayır, bilmiyorsun, benim farkım ailemi kaybetmemden kaynaklanmıyor. Evet, belki biraz olsun etkili olmuştur yoklukları ...

- …

- Benim anlamadığım, anlamadığım neden böyle tuhaf şeyler yaşıyorum. 

- Ne gibi tuhaf şeyler, canım.

- Hani hatırlıyorsundur beni evde baygın bulduğunu, tek bilmediğin neden ve nasıl olduğu…

- Anlat öyleyse, neden çekiniyorsun?

- Çünkü çok kötü şeyler görüyorum, ağabey.

- Kötü?

- Evet, Bu yüzden ne istersen iste ama bunu isteme.

- Anlatmayacaksın öyleyse.

- Hayır dedi başını sallayarak...

- peki istediğin gibi olsun, yalnız bana ne anlatacak olursan ol sana olan inancımı yitirmeyeceğini bilmelisin.

- Olursun, ne olduğunu bilmiyorsun.

- yapma Elya, söyleyeceğin hiçbir şey ilişkimizi değiştirmez.

- İstediğin gibi düşünmekte özgürsün, ağabey. Ama bırakta ben bazı şeyleri kendi bildiğim gibi yapayım. İnan ki en iyisi bu. Beni anlamayabilirsin ama en azından saygı göster.

- haklısın. İstediğin gibi davranmakta serbestsin.  Ancak şunu da unutma ki sen bana emanetsin, başına bir şey gelirse… Ah, her neyse unut gitsin, bu gecelik bu kadar iç karartıcı konuşma yeter dedi gülümseyerek; onu çekip dizlerine yatırdı, bunu istediğini biliyordu. 

- Teşekkür ederim.

- Önemli değil.

 
Toplam blog
: 38
: 43
Kayıt tarihi
: 10.08.11
 
 

Çalışırken denk gelmiştim milliyet blog sayfasına... Burada yazılanlar beni çok cezbetti ve ben d..